Ancak şimdi tahtında yalnız başına oturan Gareth, kılıcın yerleştirileceği demir çubuklara bakarken, kendinden o kadar da emin değildi. Yapmak üzere olduğu şeyin ağırlığı omuzlarına çökmüştü; bunun geri dönüşü olmayacaktı. Peki ya gerçekten başarısız olursa? Bunu aklından uzaklaştırmaya çalıştı.
Odanın büyük kapısı gıcırdayarak açıldı ve odadaki tüm insanlar heyecanlı bir sessizliğe büründü. Kalenin en güçlü askerlerinden oluşan bir düzine adam, tuttukları kılıcın ağırlığı altında sallanarak odaya girdi.
Kılıcın yaklaşmasını izleyen Gareth’ın kalbi hızlandı. Kısa bir an için, kendine olan güveni sarsıldı—şimdiye dek görmüş olduğu en iri on iki adam bile kılıcı zar zor tutabilmişken, kendisinin hiç şansı var mıydı? Ancak bu düşünceleri aklından uzaklaştırdı. Neticesinde, kılıç güçle değil, kaderle ilgiliydi. MacGiller’in ilk doğan oğlu olarak Kral olmanın kendi kaderi olduğunu hatırlamaya çalıştı. Kalabalığın içinde Argon’u aradı. Nedense aniden onu bulmak gibi bir arzuya kapılmıştı. Şuan ona en çok ihtiyaç duyduğu zamandı. Nedense başka kimseyi düşünemiyordu. Ancak elbette, Argon ortalarda yoktu.
Sonunda, kılıcı taşıyan on iki adam odanın ortasına ulaştı ve kılıcı demir çubukların üzerine yerleştirdi. Kılıç, odada yankılanan bir çınlama sesiyle yerine yerleşti ve tüm oda da sessizliğe gömüldü.
Kalabalık içgüdüsel olarak ikiye ayrıldı ve Gareth’ın ilerlemesi için yol açtı.
Gareth, tüm ilginin tadını çıkararak tahtından yavaşça kalktı. Tüm gözlerin, üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Yaptığı her hareketin incelenerek, büyük bir ilgiyle izlendiği böyle bir anın bir daha gelmeyeceğini biliyordu. Küçüklüğünden beri bu anı defalarca hayal etmişti ve işte şimdi o an gelmişti. Bu sürecin ağır ağır ilerlemesini istiyordu.
Her adımın keyfini çıkararak, tahtın basamaklarından indi. Ayakları altındaki yumuşacık halının üzerinde yürüyerek, kılıca biraz daha yaklaştı. Sanki bir rüyada gibiydi. Daha önce bu halının üzerinde birçok kez yürümüş ve o kılıcı milyonlarca kez kaldırmış gibi hissetti.
Nasıl olacağını zihninde canlandırdı. Cesur bir şekilde ilerleyecek, tek eliyle uzanacak ve halkı, önünde eğilirken, kılıcı başının üzerine kaldıracaktı. Herkesin soluğu kesilecek ve onu, Seçilmiş Kişi olarak, şimdiye kadar hüküm sürmüş MacGil krallarının en önemlisi olarak ilan edeceklerdi. Sevinç gözyaşları dökeceklerdi. Korkudan sineceklerdi. Bu olaya şahit edebildikleri için Tanrı’ya şükredeceklerdi. Bir tanrı gibi ona tapacaklardı.
Gareth, kılıca yaklaştı, şimdi sadece birkaç adım uzaktaydı ve içten içe titrediğini hissetti. Kılıcı daha önce birçok kez görmüş olmasına rağmen, güzelliği karşısında afalladı. Daha önce kılıca bu kadar yaklaşmasına hiç izin verilmemişti ve bu onu şaşırttı. Etkileyiciydi. Kimsenin çözemediği bir malzemeden yapılmış olan uzun parlak kılıcın kabzası ipek bir kumaşla sarılıydı ve her çeşit mücevher ve şahin armasıyla süslenmişti. Bu, Gareth’ın, o güne dek görmüş olduğu en süslü şeydi. Kılıca bir adım daha yaklaştığında, ondan yayılan güçlü enerjiyi hissetti. Zar zor nefes alıyordu. Sadece birkaç saniye içinde kılıç avuçları arasında olacaktı. Tüm dünyanın görmesi için onu yukarıya kaldıracaktı ve kılıç güneş ışığında parlayacaktı.
