Her Yol Mübah - Джек Марс 3 стр.


Newsam iki elinde de birer şişe su tutuyordu. “Biliyorum ki ikiniz de bunu daha önce yaptınız, ama ilk seferinizmiş gibi davranacağız, böylece hata olmayacak. Arkamdaki bu iki kişi elbiselerinizi inceleyecek, ve daha sonra onları giymenize yardımcı olacaklar. Bunlar A seviye tehlikeli madde elbisesi, ve sağlam plastikten yapılmışlar. Onları giydiğinizde ısınacak, yani terleyeceksiniz. Yani başlamadan önce bu suları içmenizi istiyorum. İçtiğinize mutlu olacaksınız.”

“Bizden önce oraya inen oldu mu ?”

“İki güvenlik görevlisi, depoya erişildiği öğrenildiği zaman, indiler. Işıklar kırılmış. Swann onları yakmaya çalıştı ama olmadı. Yani aşağısı karanlık. Görevliler indikleri zaman yanlarında fener varmış, ama depoyu açık ve tenekeleri ve varilleri etrafa dağılmış gördüklerinden, hızla geri çıkmışlar.”

“Maruz kalmışlar mı?”

Newsam gülümsedi. “Birazcık. Kızlarım onları bir süreliğine gece lambası olarak kullanacak. Elbiseleri yokmuş, ama sadece kısa bir süreliğine orada kalmışlar. Siz daha uzun süre kalacaksınız.”

“Bizim gördüklerimizi görebilecek misiniz?”

“Başlıklarınıza entegre kamera ve ışıklar var. Sizin gördüklerinizi ben de göreceğim, ve kaydediyor olacağım.”

Giyinmek yirmi dakika aldı. Luke bıkmıştı. Elbisenin içinde hareket etmek zordu. Baştan ayağa plastikle çevrelenmişti, şimdiden sıcak olmaya başlamıştı içerisi. Vizörü buğulanıyordu. Zaman akıp gidiyor gibi görünüyordu. Hırsızlar çoktan uzaklaşmış, oldukça öne geçmişlerdi.

Luke ve Don yük asansörüne birlikte bindiler. Asansör yavaşça aşağıya doğru gıcırdayarak iniyordu. Don, Geiger sayacı taşıyordu. Taşıma çubuğu olan küçük bir araç aküsüne benziyordu.

¨Beni iyi duyabiliyor musunuz?¨dedi Newsam. Sanki Luke’un kafasının içindeydi. Elbisenin başlığına entegre mikrofon ve kulaklıklar da vardı.

“Evet.” dedi, Luke.

“Seni duyuyorum.” diye ekledi Don.

“İyi. Ben de, ikinizi de çok iyi duyabiliyorum. Kapalı bir frekanstayız. Burada sadece siz ve ben, ve video kontrol odasındaki Swann varız. Swann tesisin dijital haritasına ulaşabiliyor, ve o elbiselerde takip cihazları mevcut. Swann sizi haritada görebiliyor, ve sizi asansörden söz konusu depoya kadar yönlendirecek. Bizimle misin, Swann?”

“Buradayım.” dedi Swann.

Asansör sallanarak durdu.

“Kapılar açılınca, asansörden çıkın ve sola dönün”

Swann’ın rehberliğindeki iki adam, hantal bir şekilde geniş koridordan yürüdüler. Başlıklarındaki ışıklar duvarların üstüne düşüyor, karanlıkta gölgeler yaratıyordu. Bu Luke’a seneler önce yapmış olduğu batık dalışlarını hatırlattı.

Birkaç saniye içerisinde Geiger aygıtı tepki vermeye, sayaç çalışmaya, tıkırdamaya başladı. İlk başlarda, tıkırtılar yavaş bir kalp atışı gibi, seyrekti.

“Radyasyon var.” dedi Don.

“Görebiliyoruz. Endişelenmeyin. Kötü değil. Elinde taşıdığın cihaz oldukça hassastır.”

Tıkırtılar gittikçe daha yüksek sesli oluyor ve hızlanıyordu.

Swann’ın sesi: ¨Birkaç metre içerisinde sağa dönün, belki on metre boyunca o koridoru takip edin. Kare bir odaya açılacak. Depolama kasası bu odanın diğer tarafında.”

