Alistair, hızını ikiye katladı. Tüm gücüyle koşuyordu. Ciğerleri titremeye devam ederken yaşayan ölülerden birisi yüzüne saldırıp koluna bir başka darbe vurup kanatmıştı. Onlarla savaşmak için durmadı. Argon’u bulmak zorundaydı.
Onu en son gördüğü yere, Rafi ile savaşırken sarf ettiği çaba sonucu güçsüz düştüğü o yöne doğru koşuyordu. Rafi’nin onu öldürmemiş olmasını diledi. Öldürmemiş olmalıydı ki onu uyandırabilsin ve kendisiyle birlikte tüm insanları yok edilmeden önce savaşı kazanabilsinler.
Önünde bir yaşayan ölü daha belirdi. Avucunu kaldırdı ve beyaz bir ışık topunu tam göğsüne saplayıp onu alt etti.
Beş tanesi daha ortaya çıktı ve tekrar avucunu kaldırdı. Ama bu sefer sadece bir ışık topu çıkartabildi. Diğer dört tanesi de ona yaklaşıyordu. Şaşırarak güçlerinin sınırlı olduğunu fark etti.
Alistair, ona doğru yaklaştıkça kendini saldırıya karşı hazırladı. Öfkeli bir ses duyup Krohn’u görebilmek için yukarı baktığında, yanına gelip dişlerinin boğazına geçirmek üzereydiler. Yaşayan ölü bu sesle birlikte Krohn’a yöneldi ve Alistair fırsatı yakalamıştı. Bir tanesinin boğazına dirseğini geçirip onu alt etti ve koşmaya devam etti.
Alistair çaresiz bir şekilde kaosun ortasına doğru ilerliyordu. Hortlaklar sayıca artıyordu her dakika. İnsanları artık geri çekilmeye başlamıştı. Eğilerek ve sürünerek yoluna devam ederken, sonunda küçük bir alana vardı. Argon’u gördüğünü hatırladığı alandı burası.
Alistair hemen çaresizce etrafı kolaçan etti. Nihayet, bütün cesetlerin arasında onu buldu. Orada öylece uzanıyordu. Zemine düşmüş ve bir topun içine yatıyordu. Küçük bir alandaydı ve belli ki diğerlerini uzak tutabilmek için bir çeşit büyü yapmıştı. Bilinçsizdi ve Alistair onun yanına gelirken hala yaşıyor olmasını diliyordu.
Yakınlaştıkça, Alistair kendini kuşatılmış gibi hissetti. Büyülü kalkanı koruyordu onu. Yanına çömeldi ve derin bir nefes aldı. Nihayet etrafındaki savaştan güvende bir yere gelmiş, fırtınanın gözlerinde bir süreliğine rahatlığı bulmuştu.
Ama Argon’a bakınca dehşetle doldu. Orada gözleri kapalı bir şekilde nefes almadan yatıyordu. Bir anda panikledi.
“Argon!” diye bağırdı. Titreyerek omuzlarını silkiyordu elleriyle. “Argon, benim. Alistair! Uyan! Uyanmak zorundasın!”
Etrafında dehşet bir savaş gerçekleşirken, Argon orada cevap vermeden uzanıyordu.
“Argon, lütfen!” Sana ihtiyacımız var. Rafi’nin büyüsüne karşı koyamayız. Senin sahip olduğun güçlere sahip değiliz. Lütfen, geri dön. Ring için. Gwendolyn için. Thorgrin için.”
Alistair onu tekrar sarstı ama hala bir tepki yoktu.
Çaresizce düşünürken aklına bir fikir geldi. İki avucunu da onun göğsüne yasladı, gözlerini kapatıp odaklandı. İç enerjisini, artık içinde ne kadarı kaldıysa, çağırmayı denedi. Yavaş yavaş ellerinin ısındığını hissetti. Gözlerini açtığında, avuçlarından mavi bir ışığın çıktığını gördü. Tüm göğsüne ve omuzlarına yayılıyordu. Kısa sürede bütün bedenini kapladı. Alistair bir zamanlar öğrendiği hastalığı iyileştirmek için kullanılan eski bir büyü kullanıyordu. Onu yavaş yavaş tüketiyordu ve enerjinin vücudunu terk ettiğini hissedebiliyordu. Zayıfladıkça, Argon’un geri dönmesini umut ediyordu.
