Şeref Yemini - Морган Райс 6 стр.


“Leydim,” dedi Kolk, “müthiş bir suçluluk duygusu içindeyim. Thor’a, Reece’e ve diğerlerine yalnız başlarına İmparatorluk’a doğru yola çıkmalarına izin vermemeliydik. İçimizden daha fazla insan onlarla gitmek için gönüllü olmalıydı. Eğer onlara bir şey olursa, bu benim suçum olacak.”

“Bu, onların kendi seçimleriydi,” diye yanıtladı Gwen. “Onlar onurlu bir arayış içindeydiler. Gitmesi gerekenler gitti. Suçluluk hissetmenin kimseye bir yararı yok.”

“Ama eğer Kılıç’la birlikte vaktinde dönmezlerse ne olacak?” diye sordu Srog. “Andronicus’un kapımıza dayanması an meselesi gibi görünüyor.”

“O zaman biz de direnerek savaşırız,” dedi Gwen kendinden emin bir şekilde. Yanındakileri rahatlatmak için sesine elinden geldiğince cesaret katmaya çalışıyordu. Diğer komutanların dönerek ona baktıklarını gördü.

“Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz,” diye ekledi. “Gerilemek veya teslim olmak diye bir şey olmayacak.”

Komutanların bu sözlerden etkilendiğini görebiliyordu. Sesinin tonu kendisini bile etkilemişti. İçinden yükselen güç, onu bile şaşırtmıştı. Bu, babasının ve yedi kuşak hükmetmiş olan MacGil krallarının gücüydü.

Yürümeye devam ettiler. Aniden yolun sola doğru keskin bir şekilde döndüğünü gördüler. Gwen köşeyi dönünce aniden durdu. Gördüğü manzara soluğunu kesmişti.

Silesia tam karşısındaydı.

Genç bir kızken babasının onu buraya gezmeye getirdiğini hatırladı. O zamandan beri rüyalarına giren ve onu büyüleyen bir yerdi burası. Şimdi, genç bir kadın olarak baktığında bile, hâlâ soluğu kesiliyordu.

Silesia, Gwen’in hayatında gördüğü en olağandışı şehirdi. Binaların ve sur duvarlarının tümü, gözün gördüğü her şey antik ve parlak kırmızı taşlardan yapılmıştı. Gökyüzüne doğru dimdik uzanan yüksek korkuluk duvarlarıyla ve kulelerle dolu olan Üst Silesia anakara üzerinde kurulmuştu. Aşağı Silesia’ysa Kanyon’un yan cephesinde inşa edilmişti. Kanyon’un türbülanslı sisleri ansızın bastırır, orayı çepeçevre sararak kırmızı taşların ışık altında parlamasına ve ışıldamasına neden olur ve oraya sanki bulutların üzerinde inşa edilmiş gibi bir hava verirdi.

Silesia’nın siperlerinin taçlandırdığı ve sıra sıra pek çok duvarın arkadan desteklediği sur duvarları yüz ayak yüksekliğindeydi. Saray tam bir kaleydi. Herhangi bir ordu bir şekilde onun duvarlarını aşsaydı dahi, yine de tepelerin eteklerinden geçerek şehrin alt yarısına inmesi ve Kanyon’un bir ucunda savaşması gerekirdi. Bu kesinlikle istilacı bir ordunun savaşmak istemeyeceği türden bir savaş olurdu. Şehir o yüzden binlerce yıldan beri ayakta kalabilmişti.

Gwen’in adamları durdular. Hepsinin solukları kesilmişti. Gwen onların da huşu içinde olduklarını hissedebiliyordu.

İlk kez, içini bir iyimserlik duygusu kapladı. Burası onların, Gareth’tan uzakta yaşayabilecekleri ve savunabilecekleri bir yerdi.  Burada hüküm sürebilirdi. Belki, ama belki, MacGil krallığı burada yeniden ayağa kalkabilirdi.

Srog da ellerini beline koymuş, kendisi de ilk kez görüyormuş gibi durmuş, gururla parıldayan gözlerle, şehrini seyrediyordu.