Sağa döndüklerinde Geiger sayacı hızlı ve yüksek sesle atmaya başladı. Tıkırtılar bir akıntı gibi geliyordu, bir tekil tıkırtıyı diğerinden ayırmak zorlaşmıştı.

“Newsam?”

“Canlı adımlar atın, beyler. Bu işi 5 dakika ya da daha altında bitirmeye çalışalım.”

Odanın içine girdiler. Ortalık dağılmıştı. Teneke kaplar, kutular ve büyük, metal variller yerlere düşmüş, rasgele saçılmışlardı. Bazıları açılmıştı. Luke ışığını odanın karşısında bulunan deponun kapısına doğrulttu. Ağır kapı açıktı.

“Görüyor musun?” dedi Luke. “Buradan Godzilla geçmiş olmalı.”

Newsam’ın sesi duyuldu yine. “Don! Don! Işığını ve kameranı yere 2 metre ilerine tut. Orada. Birkaç metre daha. Yerde ne var? “

Luke, Don’a doğru döndü, ve ışığını onunla aynı yere doğrulttu. Ondan yaklaşık 3 metre uzakta, bütün bu karmaşanın ortasında, bir yığın kilim gibi duran bir beden, yayılarak oturmuştu.

“Bu bir beden,” dedi Don. “Lanet olsun.”

Luke yaklaştı ve ışığını tuttu. İri biriydi, güvenlik görevlisi üniformasına benzeyen bir şey giymişti. Luke bedenin yanına çömeldi. Yerde kara bir leke vardı, sanki bir arabanın motorundan akan yağ gibi. Bedenin kafası yana dönük, Luke’a doğru bakıyordu. Gözlerinin üstünde hiçbir şey kalmamıştı, alnında bir krater vardı adeta. Luke kafasının arkasına elini uzattı, çok daha küçük bir delik eline geliyordu. Kalın eldivenlere rağmen bulabilmişti.

“Ne var Luke?”

“Büyük bir erkek, 18-30 yaş arası, Arap, Persli, veya muhtemelen Akdeniz kökenli. Oldukça fazla kan var. Kafasının arkasında ve önünde, silahlı saldırıya uygun giriş ve çıkış yaraları var. Bir infaz gibi görünüyor. Belki başka bir görevli, belki de arkadaşlarıyla tartışmaya girmiş bir şüpheli olabilir.”

“Luke,” dedi, Newsam. “Alet kemerinde küçük bir parmak izi tarayıcısı mevcut. Onu çıkarıp adamdan parmak izi almaya çalış.”

“Bunun mümkün olduğunu sanmıyorum.” dedi, Luke.

“Hadi, adamım. Biliyorum eldivenler hantal ama tarayıcı tam nerede biliyorum, sana tarif edebilirim.”

Luke kamerasını adamın sağ eline doğrulttu. Parmakları kökünden yırtılarak sökülmüştü. Diğer eline göz attı. O da aynı haldeydi.

“Parmak izlerini de parmaklarla götürmüşler.” dedi.

5. Bölüm

Luke ve Don, kendi kıyafetlerini geri giymiş halde, NYPD terörle mücadeleden şık giyinen adamla birlikte hastane koridorundan hızla yürüyorlardı. Luke adamın ismini bile öğrenmemişti. Onu üç-parça olarak hatırlıyordu. Luke bu adama emirlerini vermek üzereydi. Bir şeyler olmasını istiyorlardı, bunun için onlar ile işbirliği içinde olmalılardı.

Luke idareyi eline alıyordu, hep yaptığı gibi. Don’a bir bakış attı, ve Don onaylarcasına kafasını salladı. Don bu yüzden onu getirmişti, idareyi alması için. Don her zaman söylerdi, Luke oyun kurucu olmak için doğmuştu.

“Her kata Geiger sayaçları istiyorum,” dedi, Luke. “İnsanların görebileceği yerlerden uzak tutun. Yerin altında, altı kat inene kadar hiç radyasyona rastlamadık, ama yukarı çıkmaya başlarsa binadaki herkesin hızlıca dışarıya çıkması şart.”

