Çok geçmeden, Thor’un adamları yoruldular ve artık daha yavaş bir şekilde hareket etmeye başladılar, ama dünyadan çıkıp gelen yaşayan ölüler bitmiyordu, sonu gelmeyen bir akarsu gibiydi.
Thor, diğerleri gibi zor nefes aldığını fark etti. Yaşayan ölüler mevkilerine girmeye başlamıştı ve adamları artık düşmeye başlıyordu. Çok fazlaydılar. Thor’un etrafında, yaşayan ölüler askerleri alt edip, dişlerini boğazlarına saplayıp kanlarını emerken yükselen çığlıklar vardı. Bir yaratığın öldürdüğü her bir askerle, yaşayan ölüler daha da güçlenmeye başlıyor gibiydi.
Thor derhal bir şeyler yapmaları gerektiğini biliyordu. Bununla başa çıkabilmek için büyük bir güç çağrısına ihtiyaçları vardı. Onun ya da Alistair’in sahip olduğundan çok daha güçlü bir şey.
“Argon!” dedi bir anda Thor Alistair’e. “O, nerede? Onu bulmak zorundayız!”
Thor bakınca Alistair’in yorulmaya başladığını gördü. Gücü zayıflıyordu. Bir canavar yanından geçerken sinsice onu yakaladı ve Alistair yere düştü. Çığlık atıyordu. Canavar onun üzerine çıkarken, Thor ileri atılıp kılıcını canavarın sırtına sapladı ve Alistair’i son saniyede kurtardı.
Thor tek elini uzatıp onu hemen ayağa kaldırdı.
“Argon!” diye haykırdı Thor. “O bizim tek umudumuz. Onu bulmak zorundasın. Şimdi!”
Alistair ona bildiği bir bakış fırlattı ve kalabalığa karıştı.
Bir yaratık daha araya sızdı; pençeleriyle Thor’un boğazına saldırıyordu. Krohn hemen üstüne atlayıp, onu hareketsiz hale getirdi ve yere fırlattı. Bir başka yaratık da Krohn’un sırtına saldırdı ve onu da Thor parçalayıp öldürdü.
Bir başka yaratık Erec’in sırtına atladı. Thor hemen koştu, onu oradan koparıp iki eliyle tuttu ve havaya kaldırdı; sonra, birkaç yaratığın üstüne savurarak onları da alt etti. Bir başka yaratıksa Kendrick’e saldırmıştı. Kendrick bunun geldiğini görmemişti. Dişlerini Kendrick’in omzuna sokmadan hemen önce Thor hançerini alıp boğazına yapıştırdı. Thor bunun Erec’e, Kendrick’e ve diğerlerine karşı durmayı telafi etmek için yapabileceği en küçük şey olduğunu hissetti. Yeniden onlarında tarafında, doğru tarafta savaşmak onu iyi hissettirmişti. Yeniden kim olduğunu bilmek ve kimin için savaştığını bilmek iyi gelmişti.
Rafi orada kolların iki yana açılmış heybetli bir şekilde dururken, yaratıkların binlercesi daha dünyadaki yarıktan çıkmaya devam ediyordu. Thor bunlara daha fazla karşı koyamayacaklarını biliyordu. Onlara saldırmaya hazır bir yaşayan ölü sürüsü dirsek dirseğe üstlerine doğru geliyordu. Thor kısa sürede, kendisinin ve tüm insanlarının tüketileceğinin farkındaydı.
En azından, savaşın doğru tarafında öleceğini düşündü.
İKİNCİ BÖLÜM
Romulus, onu kollarında taşırken Luanda savaşıyor ve karşı koymaya çalışıyordu. Köprüyü geçerken attıkları her adım onu anayurdundan daha da uzaklaştırıyordu. Çığlık attı, dövmeye çalıştı, tırnaklarını onun tenine geçirdi. Serbest kalabilmek için her şeyi yapmıştı. Ama Romulus’un kolları kaya gibi sağlamdı, omuzları genişti ve Luanda’yı çok sıkı bir şekilde sarmıştı. Tıpkı bir piton yılanı gibi kavramış ve öldüresiye bir şekilde sıkıştırıyordu. Luanda çok zor nefes alıyordu ve kaburgaları çok kötü ağrıyordu.