“Silesia’ya hoş geldiniz.”

BÖLÜM ALTI

Thor şafak sökerken gözlerini açtı. İlk gördüğü şey, okyanusun devasa tepeler halinde yükselip inen ve güneşin ilk ışıklarının kucakladığı yumuşak dalgaları oldu. Tartuvian’ın açık sarı suları sabahın pusuyla ışıl ışıl parlıyordu. Gemileri suyun üzerinde sessizce inip çıkarak ilerliyordu. Sadece gövdesine vuran dalgaların sesi duyuluyordu.

Thor doğrularak çevresine bakındı. Bitkinlikten gözleri zor açılıyordu. Gerçekten de hayatında kendisini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Günlerdir denizdeydiler ve dünyanın bu yanı çok farklıydı. Hava nemden o kadar ağırlaşmış ve ısı o derece yükselmişti ki, ciğerlerine hava yerine sel gibi akan bir ırmak çekiyormuş gibi geliyordu ona. Bu da onu halsiz bırakıyor, kollarını ve bacaklarını ağırlaştırıyordu. Kendisini Summer’a gelmiş gibi hissediyordu.

Thor etrafında bir göz gezdirdi ve normal olarak her vakit şafaktan önce kalkan arkadaşlarının hepsinin güvertede yığılmış bir şekilde uyumakta olduklarını gördü. Her vakit uyanık olan Krohn bile, onun yanında uyumaktaydı. Ağır tropik hava onları çok etkilemişti. Kimsenin dümenin başında durduğu yoktu, bundan günlerce önce vaz geçmişlerdi. Dümenin başında durmanın bir anlamı yoktu: yelkenleri dinamik batı rüzgârına teslim olmuştu ve bu okyanusun büyülü gelgiti sürekli olarak gemilerini tek bir yöne doğru çekiyordu.  Bir kaç kez rotalarını değiştirmek istemişlerdi ama faydasızdı. Kaderlerinde sanki tek bir yere doğru gitmek vardı. O yüzden, hepsi Tartuvian sularının onları kendi istediği yere götürmesine boyun eğmişlerdi.

Zaten İmparatorluk’ta gitmemiz gereken yerin ne bile bilmiyoruz, diye düşündü Thor. Gelgit bizi bir şekilde karaya attığı takdirde, diye hesapladı, o kadarı bizim için yeterli olur.

Tam o sırada Krohn ağlamaya benzer bir iniltiyle ayaklandı ve eğilerek Thor’un yüzünü yaladı. Thor elini torbasına daldırarak, geriye kalan son kuru et parçasını ona verdi ama hayvanın her zamankinin aksine eti onun elinden kapmadığını görünce şaşırdı. Krohn önce boş torbaya, sonra da anlamlı bir şekilde Thor’a baktı. Yiyeceğini almakta tereddüt ediyordu. Thor, hayvanın son parçayı ona bırakmak istediğini anladı.

Bu davranış Thor’u çok duygulandırmıştı. O yüzden eti arkadaşının ağzına tıkarak ısrar etti. Thor kısa bir süre sonra yiyeceklerinin biteceğini biliyordu ve bir an önce karaya çıkabilmek için dua ediyordu. Bu yolculuğun daha ne kadar süreceği hakkında hiç fikri yoktu; ya aylarca sürerse? Ne yiyeceklerdi?

Buralarda güneş erkenden doğuyor ve dünyayı parlak ve güçlü ışınlarıyla aydınlatmaya çok erken saatlerde başlıyordu. Sis, yanıp tutuşan suların üzerinde yayılmaya başlayınca, Thor ayağa kalkarak pruvaya gitti.

Orada durarak bakışlarıyla etrafı taradı. Sisin yayılmasını seyrederken, güverte de altında hafif hafif sallanıyordu. Ufukta aniden ince bir hat halinde beliren karayı fark edince, hayal gördüğünü sanarak gözlerini kırpıştırdı. Nabzı deli gibi atmaya başladı. Evet, bu bir karaydı. Gerçek bir kara!