Harcadığı güçten dolayı yere, Argon’un yanına yığıldı. Hareket etmek için çok zayıf durumdaydı.
Bir hareket hissetti. Argon’un kımıldamaya başladığını görünce heyecanla doldu.
Argon kalktı ve ona döndü. Gözlerini Alistair’i korkutan bir derinlikle doluydu. Argon Alistair’e ifadesizce baktı. Sonra doğruldu, asasını aldı ve ayaklandı. Bir elini uzatıp Alistair’i tuttu ve hiç çaba harcamadan onu ayağa kaldırdı.
Argon elini tutunca, tüm enerjisinin tekrar geriye geldiğini hissediyordu.
“O nerede?” diye sordu Argon.
Ama Argon cevabını beklemedi. Sanki nereye gitmesi gerektiğini biliyor gibiydi. Arkasını dönüp asası yanında savaşın en yoğun olduğu yere doğru yöneldi.
Alistair, Argon’un askerlerin içine dalmaktan çekinmediğini anlayamamıştı. Sonradan sebebin farkına vardı. Giderken etrafına büyülü bir çember kurmuştu. Her taraftan saldıran yaşayan ölüler, o çemberin içine giremiyordu. Alistair, Argon korkusuzca yürürken ona yakın duruyordu. Sanki güneşli bir günde bayırda gezinirmiş gibi hiç zarar görmeden savaşın içerisinde ilerliyorlardı.
İki tanesi savaş alanında karşılarına çıktı ama argon sessizliğini bozmadı. Uzun beyaz pelerini ve kapüşonuyla Alistair’in yetişmekte zorlandığı bir hızla ilerliyordu.
Nihayet, savaşın tam orta yerinde, meydanda Rafi’ye karşı durdu. Rafi hala orada bekliyordu. Binlerce yaşayan ölüyü, yerdeki yarıktan çağırırken iki kolunu iki yana açmış, gözlerini arkaya yatırmış bir şekilde duruyordu.
Argon bir avucunu başının üstüne kaldırdı, içini gökyüzüne doğrulttu ve gözlerini genişçe açtı. “RAFI!” diye meydan okurcasına haykırdı.
Tüm bu gürültüye rağmen, Argon’un haykırışı savaş alanını delmiş ve tepelerde yankılanmıştı.
Argon haykırınca, aniden bulutlar yukarıda parçalanmaya başladı. Gökyüzünden beyaz bir ışık huzmesi uçarak tam Argon’un avucunun içerisine geldi. Sanki cennetle bağlantı kuruyormuş gibiydi. Işık huzmesi giderek büyümeye başladı. Bir tornado gibi savaş alanını sarıyor ve etrafındaki her şeyi kapsıyordu.
Sonra muhteşem bir rüzgâr ve olağanüstü vınlama sesi gibi bir gürültü yayıldı. Alistair, altındaki yüzey çok daha şiddetli bir şekilde sallanırken olanları inanamayarak izliyordu. O yerdeki kocaman yarık tam tersi yönde hareket etmeye ve yavaş yavaş kendini kapatmaya başlamıştı.
Kendi kendine kapanırken, düzinelerce yaşayan ölü yukarı çıkmaya çalışırken feryat ediyor ve parçalanıyordu.
Saniyeler içerisinde, yüzlerce yaşayan ölü yarık daha da küçüldükçe kayarak düşmeye devam ediyordu.
Yüzey son bir kez daha yerinden sarsıldı ve sonra oldukça sabit bir hale geldi. Yarık nihayet kapatmıştı kendini. Yüzey sanki hiçbir şey olmamış gibi yeniden bir bütün olmuştu. Yaşayan ölülerin o havayı dolduran korkunç feryatları, yerin altında sessizliğe gömülmüştü.