Tüm bunlara rağmen, en çok endişelendiği şey kendisi değildi. Kafasını kaldırıp baktığında, köprünün sonunda silahları hazır bir şekilde bekleyen İmparatorluk ordusunun askerlerini gördü. Hepsi de köprüye hızlıca girebilmek için Kalkan’ı indirmek konusunda endişeli görünüyorlardı. Luanda yukarı baktı ve Romulus’un giydiği tuhaf pelerin gözüne ilişti. Romulus onu taşırken pelerini titriyor ve parlıyordu. Luanda bir şekilde onun Kalkan’ı indirmesinde kendisinin kilit bir rol olabileceğini hissetti. Kendisiyle ilgili bir şey olmak zorundaydı. Yoksa neden onu zorla kaçırırdı ki?
Luanda içinde güçlü bir kararlılık hissetti. Kendini bir şekilde serbest bırakmalıydı. Sadece kendi için değil, krallığı için, insanları için yapmalıydı bunu. Romulus Kalkan’ı indirdiğinde, onu bekleyen binlerce adam köprüyü geçebilirdi. İmparatorluk ordusunun askerlerinden oluşan büyük topluluk çekirge gibi Ring’e saldıracaktı. Anayurdundan geriye kalan tüm iyi şeyleri yok edeceklerdi ve o bunun gerçekleşmesine izin veremezdi.
Luanda sahip olduğu her şeyiyle Romulus’tan nefret ediyordu. Tüm bu İmparatorluk’tan da ve en çok da Andronicus’tan nefret ediyordu. Şiddetli bir rüzgâr hızlıca yayılmıştı ve soğuk rüzgârın çıplak başına vuruşunu hissetti. Tıraşlanmış saçını hatırlayınca ve bu canavarların elinde küçük düşürülüşünü hatırlayınca sızlanıyordu. Eğer yapabilseydi hepsini teker teker öldürürdü.
Romulus onu Andronicus’un kampında tutsaklıktan kurtarınca, Luanda bu korkunç kaderinden ve Andronicus’un İmparatorluğunda bir hayvan gibi alay edilmekten kurtulduğunu düşünmüştü. Ama Romulus, Andronicus’tan bile daha kötü çıkmıştı. Köprüyü geçer geçmez, eğer ilk başta işkence etmezse hemen kendisini öldürebileceğini düşündü. Kaçmak için bir yol bulmak zorundaydı.
Romulus eğildi ve Luanda’nın saçlarını kenara iterek derin, boğazından gelen bir sesle kulağına konuştu. “Çok uzun sürmeyecek tatlım.”
Hızlı bir şekilde düşünmeliydi. Luanda bir köle değildi. O bir kralın ilk kızıydı. Onun kanında asil kan akıyordu. Savaşçıların kanı akıyordu ve hiçbirinden korkmuyordu. Hangi düşmana olursa olsun savaşmak için ne yapması gerekiyorsa yapardı. Bu düşman Romulus gibi güçlü ve kaba biri olsa da yapardı.
Luanda, kalan tüm gücünü çağırmayı denedi ve tek hızlı bir hareketle boynunu arkaya doğru kaldırıp uzanarak dişlerini Romulus’un boğazına sapladı. Tüm gücüyle ısırıyordu ve daha da sıkıca bastırıyordu dişlerini. Romulus’un kanı tüm yüzüne fışkırıp titremesiyle onu yere bırakana kadar devam etti.
Luanda dizlerinin üzerinde aceleyle hareket etti, arkasını döndü ve anayurduna giden köprü boyunca hızlıca koşmaya başladı.