Kara olağandışı bir şekle sahipti: denize doğru bir saman tırmığı gibi, uzun ve dar iki yarımada halinde uzanıyordu.  Sis kalkmaya başlayınca, Thor sağına ve soluna baktı ve sadece elli metre kadar ötede, iki kara şeridinin her iki yanlarında uzanmakta olduğunu görünce şaşırdı. Uzun bir koyun tam ortasına doğru çekilmişlerdi.

Thor bir ıslık çalarak Lejyon kardeşlerini uyandırdı. Sendeleyerek ayağa kalktılar ve telâşla güverteye, onun yanına gelerek etrafa bakındılar.

Soluklarını tutarak bu manzarayı seyrettiler; sahiller Thor’un o güne kadar gördüğü en egzotik sahillerdi. Denize kadar uzanan sık ağaçlı ormanlarla kaplıydı. Ağaçlar öyle sıktı ki, gerilerinde ne olduğunu görmek mümkün değildi. Thor yükseklikleri otuz ayağı bulan ve denize doğru eğilmiş, devasa eğrelti otları, gökyüzüne ulaşmak ister gibi yükselen mor ve sarı renkli ağaçlar gördü. Her taraftan o güne kadar hiç duymadıkları sesler geliyordu. Tanımadıkları türden hayvanların, kuşların ve böceklerin hırıltıları, haykırışları ve şakımalarıydı bunlar…

Thor güçlükle yutkundu. Esrarengiz bir hayvanlar krallığına giriyor gibiydiler. Buradaki her şey çok farklıydı; havanın kokusu bile değişikti, yabancıydı. Onlara Halka’yı hatırlatan hiç bir şey yoktu burada. Diğer Lejyon üyeleri dönüp birbirleriyle bakıştılar. Thor onların gözlerinden bir tereddüdün geçtiğini fark etti. O sık ormanda onları ne gibi yaratıkların beklediğini merak ediyorlardı şüphesiz…

Ama bir seçenekleri yoktu. Akıntı onları buraya getirmişti, İmparatorluk’un topraklarına girmek için burada gemiden inmeleri gerektiği apaçık ortadaydı.

“Buraya gelin!” diye haykırdı O’Connor.

Hepsi birden O’Connor’un yanında durduğu parmaklıklara doğru koştular. O’Connor eğilerek suyu işaret etti. Orada, geminin yanında yüzmekte olan, parlak mor renkli, on ayak uzunluğunda ve yüzlerce bacağı olan devasa bir böcek vardı. Dalgaların altında ışık saçan bu yaratık, aniden kaçar gibi suyun yüzeyine çıktı. Aynı anda binlerce minik kanat vızıldamaya başladı. Böcek bir süre suyun hemen üstünde uçtuktan ve bir süre yüzeyde kaldıktan sonra yeniden suya daldı. Sonra bütün bunları bir kere daha tekrarladı.

Onu böyle seyrederlerken, yaratık aniden havalandı ve onların göz hizasına gelerek, dört kocaman yeşil gözüyle onlara bakmaya başladı. Tıslayınca hepsi birden istemsiz olarak irkilerek geriye doğru zıpladılar ve ellerini uzatıp kılıçlarına davrandılar.

Elden öne doğru atılarak kılıcını yaratığa doğru salladı. Ama vurmasına fırsat kalmadan, böcek sulara dalmıştı bile.

Gemi aniden bir sarsıntıyla karaya oturup durunca, Thor ve diğerleri uçarak güverteye çakıldılar.

Geminin kenarından aşağıya bakınca Thor’un yüreği daha da hızla atmaya başladı; altlarında binlerce sivri uçlu, parlak mor renkli küçük kayalardan oluşan dar bir sahil vardı.

Kara! Başarmışlardı.

Elden çıpaya doğru gitti. Hepsi birlikte onu kaldırıp kenardan aşağıya attılar. Teker teker zincire tutunup aşağıya indiler ve sahile atladılar. Thor inerken Krohn’u Elden’a vermişti.