Uzandı ve sağ elini kabzanın üzerine yerleştirdi, parmaklarını yavaşça etrafına sardı. Üzerindeki her mücevheri, her girintiyi hissedebiliyordu. Avucundan koluna, oradan da tüm bedenine yoğun bir enerji yayıldı. Daha önce hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu. Bu, onun anıydı.
Gareth riske girmeyecekti. Diğer eliyle de kabzayı kavradı. Gözlerini kapattı, solukları düzensizleşti.
Lütfen Tanrım, kaldırmama izin ver. Bana bir işaret ver. Benim, Kral olduğumu göster. Hükmetmek için doğduğumu göster.
Gareth, bir cevap, bir işaret ve doğru anı bekleyerek, sessizce dua etti. Ancak tüm krallık izlerken saniyeler geçti ve Gareth, hiçbir şey duymadı.
Sonra, aniden, kaşlarını çatarak kendisine bakan babasının yüzünü gördü.
Gareth, bu görüntüyü zihninden silmek isteyerek dehşet içinde gözlerini açtı. Kalbi hızla atmaya başladı ve bunun korkunç bir işaret olduğunu hissetti.
Şimdi ya da asla…
Eğildi ve tüm gücüyle kılıcı kaldırmaya çalıştı. Tüm bedeni titreyinceye kadar, tüm gücüyle mücadele etti.
Kılıç kımıldamadı bile.
Gareth, daha çok çaba harcadı. Sonunda fark edilir bir şekilde inliyor ve çığlık atıyordu.
Dakikalar sonra, yere yığıldı.
Kılıç bir milim bile oynamamıştı.
Gareth yere düşerken, insanlar şaşkınlıkla soludu. Birkaç danışmanı, iyi olup olmadığını görmek için yardımına koştu ve Gareth onları şiddetle uzaklaştırdı. Utanmış bir halde kendi kendine ayağa kalktı.
Gururu kırılan Gareth, onun için ne düşüneceklerini görmek için halkına baktı.
Çoktan arkalarını dönmüş, odadan çıkıyorlardı. Gareth, onların yüzündeki hayal kırıklığını görebiliyor, onların gözünde, sadece başka bir başarısızlık örneği olduğunu hissedebiliyordu. Şimdi her biri, Gareth’ın, gerçek bir kral olmadığını biliyordu. O, Seçilmiş olan MacGil değildi. Gareth bir hiçti. Sadece, tahta el koymuş olan bir başka prensti.
Gareth, utançtan kızardığını hissetti. Daha önce, o andaki kadar yalnız hissetmemişti. Çocukluğundan beri hayal etmiş olduğu her şey bir yalandı. Bir rüyaydı. Kendi masalına inanmıştı.
Ve bu, onu kahretmişti.
ALTINCI BÖLÜM
Gareth, kılıcı kaldırmadaki başarısızlığı yüzünden sersemlemiş bir halde odasında dolanıyordu. Uyuşmuş gibiydi. Yedi nesildir hiçbir MacGil’in kaldıramamış olduğu kılıcı, Hanedan Kılıcı’nı kaldırmaya teşebbüs etmek gibi bir aptallık yapmış olduğuna inanamıyordu. Neden atalarından daha iyi olacağını düşünmüştü ki? Neden farklı olacağını zannetmişti ki?
Bilmesi gerekirdi. Dikkatli olmalı, kendini gözünde büyütmemeliydi. Sadece babasının tahtına sahip olmakla yetinmeliydi. Neden daha fazlasını zorlamak zorundaydı ki?