Ona doğru yaklaşan ayak seslerini duyuyordu. Romulus, tahmin ettiğinden çok daha hızlıydı ve arkasına baktığında ona doğru katıksız bir öfkeyle yaklaştığını gördü.
İleriye doğru baktığında, yaklaşık sadece 6 metre ötesinde Ring anakarasını gördü ve daha hızlı koşmaya çalıştı.
Sadece birkaç adım kala, Luanda aniden omurgasında korkunç bir acı hissetti. Romulus kolunu uzatıp dirseğiyle sırtına vurmuştu. Yüzüstü toprağa çökerken sanki Romulus onu ezmişçesine bir acı hissetti.
Bir saniye sonra, Romulus onun üzerindeydi. Üzerine kapaklandı ve suratına bir yumruk geçirdi. O kadar sert vurmuştu ki, Luanda’nın tüm vücudu ters döndü ve sırtı toprağa yapıştı. Orada neredeyse bilinçsiz bir şekilde uzanırken, tüm acı çenesinden yüzüne kadar yankılanıyordu.
Luanda, kendisinin Romulus’un başının üzerine doğru kaldırıldığını hissetti ve onu fırlatmak için Romulus köprünün kenarına doğru giderken dehşetle izliyordu. Romulus orada durdu ve haykırdı. Luanda’yı fırlatmaya hazır bir şekilde başının üzerinde tutuyordu.
Luanda yukarı baktı, aşağıya doğru dik suya baktı ve hayatının sona ermek üzere olduğunu biliyordu.
Ama Romulus onu orada tutuyordu. Uçurumda, kolları titreyerek donmuş bir şekilde tutuyordu. Luanda’nın hayatı dengede asılı dururken, Romulus düşünüyor gibiydi. Açıkça görülüyor ki, öfkesinin etkisiyle onu oradan atmak istiyordu – ama hala yapamamıştı. Amacını gerçekleştirebilmesi için ona ihtiyacı vardı.
Nihayet, Luanda’yı yere indirdi. Neredeyse canını çıkaracak şekilde kollarıyla sıkıca sardı. Sonra aceleyle kanyona insanlarına doğru ilerlemeye başladı.
Bu sefer, Luanda güçsüz ve acıdan sersemlemiş bir şekilde duruyordu. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Denemişti ve başarısız olmuştu. Şimdi yapabileceği tek şey, Kanyon’a doğru taşınırken yükselip onu saran ve sonra aniden kaybolan sisin eşliğinde kaderinin ona adım adım yaklaşmasını izlemekti. Luanda sanki bir başka gezegene götürülüyormuş gibi hissediyordu. Asla geri dönemeyeceği bambaşka bir yere.
Sonunda kanyonun uzaktaki kısmına vardılar. Pelerini omuzlarının etrafında müthiş bir gürültüyle ve parlak kırmızısıyla havalanırken Romulus son adımını attı. Luanda’yı çürük bir patates gibi yere bıraktı. Luanda zemine kafasını vurarak çok sert bir şekilde çarptı ve orada öylece uzanıp kaldı.
Romulus’un askerleri köprünün ucunda bakakalmışlardı. Açıkça görülüyordu ki ileri bir adım atıp Kalkan'ın inip inmediğini kontrol etmekten korkuyorlardı.
Romulus bu durumdan sıkıldı ve askerlerden birini tutup havaya kaldırdı ve bir zamanlar Kalkan olan görünmez duvarın tam ortasına fırlattı. Asker parçalara ayrılıp öleceğini beklediği için ellerini kaldırıp haykırarak ölümü karşılıyordu.
Ama bu sefer farklı bir şey oldu. Asker havada uçarak gitti, köprüye indi ve yuvarlanmaya başladı. Yuvarlandı, yuvarlandı. Kalabalık sessizlik içerisinde durana kadar izledi. Yaşıyordu.
Asker doğruldu, dik bir şekilde oturdu ve arkasına baktı. Şok içerisindeki kalabalığa bakıyordu. Başarmıştı. Bu sadece bir anlama geliyordu: Kalkan inmişti.