Ayağı yere değince Thor bir iç çekti. Karaya indiği ve sağlam toprağa ayak bastığı için kendisini öyle iyi hissediyordu ki… Bir daha gemiye hiç binmese, hiç dert edinmeyecekti…

Hepsi birden ipleri yakalayıp, gemiyi ellerinden geldiğince sahile çektiler.

“Gelgit onu alıp götürür mü dersiniz?” diye sordu Reece, gemiye bakarak.

Thor da baktı; gemi sahilde emniyette gibi duruyordu.

“Bu çıpayla mümkün değil,” dedi Thor.

“Gelgit onu alamaz,” dedi O’Connor. “Ama birilerini onu alıp götürür mü, asıl sorun bu.”

Thor son bir kez daha gemiye baktı ve arkadaşının doğru söylediğini anladı. Kılıç’ı bulsalar bile, geri döndüklerinde boş bir sahille karşılaşabilirlerdi.

“O zaman geriye nasıl döneriz?” diye sordu Conval.

Thor, attıkları her adımla köprüleri yakmakta olduklarını düşünmeden edemedi.

“Bir yolunu buluruz,” dedi Thor. “Ne de olsa, İmparatorluk’ta başka gemiler de vardır, öyle değil mi?”

Thor, arkadaşlarını temin etmek için otoriter görünmeye çalışıyordu. Ama içinden kendisi de pek emin değildi. Bu yolculuğun uğursuz olduğuna giderek daha çok inanmaya başlamıştı.

Hepsi birden tek beden gibi dönüp sık ormana baktılar. Burası gerisinde karanlıklar olan ve yeşil yapraklardan oluşan bir duvar gibiydi. Hayvanların sesleri etraflarında tam bir kakofoni halinde yükseliyordu. Sanki İmparatorluk’ta yaşayan tüm canavarlar bir araya gelerek çığlık çığlığa onları selamlıyordu.

Veya ikaz ediyordu.

*

Thor ve diğerleri bu sık ve tropik ormanda yan yana ve tedirgin bir şekilde ilerlediler. Her biri tetikteydi. Çevredeki bu hayvanların ve böceklerin orkestra halindeki bağırış ve çağırışları öylesine yüksekti ki, Thor kafasını toparlayıp düşünmekte zorluk çekiyordu. Buna rağmen yaprakların gerisindeki karanlığa baktığında bu yaratıkların hiç birini göremiyordu.

Krohn da hırlayarak hemen yanından onu takip ediyordu. Tüyleri sırtında diken diken kabarmıştı. Thor onun bugüne kadar bu kadar uyanık ve tetikte olduğunu görmemişti. Silah arkadaşlarına baktı ve her birinin ellerinin kılıçlarının üzerinde durduğunu gördü. Onlar da tetikteydi.

Saatlerdir yürüyorlar, ormanın daha da derinlerine giriyorlardı. Hava daha da ısınıyor ve daha da ağırlaşıyordu. Kırık dalların izini takip ederek, bir zamanlar bir grup kişi tarafından kullanılmış olduğu belli olan bir yoldan gidiyorlardı. Thor bu yolun Kılıç’ı çalan kişilerin kullandığı yol olması için dua ediyordu.

Thor başını kaldırıp huşu içinde doğayı seyretti: burada her şey destansı bir boyuta sahipti. Her bir yaprak onun bedeni kadar büyüktü. Kendisini devler ülkesindeki bir böcek gibi hissediyordu. Bir ara, yaprakların arasında hışırdayan bir şey görür gibi oldu ama bunun ne olduğunu anlayamadı. Birilerinin onları gözlediği gibi bir hisse kapılmıştı.

Önlerinde uzanan yol aniden yapraklardan oluşan bir duvarla sona erdi. Hepsi birden durup, şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar.

“Ama yol nasıl böyle ortadan kaybolur?” diye bağırdı O’Connor ümitsizce.

“Kaybolmamış,” dedi Reece, yaprakları inceleyerek. “Orman kendi kendisinin içinde büyümüş.”

“Peki, şimdi hangi yoldan gideceğiz?” diye sordu Conval.

