Zihninde, kısa da olsa komşuları Bay ve Bayan Thompson’ı canlandırdı. Hollywood, yaşlı, iyi komşular arasaydı, onları işe alabilirdi. Luke onları seviyordu, yaşamlarının böyle sona ermesi hiç isteyeceği bir şey değildi. Ama o gün bir çok insan ölmüştü.
“Becca, Thompson’ları ben öldürmedim tamam mı? Öldükleri için üzgünüm, sen ve Gunner, kaçırıldığınız için üzgünüm ve hayatım boyunca üzgün olacağım ve bunu telafi etmek için elimden geleni yaparım. Ama bunu ben yapmadım. Thompson’ları ben öldürmedim. Sizi kaçırması için gelen adamları ben yollamadım. Kafanın içi sanki bunlarla bulanmış gibi ve hayır teşekkür ederim almayayım.”
Bir anlığına sustu. Konuşmayı kesmek için iyi zamandı ama o böyle yapmadı. Kelimeler ağzından boşanıyor gibiydi.
“Tek yaptığım ateş fırtınası ve bombalar arasında işimi yapmaktı. Bütün gece ve gün boyunca beni ve başkanı öldürmeye çalışan birileri oldu. Vuruldum, patlamalar arasında kaldım, arabayla yoldan çıkarak kaza yaptım. Ve Birleşik Devletler Başkanı’nı kesin bir ölümden kurtardım, senin başkanını. Yaptığım buydu.”
Nefesi, sanki kilometrelerce koşmuş gibi hızlanmıştı.
Dediklerinden pişmanlık duydu. Gerçek olan buydu. Yaptığı işin eşine acı veriyor oluşu onu Becca’nın tahmininden çok daha fazla üzüyordu. Tam da bu yüzden geçen sene bu işi bırakmıştı, ama sonra bir gece göreve çağırılmıştı. O gece güne uzamış, hatta uzun ve zor bir geceye daha uzamıştı. Ailesini sonsuza dek kaybettiğini düşündüğü bir gece.
Becca artık ona güvenmiyordu. O da bunu görebiliyordu. Luke’un varlığı Becca’yı korkutuyordu. Olanların nedeni oydu. Pervasız ve aşırı düşkündü, Becca’nın ve biricik oğullarının ölümüne sebep olacaktı.
Yüzünden sessizce göz yaşları süzüldü. Uzun bir dakika geçti aradan.
“ Bunun ne önemi var?” dedi Becca.
“Neyin ne önemi var?”
“Başkanın kim olduğunun ne önemi var? Gunner ve ben ölseydik başkanın kim olduğu umurunda olur muydu?”
“Ama hayattasınız,” dedi. “Ölmediniz. Hayattasınız ve iyisiniz. Arada büyük bir fark var.”
“Tamam,” dedi Becca. “Hayattayız.” Kabul etmek sayılmayacak bir kabul cümlesiydi bu.
“Sana bir şey söylemek istiyorum,” dedi Luke. “Emekliye ayrılıyorum. Artık bu işi yapmayacağım. Önümüzdeki günlerde birkaç toplantıya katılmak durumunda olabilirim ama artık göreve çıkmayacağım. Ben bana düşeni yaptım. Artık bitti.”
Hafifçe başını salladı. Sanki hareket etmek için enerjisi kalmamıştı. “Bunu daha önce de söyledin.”
“Evet. Ama bu sefer ciddiyim.”
*
“Gemi omurgasını her zaman düz tutmaya çalışmalısın.”
“Tamam,” dedi Gunner.
O ve babası balıkçı teknesini takımlarla doldurmuşlardı. Gunner kot pantolon, tişört giymiş ve güneşten korunmak için balıkçı şapkası takmıştı. Bir de havalı göründüğü için babasının verdiği Oakley güneş gözlüklerini takmıştı. Babası da aynı gözlükleri takıyordu.
Tişört güzeldi— 28 Gün Sonra isimli İngilizlerin oynadığı, harika bir zombi filminin tişörtüydü. Tişörtün üzerinde zombiler yoktu, bunu yerine siyah renk üzerine kırmızı biyotehlike işareti vardı. Luke’a göre bu akla uygundu; filmdeki zombiler ölü insanlar değildi. Bir virüs kapmışlardı.