Birer birer koşarlarken Romulus’un ordusundan müthiş bir kükreme yükseliyordu. Ring’e doğru akın ediyorlardı. Luanda korkudan sinmişti. Hepsi birden yanından geçerken yoldan uzak durmaya çalışıyordu. Kendi anayurduna doğru tıpkı bir fil sürüsü gibi ilerlemelerini dehşetle izliyordu.
Kendi bildiği ülkesi artık yoktu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Reece lav çukurunun kenarında dururken altında şiddetle sarsılan yüzeye inanamayarak bakıyordu. Az önce yaptığı şeyi henüz atlatabilmiş değildi. Kader Kılıcı'nı çukura taşımaktan ve kayayı serbest bırakmaktan ötürü kasları hala ağrıyordu.
Az önce Halka'daki en güçlü silahı yok etmişti. Efsane silahı, nesiller boyunca atalarının olan kılıcı, seçilmiş kişinin silahı, Kalkan'a karşı duran tek silahı yok etmişti. Eriyen ateş çukurunun içine atmıştı ve kendi gözleriyle büyük kırmızı bir ateş topuna dönüşüp eriyerek bir hiçliğe yok oluşunu izlemişti.
Sonsuza kadar yok olmuştu.
O andan itibaren yüzey sarsılmaya başlamış ve hiç durmamıştı. Reece dengesini kurmakta zorlanıyordu. O da diğerleri gibi çukurun kenarından geriye doğru çekildi. Sanki dünya etrafında parçalanıyor gibi hissediyordu. Ne yapmıştı? Kalkan'ı mı yok etmişti? Ring? Hayatının en büyük hatasını mı yapmıştı?
Reece başka seçeneği olmadığını söyleyerek kendini ikna etti. Kaya ve kılıç, bu dehşet verici yaratıklardan kaçabilmek adına duvara tırmanırken taşıyabilmeleri için çok ağırdı. Çaresiz bir durumda kalmıştı ve belki başka bir zaman çok kötü bir karar olabilecekken o an için en iyi seçenek oydu.
Bu çaresiz durumlarında bir değişiklik yoktu henüz. Reece etrafında müthiş çığlıklarla birlikte, binlerce yaratığın sinir bozucu bir şekilde dişlerini gıcırdatarak aynı anda gülmelerinden ve hırlamalarından çıkan sesler duyuyordu. Bir çakal ordusunu andırıyorlardı. Açıkça, Reece onlara karşı çok öfkelenmişti ve onlar için çok değerli olan nesneyi çalmıştı. Şimdi hepsi de kendilerini, bunu ona ödetmeye adamış gibi görünüyorlardı.
Daha önce de bunun gibi kötü durumlar yaşanmış olsa da, bu onlardan bile daha kötüydü. Reece diğerlerine baktı: Elden, Indra, O’Connor, Conven, Krog ve Serna. Hepsi de dehşet içinde lav çukuruna bakıyorlardı. Reece sonra kafasını çevirdi ve çaresizce etrafına bakındı. Binlerce Faw, her bir yönden yaklaşıyordu. Reece kılıcı kurtarmayı başarmıştı ama bunun sonrasını düşünmemişti. Kendisini ve diğerlerini tehlikeden nasıl kurtaracağını düşünmemişti. Hala etrafları tamamen sarılmış durumdaydılar ve gidecek hiçbir yerleri yoktu.
Reece bir çıkış yolu bulmada kararlıydı ve hepsinin kafasını kılıçla keserek en azından daha hızlı hareket edebilirlerdi.
Reece kılıcını çekti ve bir halka gibi sallayarak havayı deldi. Neden oturup bu yaratıkların kendilerine saldırmalarını beklesinler ki? En azından aşağıya inip savaşabilirdi.
“SALDIRIN!” diye haykırdı Reece diğerlerine.