Thor dönüp çevresine bir bakış attı. O da aynı şeyi merak ediyordu. Her taraf daha da sık yapraklarla örtülüydü ve bir çıkış yolu yok gibi görünüyordu. Thor içinin karardığını hissetti. O da ne yapacağını bilemez haldeydi.

Ama aniden aklına bir fikir geldi.

“Krohn,” dedi çömelip Krohn’un kulağına fısıldayarak. “Şu ağaca tırman. Ve sonra bize bakarak hangi tarafa gitmemiz gerektiğini söyle.”

Krohn başını kaldırarak ona anlamlı bir şekilde baktı. Thor, o anda hayvanın onu anladığını hissetti.

Gövdesi on adam genişliğinde olan devasa bir ağaca doğru atıldı ve bir an bile tereddüt etmeden tırnaklarını geçirerek tırmanmaya başladı. Daha sonra, en yüksek dallardan birine çıktı. Dalın ucuna kadar gidip, kulaklarını dikti ve bakışlarını çevrede gezdirdi. Thor, Krohn’un onu anladığını her zaman hissetmişti ama şimdi öyle olduğundan kesin olarak emindi.

Krohn geriye doğru kaykıldı. Boğazından tuhaf bir pırlama sesi çıkararak, ağaçtan indi ve bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Savaşçılar ne olduğunu anlamamış gibi birbirleriyle bakıştılar ve hepsi birden dönerek Krohn’u takip etmeye başladılar. Yürüyebilmek için sık yaprakları bir kenara iterek ormanın içinde ilerlediler.

Thor birkaç dakika sonra yolun yeniden açıldığını görerek rahat bir soluk aldı. Kırılmış dallar ve ezilmiş yapraklar daha önceki grubun hangi yöne gittiği sırrını açığa çıkarıyordu. Thor eğilerek Krohn’un sırtını okşadı ve başından öptü.

“O olmasaydı, ne yapardık bilmiyorum,” dedi Reece.

“Al benden de o kadar,” diye yanıt verdi Thor.

Krohn mutlu bir şekilde ve gururla pırladı.

Bükülen ve kıvrılan yolu takip ederek, ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Etraflarını kocaman yapraklı yeni türde ağaçlar ve her biri Thor kadar büyük, rengârenk çiçekler sarmıştı. Bazı ağaçların dallarından kaya büyüklüğünde meyveler sarkıyordu.

Aniden derinden gelen bir hırıltı sesi duydular.

Conval geriye doğru sıçrayarak kılıcına sarıldı, diğerleriyse kaygılı bir şekilde birbirlerine baktılar.

Conval, “Neydi bu?” diye sordu.

“Şuradan geliyordu,” dedi Reece, ormanın farklı bir tarafını göstererek.

Hepsi birden dönerek onun gösterdiği yöne baktılar. Thor yapraklardan başka bir şey göremiyordu. Krohn, dişlerini göstererek hırlamaya başladı.

Ses giderek güçlendi ve ısrarcı bir şekilde devam etti. Nihayet, dallar hışırdamaya başladı. Thor ve diğerleri birer adım geriye gittiler ve kılıçlarını çekerek en kötü olasılığa karşı hazırlandılar.

Ormanın derinliklerinden çıkan şey, Thor’un en kötü beklentilerinin de fevkinde bir şeydi. Tam karşılarında, her birinin ucu kıskaçlı iki arka ayağı ve havada sallanan biraz daha küçükçe iki ön ayağı olan, Thor’un beş misli büyüklüğünde, peygamberdevesine benzeyen bir böcek duruyordu. Gövdesi parlak yeşil renkte ve pullarla kaplıydı. Titreşen ve vızıldayan minik kanatları, başının tepesinde iki gözü, burnunun ortasında da üçüncü bir gözü vardı. Hareket ettiğinde, boğazının altındaki başka kıskaçlar da ortaya çıktı. Onlar da titreşiyor ve açılıp kapanarak şaklar gibi bir ses çıkarıyorlardı.

Назад Дальше