“Şu soğutucuyu diğer alabandaya it bakalım.”
Babası, balığa gittiklerinde hep bu çılgınca kelimeleri kullanırdı. Gunner bunlara bazen gülerdi. “Alabanda!” diye bağırdı. “Hay hay, Kaptan.”
Babası, Gunner’ın soğutucuyu ilk başta koyduğu arka tarafı beğenmedi ve eliyle nereye konulması gerektiğini gösterdi; oturdukları tarafın aksine, teknenin diğer ucuna koyulması gerekiyordu. Gunner da öyle yaptı ve büyük mavi kutuyu oraya itti.
Birbirlerine baktılar. Babası, gözlüklerin arkasından ona komik bir bakış attı. “Nasıl gidiyor evlat?”
Gunner duraksadı. Ailesinin onun için endişelendiğini biliyordu. Gece onun hakkında fısıldayarak konuştuklarını duymuştu. Ama o iyiydi. Gerçekten iyiydi. Korkmuştu, şimdi bile biraz korkuyordu. Hayli ağlamıştı, ama bu çok normaldi. Bazen ağlamak gerekirdi. İçinde tutmak yapılacak şey değildi.
“Gunner?”
Pekala bunun hakkında konuşabilirdi de.
“Baba, bazen insanları öldürüyorsun değil mi?”
Babası başıyla onayladı. “Evet, bazen. Bu, işimin bir parçası. Ama sadece kötü adamları.”
“Aradaki farkı nasıl anlıyorsun?”
“Bazen bu farkı anlamak zor. Ama bazen de kolay. Kötü adamlar kendilerinden daha güçsüz ve korumasızlara veya sadece kendi işiyle ilgilenen masumlara zarar verirler. Benim işim bu kötü adamları durdurmak.”
“Başkanı öldüren adamlar gibi mi?”
Başıyla onayladı.
“Onları öldürdün mü?”
“Bazılarını, evet.”
“Beni ve annemi kaçıranları, onları da öldürdün mü?”
“Evet, öldürdüm.”
“Bunu yaptığına sevindim baba.”
“Ben de, canavar. Onlar tam da öldürülesi adamlardı, iyilik yapmış oldum.”
“Dünyadaki en iyi öldürücü sen misin?”
Babası, başını salladı ve gülümsedi. “Bilmiyorum dostum. En iyi öldürücüler için bir skor tablosu tuttuklarını sanmıyorum. Bu bir spor gibi bir şey değil. Öldürmede dünya şampiyonası yok. Ne olursa olsun, ben artık bütün bu işlerden emekliye ayrılıyorum. Seninle ve anneyle daha fazla vakit geçirmek istiyorum.”
Gunner düşündü. Bir gün önce haberlerde babasını görmüştü. Kısa bir şeydi ama babasının fotoğrafı ve ismi geçmiş, orduda genç halini gösteren bir video gösterilmişti. Luke Stone, Delta Gücü operatörü. Luke Stone, FBI Özel Müdahale Timi. Luke Stone ve takımı Birleşik Devletler Başkanını kurtarmıştı.
“Seninle gurur duyuyorum baba. Dünya şampiyonluğun olmasa da.”
Babası kahkaha attı. İskeleyi işaret etti. “Tamam, hazır mıyız?”
Gunner onayladı.
“Açılır, demir atarız. Çekilen sularda beslenen çizgili levrek bulabilir miyiz bakalım.”
Gunner onaylarcasına başını salladı. İskeleden ayrıldılar ve dalga yaratmadan gidilmesi gereken yerden yavaşça geçtiler. Tekne hızlandı ve Gunner kendini sağlama aldı.
Gunner, önlerindeki ufka doğru bakıyordu. O, gözcüydü. Babasının söylediği gibi gözlerini keskin, başını da oynak tutmalıydı. Baharın erken dönemlerinde üç kere balığa çıkmışlar ama hiçbir şey yakalayamamışlardı. Balığa çıkıp hiçbir şey yakalayamadıklarında babası “şakada” olduklarını söylerdi. Şu an büyük bir şakanın içinde gibilerdi.