Sonra buz gibi bir sessizlik oldu. Savaşta anlık bir sersemlik ile herkes durmuş olanları izliyordu.
Rafi haykırarak bakışlarını Argon’a yöneltti.
“ARGON!” diye haykırdı.
Bu iki dev titan için son savaş anı gelmişti.
Rafi açık meydana doğru koştu, Kırmızı asasını havada tutuyordu. Argon bir an bile tereddüt etmedi ve Rafi’yi karşılamak için saldırıya geçti.
İkisi tam ortada buluştu. İkisi de asalarını kafalarının üzerinde tutuyordu. Rafi asasını Argon’a indirdi ve argon da bunu engellemek için kendi asasını kaldırarak karşılık verdi. İkisi tam buluştuğunda parlak büyük beyaz bir ışık yükseldi. Argon karşı atak yaptı ama Rafi engel oldu.
İleri geri hareket ettikçe, atışa karşı atış, saldırıya karşı direnişle sürerken beyaz ışıklar her yerde savruluyordu. Yüzey onların her saldırısıyla birlikte sallanıyor ve Alistair havadaki devasal enerjiyi hissedebiliyordu.
Sonunda, Argon kendi açıklığını buldu, asasını aşağıdan yukarı doğru salladı ve böylece Rafi’nin asasını paramparça etti.
Yer tekrar çok şiddetli bir şekilde sarsıldı.
Argon bir adım geri attı, asasını iki eliyle başının üstüne kaldırdı ve tam Rafi’nin göğsüne doğru sapladı.
Rafi’den çok korkunç bir inleme sesi duyuldu. Çenesi açık kalırken ağzından binlerce yarasa fışkırıyordu. Gökyüzü bir anlığına simsiyah oldu. Cennetten gelen kalın siyah bulutlar Rafi’nin başının üzerine toplanmış ve yere doğru girdap gibi dönmekteydi. Bulutlar onu tamamıyla içine aldı ve yukarı doğru hızla çekti. Rafi havaya doğru çekilirken korkunç feryatlar ediyordu. Alistair’in hayal bile etmek istemediği bir kadere doğru yol alıyordu.
Argon orada öylece durdu. Çok zor nefes alıyordu. Her şey sessizliğe gömüldüğünde ve Rafi artık ölmüştü.
Yaşayan ölü ordusu feryatlara başladı, bir anda hepsi birden Argon’un gözleri önünde parçalara ayrılıyordu. Hepsi de kül yığınlarına dönüşüyordu. Kısa zamanda savaş alanı, Rafi’nin kötücül büyülerinden kalan binlerce kül yığını ile dolmuştu.
Alistair savaş alanını inceledi ve sadece bir mücadelenin savaşın sol bölgesinde devam etmekte olduğunu gördü. Meydanın karşısında, kardeşi Thorgrin babası Andronicus ile savaşıyordu. Bu savaşın sonunda, bu kararlı iki adamdan birinin hayatını kaybedeceğini biliyordu: Babası ya da kardeşi. Sağ kalacak olan kişinin kardeşi olmasını diledi.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Luanda, Romulus’un ayaklarında yerde uzanırken, dehşet içinde İmparatorluk askerlerinin köprüyü işgal edip sevinç çığlıklarıyla Ring’e doğru geçişlerini izliyordu. Anayurdunu işgal ediyorlardı. Orada oturup izlemekten ve bu olanların kendi suçu olup olmadığını düşünmekten başka bir seçeneği yoktu. Kendine engel olamıyordu ama sanki Kalkan'ın indirilmesinden kendini sorumlu hissediyordu.
Luanda kafasını çeviri ufka baktı. Sonu gelmeyen İmparatorluğu gördü ve kısa sürede milyonlarca İmparatorluk sürüsünün akın edeceğini biliyordu. İnsanları bitmişti artık, Ring bitmişti. Her şey sona ermişti.