Şimdi tüm insanlar, onun Seçilmiş Kişi olmadığını biliyordu; bunun yüzünden hükümdarlığı zarar görecekti; belki de babasının ölümü için ondan şüphelenmelerine zemin hazırlayacaktı. Şimdiden herkesin, sıradaki kralın gelmesine kendilerini hazırlıyorlarmış gibi, daha farklı baktığını görüyordu.
Daha da kötüsü, hayatında ilk kez, Gareth kendine güvenmiyordu. Tüm hayatı boyunca, kaderinin ne olduğunu biliyordu. Babasının yerini almak, hükmetmek ve kılıcı kullanmak için doğduğundan emindi. Ama şimdi güveni tamamen yerle bir olmuştu. Artık hiçbir şeyden emin değildi.
En kötüsü ise, kılıcı kaldırmadan hemen önce gördüğü babasının yüzünü zihninden silemiyordu. Bu onun intikamı mıydı?
“Aferin,” diyen alaycı bir ses duyuldu.
Gareth arkasını döndü ve odada başka birisinin olduğunu görünce şaşırdı. Sesi anında tanıdı; yıllar geçtikçe aşina olduğu ve hor gördüğü bir sesti. Karısının sesiydi.
Helena.
Odanın uzak bir köşesinde durmuş, afyon piposunu tüttürürken, kocasını inceliyordu. Dumanı derin bir şekilde içine çekti, ardından yavaşça üfledi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Gareth, onun çok uzun bir süredir afyon çekmekte olduğunu görebiliyordu.
“Burada ne işin var?” diye sordu.
“Ne de olsa burası benim zifaf odamdı,” diye yanıtladı Helena. “Burada istediğim her şeyi yapabilirim. Ben senin karınım ve kraliçenim. Unutma. Ben de bu krallığa senin kadar hükmediyorum. Ve bugünkü fiyaskondan sonra, hükmetmek terimini takriben kullanacağım.”
Gareth’ın yüzü kıpkırmızı oldu. Helena, en uygunsuz anlarda küçücük bir darbeyle ona saldırmanın bir yolunu her zaman bulmuştu. Gareth, ondan hiç hoşlanmıyordu. Onunla evlenmeyi kabul etmiş olduğuna hala inanamıyordu.
“Öyle mi?” diye sataştı, öfkeyle karısına doğru yürüyerek. “Benim Kral olduğumu ve karım olsan da olmasan da krallığımdaki diğer herkes gibi seni de hapse attırabileceğimi unutma, fahişe.”
Helena, alaycı bir şekilde güldü. “Peki ya sonra? Yeni halkın cinsel faaliyetlerini merak etmez mi? Hayır, sanmıyorum. Gareth’ın entrikalarla dolu dünyasında bu olmaz. İnsanlar tarafından nasıl algılandığını herkesten çok önemseyen bir adamın zihninde olmaz.”
Karısının önünde duran Gareth, tehdidi gördü ve onunla tartışmanın hiçbir işe yaramayacağını fark etti. Bu yüzden, ellerini yumruk yaparak sessizce bekledi. “İstediğin nedir?” diye sordu yavaşça, düşüncesizce bir şey yapmamak için kendini kontrol etmeye çalışarak. “Bir şey istemediğin sürece bana gelmezsin.”
Helena, alaycı bir şekilde kahkaha attı. “İstediğim ne olursa olsun alacağım. Senden bir şey istemek için gelmedim. Sana bir şey söylemek için geldim. Tüm krallık, kılıcı kaldırmadaki başarısızlığına şahit oldu. Bu bizi nasıl bir duruma sokuyor?”
“Biz mi?” diye sordu Gareth, Helena’nın nereye varacağını merak ederek.
“Halkın, benim her zaman bildiğim şeyi öğrendi: senin bir başarısızlık olduğunu. Senin Seçilmiş Kişi olmadığını. Tebrikler. En azından artık bu, bir resmiyet kazandı.”
Gareth kaşlarını çattı. “Babam da kılıcı kullanma konusunda başarısız olmuştu. Ama bu, Kral olarak hükmetmesine engel olmadı.”