Biraz sonra Gunner, sancak tarafında orta mesafede bir uzaklıkta suyun sıçradığını gördü. Beyaz kırlangıçlar suya dalıyor, birer bomba gibi suya çarpıyorlardı.
“Hey, şuna bak!”
Babası başıyla onayladı ve gülümsedi.
“Çizgili levrek?”
Babası başını salladı. “Lüfer.” Sonra da “Tutun.” dedi. Motora tam gaz verdi ve tekne artık hızlanmaya başladı.
Gazı sonuna kadar açtı ve tekne kısa zaman içinde hızlandı, su sıçratmaya başladı, burnu havaya kalktı ve daha da hızlanıyordu, Gunner geriye doğru savruldu. Bir dakika sonra balıkların su sıçrattığı yere gelmişlerdi, yavaşladılar ve tekne yine suya oturdu.
Gunner, tek kancalı birer olta kaptı. Birini babasına verdi ve hiç beklemeden kendi oltasını saldı. Neredeyse anında oltasında kuvvetlice bir çekiştirme hissetti. Oltaya vahşi bir yaşam enerjisiyle sarsılıyordu. Görünmez bir kuvvet, neredeyse oltayı elinden kaybetmesine neden olacaktı. Misina kopmuş olta boşalmıştı. Lüfer kaçıp gitmişti. Söylemek için babasına döndü ama yaşlı adamın oltasında da bir şeyler vardı, oltası neredeyse ikiye katlanmıştı.
Gunner ağı kaptı ve hazırlandı. Gri ve mavi ve yeşil ve beyaz ve oldukça kızgın bir lüfer, sudan kokpite çekilmişti.
“Güzel balık.”
“Şans döndüren!”
Yeşil ağın içindeki lüfer güvertede çırpındı ve zıpladı.
“Onu salacak mıyız?”
“Evet. Bizi kurumuş şansımızdan kurtardı, ama bir çizgili levrekler için buradayız. Lüfer heyecan verici ama çizgili levrekler daha büyük, hem de mangalda daha lezzetli oluyorlar..”
Balık hala çırpınıyor ve Gunner, keskin dişlerinden sadece birkaç santimetre uzaktan tutarak ağzındaki kancayı çıkardığı sırada babasını izliyordu. Babası balığı teknenin yanından suya bıraktı. Bir kuyruk hamlesiyle balık derinlere doğru yöneldi.
Balık gözden kaybolur kaybolmaz babasının telefonu çalmaya başladı. Babası gülümsedi ve telefonuna baktı. Telefonu hemen yanına bıraktı. Telefon titredi ve titredi. Bir süre sonra sustu. On saniye geçmişti ki tekrar çalmaya başladı.
“Cevap vermeyecek misin?” dedi Gunner.
Babası başını salladı. “Hayır. Hatta, telefonumu tamamen kapatacağım.”
Gunner midesinde bir korku hissetti. “Baba, cevap vermek zorundasın. Ya acil bir durumsa? Ya kötü adamlar yine kontrolü ele almaya çalışıyorlarsa?”
Babası Gunner’a sadece bir saniye süren uzun bir bakış attı. Telefon sustu. Ardından tekrar çalmaya başladı. Luke telefonu açtı.
“Stone,” dedi telefondaki ses.
Luke duraksadı ve yüzü değişti. “Selam, Richard. Evet, Susan’ın özel kalemi. Tabii. Sizi daha önce de duymuştum. Pekala, dinleyin. Biraz ara veriyorum tamam mı? Halen Özel Müdahale Timi -veya ismi her neyse, kalıp kalmayacağıma karar vermedim. Evet, anlıyorum ama her zaman acil bir durum vardır değil mi? Kimse beni acil olmayan bir durum için evden aramaz. Tamam… tamam. Eğer Başkan benimle görüşmek konusunda ciddiyse bana telefonumdan ulaşabilir. Bana nasıl ulaşacağını biliyor. Tamam mı? Teşekkür ederim.”