“Hastanede yaşam destek sistemine bağlı hastalar var.” dedi  Üç-Parça. “Onların hareket etmesi zor.”

“Doğru. O yüzden şimdi bu lojistik sorununu planlayın.”

“Tamam.”

Luke devam etti. “Aşağıya tehlikeli madde elbiseli takım yollamamız gerekiyor. O ceset her ne kadar radyoaktivite bulaşmış olsa da oradan çıkarılmalı, ve bu son derece hızlı yapılmalı. Temizlik, biz cesedi çıkarana kadar bekleyebilir.”

“Anlaşıldı.” dedi Üç-Parça. “Kurşunla kaplanmış bir tabuta koyarız, ve radyasyon korumalı bir kamyonun içinde adli tabibe ulaştırırız.”

“Bu kimsenin haberi olmadan yapılabilir mi?”

“Tabii ki.”

“Diş kayıtları, DNA, yaralar, dövmeler, ve ameliyat izlerinden doğru —veya artık ne bulabilirsek, bir eşleşme bulmalıyız. Bu bilgilere ulaştığın anda bunları takımımıza, Trudy Wellington’a ulaştır. Onun sizinkilerin erişemediği bazı veri tabanlarına erişimi mevcut.”

Luke telefonunu çıkardı ve hızlı arama yoluyla birini aradı. Karşıdaki ilk çalışta telefonu açtı.

“Trudy, neredesin?”

“Swann’la birlikte Beşinci Cadde’de bizim araçlardan birinde arkada oturuyorum ve komuta merkezimize doğru yoldayım.”

“Dinle, burada…” Üç-Parça’ya baktı. “Senin ismin ne?”

“Kurt. Kurt Meyerson.”

“Burada NYPD’den Kurt Meyerson benimle. Terörle mücadele biriminden. Cesedi getirecekler. Diş, DNA ve diğer kayıtlarla ilgili onunla iletişime geçeceksin. Bu adamın ismini, yaşını, geldiği ülkeyi ve kökenini, tanıdığı insanları, her şeyi bilmek istiyorum. Son altı aydır nerelere gitmiş, neler yapıyormuş. Bütün bunlara dün ihtiyacım vardı.”

“Tamamdır, Luke.”

“Harika. Teşekkür ederim. Kurt’ü veriyorum, sana kendi telefon numarasını verecek.”

Luke telefonu Kurt’e verdi.

Üç adam birkaç çift kanatlı kapıdan hiç yavaşlamadan geçtiler. Kurt telefonu Luke’a geri verdi.

“Trudy? Hala orada mısın?”

“Hiç başka bir yerde olur muyum?”

Luke beğendi ve kafasını salladı. “Güzel. Bir şey daha. Hastanenin kameraları kapalıydı ama bu mahallenin her tarafında kameralar kayıt almış olmalı. Komuta merkezine döndüğünde, bizimkilerden birkaç kişiyi de al. Beş blok yarıçapında bulabildiğiniz her şeye erişmelerini sağla, mesela saat 20:00’den 01:00’e kadar bütün videoları çek. Bu süre içerisinde hastaneye yaklaşan bütün kargo araçlarını ve ticari araçları incelemek istiyorum. En önceliği küçük/hafif kargo araçlarına ve ticari araçlara ver, mesela ekmek arabaları, sosisli arabaları, veya ona benzer, diğerleri. Küçük, kullanışlı, kapalı, ve küçük boyutlu yük taşıyabilecek araçlar. Tırlar, otobüsler veya inşaat araçlarına daha az önem ver ama onları da atlama. Karavanlar, pikap araçlar ve cipler de en az önem taşıyan tip. Bu araçların kamera sistemine takıldığı haliyle, plakalarını, ve bu araçların kağıt üstündeki sahiplerini istiyorum. Eğer kuşku uyandırıcı bir şey bulursan, bu araçlar için araştırmanın çapını genişlet, ve nereye gittiğini bul.

“Luke,” dedi, “bunun için birkaç kişiden daha fazlasına ihtiyacım var.”

Luke iki saniyeliğine düşündü. “Tamam. Evde yatan birilerini uyandır, ÖMT karargahına gitmelerini sağla ve plaka bilgilerini yolla. Ruhsat bilgilerini oradan kontrol edebilirler.”