“Ama kral olarak konumunu etkiledi,” diye çıkıştı Helena. “Her anını.”
“Eğer beceriksizliklerim yüzünden mutsuzsan,” diyerek burnundan soludu Gareth, “neden buradan gitmiyorsun? Terk et beni! Bu evlilik komedisinden vazgeç. Şimdi Kral benim. Artık sana ihtiyacım yok.”
“Bu konuyu açtığına sevindim,” dedi Helena, “çünkü buraya gelmemin sebebi tam olarak bu. Evliliğimizi resmi olarak sonlandırmanı istiyorum. Boşanmak istiyorum. Sevdiğim biri var. Gerçek bir erkek… Senin şövalyelerinden biri… O bir savaşçı. Birbirimize gerçekten aşığız. Şimdiye kadar sahip olduğum hiçbir aşka benzemiyor. Beni boşa ki bu ilişkiyi gizlilik içinde sürdürmekten kurtulabileyim. Aşkımızı herkesin öğrenmesini istiyorum. Ve onunla evlenmek istiyorum.”
Gareth, göğsüne bir hançer saplanmış gibi hissederek, şaşkınlıkla karısına baktı. Helena neden gün yüzüne çıkmak zorunda kalmıştı ki? Hem de şimdi? Bu, Gareth için çok fazlaydı.
Hiç istemese de, Helena’ya karşı derin duygular beslediğini fark ederek şaşırdı, çünkü karısının boşanmak istediğini duymak ona bir şeyler yapmıştı. Onu üzmüştü. Karısından boşanmak istemediğini fark etmesini sağlamıştı. Boşanmak isteyenin kendisi olması bir şeydi, bunu karısının istemesi ise başka bir şeydi. Karısının, istediğini bu kadar kolayca elde etmesini istemiyordu.
Hepsinden önemlisi, bir boşanmanın, konumunu nasıl etkileyeceğini merak ediyordu. Boşanmış bir Kral çok fazla soruya neden olacaktı. Gareth, bu şövalyeyi kıskandığını hissetti. Karısının, erkekliğine laf etmesi yüzünden kızmıştı. İntikam istiyordu. Her ikisinden de.
“İstediğini elde edemezsin,” diye tersledi. “Sen bana bağlısın. Sonsuza kadar karım olarak kalacaksın. Seni asla serbest bırakmayacağım. Ve eğer beni aldattığın bu şövalye ile karşılaşacak olursam, onu idam ettiririm.”
Helena öfkeyle karşılık verdi. “Ben senin karın değilim! Sen benim kocam değilsin. Bizimki kutsanmış bir birliktelik değil. Güç için düzenlenmiş olan bir ortaklık. Bundan tiksiniyorum. Gerçekten evlenebilme şansımı yitirmeme neden oldu.”
Helena soluklandı, öfkesi artıyordu. “Ya benden boşanacaksın ya da tüm krallığa senin nasıl bir adam olduğunu göstereceğim. Kararını ver.”
Gareth’a arkasını dönerek kapıya doğru yürüdü ve kapıyı arkasından kapatmaya tenezzül bile etmeden odadan çıkıp gitti.
Tüm bedeni ürperen Gareth, karısının ayak seslerinin yankısını dinleyerek, odasında tek başına durdu. Tutunabileceği sağlam bir dalı kalmış mıydı?
Karşısındaki açık kapıyı izlerken, içeri başkasının girdiğini görünce şaşırdı. Oldukça tanıdık olan bu yüzü gördüğünde, daha Helena ile yaptığı konuşmayı ve onun tehditlerini sindirmeye vakit bulamamıştı. Her zamanki gibi sekerek yürümeyen Firth’ün yüzünde suçluluk dolu bir ifade vardı.
“Gareth?” diye seslendi, güvensiz bir sesle.