Gunner, babası telefonu kapattı sırada onu izliyordu. Biraz önceki gibi zevk alıyor gözükmüyordu. Gunner farkındaydı, Başkan arasaydı babası hızlıca çantasını hazırlar ve giderdi. Bir başka görev daha, belki halen öldürülmesi gereken kötü adamlara vardı. Gunner ve annesini tekrar yalnız bırakacaktı.
“Baba, Başkan seni arayacak mı?”
Babası, Gunner’ın saçlarıyla oynadı. “Umarım aramaz, canavar. Ne dersin? Hadi gidip biraz levrek avlayalım.”
*
Saatler sonra Başkan hala aramamıştı.
Luke ve Gunner 3 adet çizgili levrek yakalamışlardı. Luke, Gunner’a onların nasıl temizleneceğini ve fileto haline getirileceğini gösterdi. Eski bir şeydi ama öğrenmenin yolu tekrar etmekten geçiyordu. Becca bile bütün bu olaya katılmış, dışarıdaki masaya bir şişe şarap ve peynir ve kraker tabağı hazırlamıştı.
Telefon çaldığı sırada Luke, mangalı henüz yakmıştı.
Derin sesli bir adam: “Ajan Stone?”
“Evet.”
“Birleşik Devletler Başkanı için lütfen hatta kalınız.”
Hissiz bir şekilde bekledi.
Telefondan klik sesi geldi ve Başkanın sesi duyuldu. “Luke?”
“Susan.”
Luke’un aklına bütün ulus ve dünyanın büyük bir bölümünün önünde söylediği “Tanrı Amerika’yı korusun” şarkısını söylerkenki hali geldi. Harika bir andı, ama bir ‘an’ın ötesine geçemedi. Politikacıların iyi olduğu türden bir şeydi.
“Luke, elimizde bir kriz var.”
“Susan, elimizde her zaman bir kriz var.”
“Şu anda kıçıma kadar timsahlarla çevriliyim.”
Hoş. Bunu uzun süredir duymamıştı.
“Bir toplantı düzenliyoruz. Burada, evde olacak. Orada olmana ihtiyacım var.”
“Toplantı ne zaman?”
Hiç tereddüt etmedi. “Bir saat içinde.”
“Susan, trafikle birlikte iki saatlik yol. İyi bir günde anca bu kadar tutar. Şimdi ise yolların yarısı kapalı.”
“Trafikte zaman kaybetmeyeceksin. Şu an yolda sana doğru gelen bir helikopter var. On dört dakika içerisinde orada olacak.”
Luke tekrar ailesine baktı. Becca, kendisine bir bardak şarap koymuş ve Luke’a sırtını dönmüş şekilde oturuyor, suya batan akşamüstü güneşini izliyordu. Gunner ise mangalda pişmekte olan balıklara bakıyordu.
Telefona doğru “Tamam,” dedi Luke.
6. BÖLÜM
18:45
Birleşik Devletler Donanma Gözlem Evi - Washington, DC
“Ajan Stone, ben Richard Monk, Başkanın özel kalemi. Bugün telefonda konuştuk.”
Luke, Donanma Gözlem Evi’ndeki helikopter rampasından daha önce beş kere geçmişti. Uzun boylu, zinde görünen biriyle el sıkıştı; adam belki otuzlu yaşlarının ortasındaydı, muhtemelen Luke’un yaşlarındaydı. Mavi bir gömlek giymiş, kollarını ise sıyırmıştı. Kravatı çarpık duruyordu. Adam, vücudunun üst kısmını bilimsel şekilde geliştirmişti, Men’s Health dergisinden çıkma bir reklam gibiydi. Duymayı bilenler için Richard Monk’un vücudu sıkı çalışırım, sıkı eğlenirim diye bağırıyordu.
Yeni Beyaz Sarayın mermer koridorlarında, buranın sonunda bulunan çift kanatlı, geniş kapıya geldiler. “Eskiden konferans odası olarak kullandığımız yeri artık durum odası olarak kullanıyoruz,” dedi Monk. “Henüz yapım aşamasında ama bitireceğiz.”
“Sen de ölümün kıyısına geldin, değil mi?”