“Anladım.”

Telefonu kapattılar. Luke içinde bulunduğu ana geri döndü, ve yeni bir düşünce geldi aklına. Kurt Meyerson’a baktı.

“Tamam, Kurt. İşte en önemli şey. Hastanenin kapatılması lazım. Bu gece vardiyası olan işçiler toplanmalı ve yalnız başlarına tutulmalılar. İnsanlar konuşacaktır, bunu anlarım, ama bunu olabildiğince medyadan uzak tutmalı, ellerine düşmesine izin vermemeliyiz. Eğer bu medyaya malzeme olursa panik başlar, polise yüzbinlerce sahte ne olduğu belirsiz ihbar gelir ayrıca kötü adamlar bütün bu sorgulamanın gidişatını medyadan izleyebilir hale gelirler. Bunun olmasına izin veremeyiz.”

Bir çift kanatlı kapıyı daha iterek geçtiler ve hastanenin ana lobisine gelmişlerdi. Giriş salonunun ön yüzü tamamen camdan yapılmıştı. Birkaç tane güvenlik görevlisi kilitlenmiş ön kapıların yanında duruyordu.

Dışarıda hınca hınç bir grup vardı. Bir grup gazeteci kaldırımdaki polis engelini itercesine yaslanıyordu. Fotoğrafçılar camlara yaslanmış, giriş salonunun fotoğraflarını çekiyorlardı. Onlarca haber kanalının kamyonları caddede park yeri bırakmamıştı. Luke bunları izlerken, üç farklı TV muhabiri hastanenin önünde haberi veriyorlardı.

“Ne diyordun?”

6. Bölüm

Saat 05:10

Bir panelvanın içinde


Eldrick hastaydı.

Bir kamyonetin içerisinde, arka koltukta, kollarıyla dizlerini sarmış oturuyor, kendini nasıl bir şeyin içerisine soktuğunu düşünüyordu. Hapishanede kötü şeyler görmüştü ama hiçbiri buna benzemiyordu.

Ezatullah, onun önünde, telefonda konuştuğu kişiye Farsça bir şeyler söylüyor, bağırıyordu. Ezatullah saatlerdir birilerini arıyor, telefonla görüşüyordu. Sarf ettiği kelimeler Eldrick’e hiçbir şey ifade etmiyordu. Eldrick için bir dile benzemiyordu. Baş rollerden Ezatullah, Londra’da kimya mühendisliği eğitimi almış, bir iş bulmak yerine savaşa katılmıştı. Otuzlu yaşlarının ilk yarısında, yanağında boydan boya bir yara izi, onu söyletmek içindi bu, yarım düzine ülkeye cihat ilan etmişti—ve Amerika’ya da bunun için gelmişti.

Telefonlar aradığı kişiye bağlanana kadar tekrar tekrar bağırdı. O kişiye ulaştığında tekrar bağırdı ve bu, aynı şekilde sarf edilen cümlelerin ilkiydi. Birkaç dakika sonra sakinleşti ve dinledi. Ve sonra telefonu kapattı.

Eldrick’in yüzü kızarmıştı. Ateşi vardı. Vücudunun yandığını hissedebiliyordu. Kalbi hızla çarpıyordu. Kusmamıştı, ama birazdan o da olacak gibiydi. İki saatten fazla bir süredir Güney Bronx’taki randevu noktasında bekliyorlardı. Basit bir şey olması gerekiyordu. Malzemeyi çal, kamyoneti on dakika kullan, temasta olduğun kişilerle buluş, ve yoluna devam et.

Şimdi onlar… bir yerdelerdi. Eldrick bilmiyordu. Bir süreliğine kendinden geçmiş, bayılmıştı. Şimdi uyanıktı, ancak her şey bulanık bir rüya gibiydi. Bir anayoldalardı. Aracı Momo kullanıyordu, yani o nereye gittiklerini biliyor olmalıydı. Teknoloji uzmanı olan Momo, çelimsiz bir şeydi, tam bu işe uygun gözüküyordu. O kadar gençti ki pürüzsüz yüzünde tek bir çizgi dahi yoktu. Cennetin kapıları buna bağlı olsa bile, sakal uzatamazmış gibi görünüyordu.