Luanda gözlerini kapattı ve tekrar tekrar başını salladı. Gwendolyn’e ve babasına karşı çok sinirli olduğu bir zaman vardı ve o zaman Ring’in yıkılmasını izlemekten zevk duyabilirdi. Ama bütün fikirleri değişmişti. Andronicus’un ihanetinden ve ona yaptıklarından sonra; başını tıraş ettikten, kendi insanlarının önünde onu darp ettikten sonra değişmişti fikirleri. Güç için kendi içinde ne kadar naif olduğunu ve yanlış düşündüğünü fark etmesini sağlamıştı. Artık, o eski hayatını geri alabilmek için her şeyi verirdi. Şimdi tek istediği huzur ve mutlulukla dolu bir hayattı. Artık hırs ya da güç için çabalamıyordu, artık hayatta kalmak ve yanlış şeyleri düzeltmek istiyordu.
Ama olanları izledikçe artık çok geç olduğunu anladı. Artık o sevgili anayurdu yok olmak üzereydi ve yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Luanda, kahkahayla ve hırlamayla karışık bir ses duydu ve yukarı baktı. Romulus, elleri kalçalarında olanları izliyor ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uzun törpülenmiş dişlerini göstererek orada duruyordu. Kafasını arkaya attı ve güldü ve güldü. Halinden memnundu.
Luanda onu öldürmeyi arzuladı. Eğer elinde bir hançer olsaydı direk kalbine saplardı. Ama onu biliyordu, ne kadar yapılı olduğunu ve her şeye ne kadar dayanıklı olduğunu biliyordu. Hançer büyük ihtimalle bir delik bile açamazdı.
Romulus aşağı dönüp ona baktı ve gülümsemesi yüzünde ekşimeye döndü.
“Şimdi” dedi, “Seni yavaşça öldürmenin sırası”
Luanda değişik bir çarpışma sesi duydu ve Romulus’un belinde silahını çıkarmasını izledi. Kısa bir kılıca benziyordu ama dar konik bir ucu vardı. Kötücül bir silahtı, işkence için yapılmış gibiydi.
“Çok ama çok acı çekeceksin” dedi Romulus.
Silahını indirirken Luanda sanki her şeyi engelleyecekmiş gibi elleriyle yüzünü kapattı. Gözlerini kapatıp inlemeye başladı.
İşte o an çok garip bir şey oldu. Luanda inlerken onun inlemesinin yankısından bile büyük bir inleme duyuldu. Bir hayvanın inlemesiydi bu. Bir yaratık. İlkel bir kükreme. Hayatı boyunca duyduğu her şeyden çok daha kuvvetli ve yankılanan bir sesti. Gök gürültüsü gibi gökyüzünü parçalara ayırıyordu.
Luanda gözlerini açtı ve hayal kurup kurmadığını görmek için yukarı baktı. Sanki Tanrı’nın kendisi inliyormuş gibi bir ses çıkıyordu.
Romulus da buz kesilmiş, gökyüzüne bakıyordu. Şaşkındı. Yüzündeki ifadeden, Luanda gerçekten bir şeyin olduğunu söyleyebilirdi, hayal kurmuyordu.
İkinci defa bu inleme tekrar duyuldu. İlkinden çok daha korkunçtu. Öylesine bir vahşilik ve güç yankılanıyordu ki Luanda bunun sadece bir şey olabileceğini fark etti.
Bir ejderha.
Gökyüzü parçalara ayrılırken, Luanda dehşet içinde iki devasal ejderhanın kafasının üzerinde kükremesini izledi. Şimdiye kadar gördüğü en büyük ve en korkutucu yaratıklardı. Güneşi karartıyor ve üstlerine doğru gölge olurken günü geceye çeviriyorlardı.
Romulus’un silahı ellerinden düştü ve ağzı şok içerisinde açık kaldı. Belli ki, böyle bir şeye daha önce tanıklık etmemişti. Özellikle yere bu kadar yakında ve kafalarına neredeyse 7 metre yakınlıkta uçan iki ejderha görmediği açıktı. Büyük kuyrukları altlarından sallanıyor ve tekrardan inledikçe sırtlarını kabartıp kanatlarını genişçe açıyorlardı.