Adamın yüzündeki kendine güvenen ifade sadece bir anlığına düştü. Onaylarcasına başını salladı. “Başkan Yardımcısı… O zamanlar öyleydi tabii. Başkan Hayes bizi Doğu Yakasına çağırdığı esnada şimdiki Başkan, ben ve birkaç ekip üyesi Batı Yakası gezisindeydik. Çok hızlı gelişti. Mount Weather olayı sırasında ben, kalan işleri yapmak için Seattle’da kaldım.”
Başını salladı. “Korkunçtu. Ama evet, o ölenler arasında ben de olabilirdim.”
Luke başıyla onayladı. İşçiler, olaydan günler sonra bile, halen Mount Weather’dan ceset çıkarıyorlardı. Sayı şimdiye kadar üç yüz olmuştu ve artmaya devam ediyordu. Bunların arasında o zaman görevde bulunan Dışişleri Bakanı, Eğitim Bakanı, İçişleri Bakanı, NASA’nın başkanı ve bir düzine Birleşik Devletler Milletvekili ve Senatörü vardı.
İtfaiye, içerideki yangını henüz dün söndürebilmişti.
“Susan’ın beni buraya çağırma sebebi olan kriz meselesi nedir?” dedi Luke.
Monk koridorun sonunu işaret etti. “Ah, Başkan Hopkins ve ekipten önemli birkaç kişi konferans odasındalar. Sanırım neler döndüğünü onların anlatmasına izin vereceğim.”
Çift kanatlı kapıdan geçerek odaya girdiler. Bir düzineden fazla insan büyük ve oval masanın etrafına çoktan oturmuşlardı bile. Susan Hopkins, Birleşik Devletler Başkanı masanın kapıdan uzak köşesine oturmuştu. Susan, etrafı iri adamlarla çevrilmişti ve onların arasında ufak ve mütevazı görünüyordu. İki Gizli Servis ajanı hemen iki yanında ayakta duruyordu. Üç ajan daha odanın çeşitli köşelerine dağılmış, orada duruyorlardı.
Gergin görünümlü bir adam masanın başında ayakta duruyordu. Uzun boylu, kelleşmeye başlamış, biraz göbekli, gözlüklüydü ve üzerine tam oturmayan bir takım elbise giymişti. Luke onu iki saniye de çözdü. İçinde bulunduğu ortama alışık birisi değildi ve derin bir belaya karıştığını düşünüyordu. Her taraftan baskılı bir sorguya tabii tutulan birisi gibi duruyordu.
Susan ayağa kalktı. “Başlamadan önce sizi FBI Özel Müdahale Timinin eski elemanlarından Ajan Stone’la tanıştırmak isterim. Birkaç gün önce benim hayatımı ve tanıdığımız Cumhuriyeti kurtarmada rol oynadı. Daha önce bu kadar yetenekli, bilgili ve sorunlar ve güçlükler karşısında bu kadar korkusuz bir dedektifle karşılaştığımı sanmıyorum. Milletimiz, Silahlı Kuvvetlerimiz ve istihbarat teşkilatlarımız ve topluluğumuz için Ajan Stone gibilerini tanımak ve onun gibi kadın ve erkekler yetiştirmek bir onurdur ve ayrıca görev olmalıdır. ”
Şimdi herkes ayağa kalkmış alkışlıyordu. Alkış, Luke’a oldukça yapmacık ve resmi geliyordu. Elini kaldırdı ve alkışı durdurmaya çalıştı. Manasız bir durumdu.
Alkış dindiğinde “Merhaba,” dedi. “Üzgünüm, geciktim.”
Luke, boş sandalyeye oturdu. Önde oturan adam gözlerini ona dikmişti. Artık Luke, adamın gözlerindeki ifadenin ne olduğunu tam olarak söyleyemiyordu. Umut? Belki. Sayı ihtimali ilahi müdahaleye kalmış bir takımın oyun kurucusu gibi Luke’a doğru, son şans pası atacakmışçasına bakıyordu.
“Luke,” dedi Susan. “Bu Dr. Wesley Drinan, Texas Üniversitesi Tıp Dalı, Galveston Ulusal Laboratuvarı Direktörü. Bize, oradaki Biogüvenlik Seviye-4 laboratuvarıyla alakalı muhtemel bir güvenlik açığıyla ilgili brifing verecek.”