Gareth, irileşmiş gözlerle kendisine bakan Firth’ün ne kadar kötü hissettiğini görebiliyordu. Kötü hissetmeli de zaten, diye düşündü. Sonuçta, kılıcı kaldırması fikrini veren, onu ikna eden ve daha büyük biri olduğuna inanmasını sağlayan kişi de Firth’tü. Onun imaları olmasa, kim bilir? Belki de Gareth kılıcı kaldırmaya asla kalkışmazdı.
Öfkeyle Firth’e doğru döndü. Nihayet tüm öfkesini yöneltecek birini bulmuştu. Sonuçta, babasını öldüren de oydu. Tüm bu karmaşanın içine girmesine neden olan kişi de yine aptal bir seyis yamağı olan Firth’tü. Şimdi Gareth, MacGil soyu için sadece başarısız mirasçılardan biri olmuştu. “Senden nefret ediyorum,” dedi öfkeyle. “Şimdi ne sözler vereceksin? Kılıcı kaldıracağıma dair verdiğin güvenceye ne oldu?”
Son derece gergin görünen Firth yutkundu. Konuşamadı. Belli ki söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. “Özür dilerim, Lordum,” dedi. “Yanılmışım.”
“Birçok şey hakkında yanıldın,” diye tersledi Gareth.
Gerçekten de, Gareth bu konuda ne kadar çok düşünürse, Firth’ün ne kadar yanılmış olduğunu daha çok fark ediyordu. Aslında, Firth olmasaydı, babası bugün hala yaşıyor olurdu ve Gareth, bu karmaşayı yaşamazdı. Krallığın tüm yükü omuzlarında olmaz, hiçbir şey yanlış gitmezdi. Gareth, Kral olmadığı, babasının hayatta olduğu o basit günlere özlem duydu. Her şeyi eski haline döndürmek için apansız bir arzu hissetti. Ama yapamazdı. Ve tüm bunlar için suçlayacağı kişi Firth’tü.
“Burada ne arıyorsun?” diye sordu tekrar.
Firth, boğazını temizledi. “Hizmetçilerin fısıldadığı bazı söylentiler duydum. Erkek ve kız kardeşinin sorular sorduğuna dair. Hizmetçilerin kaldığı yerde görülmüşler. Cinayet silahı için atık borusunu inceliyorlarmış. Babanı öldürmek için kullandığım hançer için.”
Firth’ün sözleri karşısında Gareth’ın bedeni buz kesti. Şaşkınlık ve korkudan donup kalmıştı. Bu gün daha da kötüleşebilir miydi? Boğazını temizledi. “Peki, ne bulmuşlar?”
Firth, başını salladı. “Bilmiyorum, Lordum. Tek bildiğim bir şeyden şüphelendikleri.”
Gareth, karşısındaki adamdan bir kez daha nefret etti. Eğer beceriksizce davranmasaydı, silahtan doğru düzgün kurtulmuş olsaydı, Gareth bu durumda olmazdı. Firth, onu savunmasız bırakmıştı.
“Bunu sadece bir kez söyleyeceğim,” dedi Gareth, son derece sert bir yüzle Firth’e yaklaşarak. “Seni bir daha görmek istemiyorum. Beni anlıyor musun? Huzurumdan ayrıl ve bir daha geri gelme. Seni buradan uzakta bir yere göndereceğim. Bir daha bu kalenin içine adım atacak olursan, seni tutuklatacağımdan emin olabilirsin. ŞİMDİ DEFOL.”
Gözleri dolan Firth, arkasını döndü ve odadan koşarak çıktı, ayak sesleri o gittikten çok sonra bile hala yankılanıyordu.
Gareth, başarısız girişimini düşünmeye geri döndü. Kendisi için büyük bir felakete neden olmuş gibi hissetmesine engel olamıyordu. Sanki kendisini bir uçurumdan atmış ve şu andan itibaren sadece çöküşüyle yüzleşecekmiş gibi hissediyordu.
Babasının odasındaki sessizliğin içinde, titreyerek, ne başlatmış olduğunu merak ederek, zemine kök salmış gibi öylece duruyordu. Daha önce hiç bu kadar yalnız, bu kadar güvensiz hissetmemişti.