“Yeni emirlerimiz var,” dedi Ezatullah.

Eldrick sızlandı, ölmüş olmayı diliyordu. Bu kadar hasta olmanın mümkün olduğunu düşünmemişti.

“Bu arabadan inmeliyim,” dedi Eldrick.

“Sus, Abdul!”

Eldrick unutmuştu: şimdi ismi Abdul Malik’ti. Kendisine Abdul denilmesi garibine gidiyordu; o, Eldrick, gururlu bir siyahiydi, hayatının çoğunda gururlu bir Amerikalıydı. Şimdi o kadar hasta hissediyordu ki; adını keşke hiç değiştirmemiş olsaydı. Cezaevinde din değiştirmek şimdiye kadar yapmış olduğu en aptalca şeydi.

Bütün o pislik arkadaydı. Çok fazla vardı, her çeşit teneke kutu ve kap. Bazısı dışarı sızıyordu, ve şimdi bu şeyler onları öldürüyordu. Bibi çoktan ölmüştü. Aptal, henüz depodan ayrılmadan bu kutulardan birini açmıştı. Çok güçlüydü ve kapağı çevirerek açıvermişti. Neden yaptı ki? Eldrick, onu kutuyu elinde tutarken gözünde canlandırabiliyordu. “Burada bir şey yok,” demişti. Daha sonra kutuyu burnuna götürdü.

Bir dakika geçmeden öksürmeye başladı. Dizlerinin üzerine çökmüştü. Daha sonra ellerini de yere koydu, öksürüyordu. “Ciğerlerimde bir şey var,” demişti. “Çıkaramıyorum.” Nefessiz kalmış, hava almak için savaşıyor gibiydi. Bu ses korkunçtu.

Ezatullah ona doğru yürüdü ve onu kafasının arkasından vurdu.

“İnan bana, ona iyilik yaptım.” demişti.

Şimdi, kamyonetleri bir tünelden geçiyordu. Tünel, uzun, ince ve karanlıktı, turuncu tünel ışıkları, kayıp gidiyordu. Işıklar Eldrick’in başını döndürüyordu.

“Bu arabadan inmeliyim!” diye bağırdı. “İnmeliyim! İnme…”

Ezatullah arkasını döndü. Silahını çıkarmıştı. Eldrick’in başına doğrulttu.

“Sessiz ol! Telefondayım.”

Ezatullah’ın kesikli yüzü kıpkırmızı olmuştu. Terliyordu.

“Beni de Bibi gibi öldürecek misin?”

“İbrahim benim arkadaşımdı.” dedi Ezatullah. “Ona acıdığım için öldürdüm. Seni susturmak için öldürürüm.” Silahın namlusunu Eldrick’in kafasına dayamıştı.

“Vur. Umurumda değil.” Eldrick gözlerini kapattı.

Gözlerini tekrar açtığında, Ezatullah arkasını dönmüştü. Hala tüneldelerdi. Işıklar çok geliyordu. Bir bulantı dalgası geçti Eldrick’in içinden, derinliklerden gelen bir spazm her yanını sarmıştı. Midesi kasıldı ve boğazında asit hissetti. Öne doğru eğildi ve ayakkabılarının arasına kustu.

Birkaç saniye geçti. Pis koku yüzüne doğru vurmuştu, perişan haldeydi.

Ah Rabbim, sessizce yalvardı. Lütfen al şu canımı.

7. Bölüm

Saat 05:33

Doğu Harlem, Manhattan’ın ilçesi


Luke nefesini tuttu. Yüksek sesler pek sevdiği şeyler değildi, ve oldukça berbat yükseklikte bir ses geliyordu.

Harlem’deki eski ve bakımsız bir apartmanın ruhsuz ve kasvetli ışığının altında tamamen hareketsiz durdu. Silahı kılıfından çıkarmıştı, sırtı duvara yaslanıyordu. Hemen arkasında, Newsam tamamen aynı şekilde duruyordu. Önlerinde, bu dar koridorda, kasklı ve yelekli yarım düzine özel tim elemanı apartmandaki bir evin kapısının iki tarafına dizilmişlerdi.

Назад Дальше