İlk başta, Luanda kendini onlar tarafından öldürülmeye hazırladı. Ama yukarıdan hızla uçuşlarını izledikçe ve arkalarında bıraktıkları rüzgârı hissedince başka bir yere gittiklerini fark etti: Kanyonun ardına. Ring’e.
Ejderhalar askerlerin Ring’e doğru geçtiklerini görmüş ve Kalkan'ın indiğini fark etmiş olmalılar. Bunun da onların ring’e girebilmek için tek şansları olduğunu anlamışlar demek ki.
Ejderhalardan birisi ağzını açıp köprüdeki adamların üstüne çullanıp ateş püskürttü. Luanda olanları izliyor ve geriliyordu.
Yüzlerce İmparatorluk askerinin çığlıkları yükseldi ve haykırışları üzerlerine gelen büyük bir ateş duvarı şeklide göklere çıkıyordu.
Ejderhalar uçmaya devam etti. Köprüyü geçerken ateş püskürüyorlar ve Romulus’un tüm adamlarını öldürüyorlardı. Sonra Ring’e doğru uçmaya ve köprüye giren her İmparatorluk adamına arka arkaya ateş dalgası göndererek yok etmeye devam ettiler.
Dakikalar içerisinde, köprüde ya da Ring’in anakarasında İmparatorluktan kimse kalmamıştı.
Köprüye doğru yol alan, geçmek üzere olan ya da yolda duran hiçbir İmparator adamı devam etmeye cesaret edememişti. Onun yerine, geri kaçmaya ve gemilere geri koşmaya başladılar.
Romulus adamlarını izlemeye dönmüştü. Öfkeliydi.
Luanda orada oturmuş, buz gibi kesilmişken bunun tek şansı olduğunu fark etti. Romulus’un dikkati dağılmıştı. Geri dönmüş ve adamların peşinden gidip onları köprünün başına çekmeye çalışıyordu. Bu Luanda’nın anıydı.
Luanda ayağa kalktı, kalbi çok hızlı çarpıyordu. Geri dönüp köprüye doğru koşmaya başladı. Sadece birkaç önemli saniyesinin olduğunun farkındaydı. Eğer şanslıysa belki, sadece belki, Romulus fark etmeden yeteri kadar hızlı koşup diğer tarafa ulaşabilirdi. Eğer diğer tarafa ulaşırsa, anakaraya varması belki de Kalkan'ı tekrar yerine getirirdi.
Denemek zorundaydı. Ya şimdi ya da asla.
Luanda koştu ve koştu, o kadar zor nefes alıyordu ki düşünemiyordu bile. Bacakları titriyordu. Ayaklarının üzerinden tökezledi, bacakları ağır geliyordu, boğazı kurumuştu, devam ettikçe kolları düşüyordu, soğuk rüzgâr çıplak başına vuruyordu.
Daha da hızlı koştu, daha hızlı. Kalbi kulaklarından atıyordu. Kendi nefesinin sesi tüm dünyasını dolduruyor ve her şey belirsiz bir hale geliyordu. İlk haykırışı duyana kadar köprü boyunca iyi bir 50 metrelik alan gitmişti.
Romulus. Belki ki, kaçtığını fark etmişti.
Hemen arkasından atlar üzerinde yaklaşan adamların sesi geldi. Köprü boyunca onun peşinden geliyorlardı.
Luanda adamların kendine çok yaklaştıklarını fark edince hızını iyice artırdı. Ejderhalar tarafından yakılan ve bazılarından hala duman çıkan İmparatorluk adamlarının hepsinin cesetlerini geçiyor ve onlardan uzak durmaya çalışıyordu. Arkasından gelen at sesleri daha da artmaya başladı. Omzunun üzerinden arkasına baktı ve mızraklarını yukarıya kaldırdıklarını gördü. O an Romulus’un onu öldürmeyi amaçladığını biliyordu. Biliyordu, saniyeler içerisinde o mızraklar sırtına saplanacaktı.