Hepsi birden silahlarını çekti ve Reece’in arkasına toplandı. Reece lav çukurunun kıyısından hızlıca Fawların en kalabalık olduğu yere doğru ilerlerken onu takip ediyorlardı. Reece kılıcını her şekilde sallıyor ve yaratıkları sağlı sollu öldürüyordu. Onun yanında Elden, baltasını kaldırıp aynı anda iki kafa birden götürdü. O sırada O’Connor yayını çıkarmış yolda karşısına çıkanların hepsine ateş atıyordu. Indra, kendini ileri doğru atarak küçük kılıcıyla aynı anda ikisini kalbinden vurdu. Conven ise kılıçlarının ikisini de çıkarmış, deli gibi haykırıyor ve her yönden gelen Fawları vahşice öldürüyordu. Serna asasını ustaca kullanıyor ve Krog da mızrağıyla arka kanadı koruyordu.
Onlar birleşmiş bir savaş makinesiydi. Tek olarak savaşıyor ve çaresizce kaçmaya çalışırken önlerindeki kalabalığı yararak hayatları için savaşıyorlardı. Reece daha yüksek bir yüzeye çıkabilmek için oları küçük bir tepeliğe yönlendirdi.
Tepeye çıkarlarken kaydılar. Yüzey hala sallanıyordu, yokuş çamurlu ve dikti. Biraz hız kaybettiler ve o sırada birkaç Faw Reece’in üzerine atlayıp pençelerini geçirip ısırmaya başladı. Reece de hemen eğilip onları yumrukladı. Kolay pes etmiyorlardı ve Reece’e yapışmışlardı. Yine de onları başından atmayı başardı ve tekrar saldırmalarına izin vermeden kılıcı saplayarak işlerini bitirdi. Yaralanmış ve darbe almış bir halde Reece savaşmaya devam etti. Hepsi de tepeye tırmanıp bu yeren kaçabilmek için hayatları uğruna savaşmaya devam ediyordu.
Nihayet tepeliğe ulaştıklarında, Reece bir anlığına rahatladı. Orada durdu, havayı içine çekti ve uzakta önü kalın bir sis tarafından kaplanmış olan kanyon duvarını görür gibi oldu. Onun orada olduğunu biliyordu. Hayatlarını kurtarabilmek için oraya varmak zorunda olduklarını biliyordu.
Reece omuzlarının üzerinden arkaya baktı ve binlerce Fawun tepeye doğru koştuklarını gördü. Uğuldayarak, dişlerini gıcırdatarak ve her zamankinden güçlü ve korkunç bir şekilde ses çıkararak geliyorlardı. Onların kaçmalarına izin vermeyeceklerini biliyordu.
“Ya ben ne olacağım?” diye bir haykırış deldi geçti havayı.
Reece dönüp baktığında arka tarafta Centra’yı gördü. Fawların liderinin yanında boğazına bıçak tutulmuş bir şekilde tutsak edilmişti.
“Beni bırakmayın!” diye çığlık attı. “Beni öldürecekler!”
Reece orada alevler saçarcasına gergin bir şekilde duruyordu. Tabi ki, Centrawas haklıydı. Onu öldüreceklerdi. Onu orada bırakamazdı, Reece’nin onur anlayışına aykırıydı. Her şeyden öte, Centra ihtiyaç duydukları yardımı onlara etmişti.
Reece orada duruyordu. Tereddütteydi. Başını çevirdi ve uzakta çıkış yolları olan kanyon duvarını gördü.
“Onun için geri dönemeyiz!” dedi Indra, heyecanlı bir şekilde “Hepimizi öldürecekler!”
O sırada ona doğru yaklaşan bir Faw-u tekmeleyerek geriye itti. Sırtının üzerinden kayarak aşağıya düştü.
“Kendi hayatlarımızı kurtarabilirsek şanslı sayılırız!” dedi Serna.
“O bizden biri değil!” dedi Krog. “Grubumuzu onun için tehlikeye atamayız!”