Lütfen, Tanrım. Zihnim o kadar karışık ki. Halkımı en iyi şekilde nasıl koruyacağımı bana göster. Guwayne’i en iyi şekilde nasıl koruyacağımı bana göster. Bana nasıl büyük bir hükümdar olacağımı göster.
“Dualar güçlü bir şeydir,” diye bir ses geldi.
Gwen bu sesi duyduğu anda rahatlamış olarak hemen arkasına döndü. Orada, bir kaç adım ötede, Argon duruyordu. Beyaz başlıklı pelerini içindeydi ve elinde asası, Gwen yerine ufka bakıyordu.
“Argon, cevaplara ihtiyacım var. Lütfen. Bana yardım et.”
“Her zaman cevaplara ihtiyacımız vardır,” diye cevap verdi Argon. “Ancak bunlar her zaman kolay gelmez. Hayatlarımız yaşanmak içindir. Geleceği her zaman önceden bilemeyiz.”
“Ama bunun ne olduğu hissedilebilir,”dedi Gwendolyn. “Bütün o okuduğum kehanetler, bütün tomarlar, Halka’nın tarihi—hala gelmekte olan büyük bir karanlığa işaret ediyor. Bana söylemelisin. Ne olacak?”
Argon dönüp ona baktı, gözleri alev alev, daha önce gördüğünden daha karanlık ve daha ürkütücüydü.
“Evet,” diye yanıt verdi.
Cevabının kesinliği Gwendolyn’i her şeyden daha çok korkuttu. O, Argon, daima bilmece gibi konuşan birisiydi.
Gwen içinden titredi.
“Buraya, Kraliyet Sarayı’na gelecek mi?”
“Evet,” diye yanıtladı.
Gwen içini daraltan korkunun derinleştiğini hissetti. Aynı zamanda, başından beri kendi inancının doğru olduğunu ve bu konuda yanılmadığını hissediyordu.
“Halka tahrip olacak mı?” diye sordu.
Argon ona baktı ve ağır ağır başıyla onayladı.
“Sana söyleyebileceğim sadece bir kaç şey kaldı,” dedi. “Eğer istersen, bu onlardan biri olabilir.”
Gwen uzun bir süre derinliğine düşündü. Argon’un sözlerinin kıymetli olduğunu biliyordu. Ancak bu gerçekten bilmeye ihtiyaç duyduğu bir şeydi.
“Söyle bana,” dedi.
Argon sonsuzluk gibi gelen bir süre için dönüp ufku gözden geçirirken derin bir nefes aldı.
“Halka tahrip edilecek. Bildiğin ve sevdiğin her şey silinip yok olacak. Şimdi üzerinde durmakta olduğu yer yanan kor ve külden başka bir şey olmayacak. Bütün halka kül olacak. Senin ulusun ortadan kalkacak. Bir karanlık geliyor. Tarihimizdeki herhangi bir karanlıktan daha büyük bir karanlık.”
Gwendolyn onun sözlerindeki gerçeğin içinde yankılandığını hissetti, onun sesinin tınısının iliklerinde çınladığını duydu. Söylediği her sözün gerçek olduğunu biliyordu.
“Benim halkım bunu görmüyor,” dedi sesi titreyerek.
Argon omzunu silkti.
“Sen Kraliçesin. Bazen güç kullanılması gerekir. Sadece insanın düşmanlarına karşı değil. Ama insanın kendi halkına karşı bile. Bildiğini yap. Her zaman halkının onayını arama. Onay kaypak, anlaşılmaz bir şeydir. Bazen, halkın senden en çok nefret ettiği zaman, bu onlar için en iyi şeyi yapmakta olduğunun bir işaretidir. Baban barış içinde bir saltanatla kutsanmıştı. Ama sen Gwendolyn, sen çok daha büyük bir sınavdan geçeceksin: seninki bir çelik saltanatı olacak.”
Argon gitmek için arkasını dönerken, Gwendolyn ileri çıkıp ona uzandı.
“Argon,” diye seslendi.
Argon durdu, ama arkasını dönmedi.
“Bana sadece bir şey daha söyle. Yalvarırım. Thorgrin’i tekrar görecek miyim?”
Argon durakladı, uzun, ağır bir sessizlik oldu. Bu karanlık sessizlik içinde, kalbinin kırıldığını hissetti. Argon’un ona sadece bir yanıt daha vermesi için ümitle dua ediyordu.
“Evet,” diye yanıtladı.
Gwen orada öylece durdu, kalbi gümbürdüyor, bir şeyler daha duymak için can atıyordu.
“Bana daha başka bir şey söyleyemez misin?”
Argon döndü ve ona baktı, gözlerinde üzüntü vardı.
“Yapmış olduğun seçimi hatırla. Her aşk sonsuza kadar sürmek için yaratılmamıştır.”
Yükseklerde, Gwen bir kartalın çığlığını duydu ve merakla gökyüzüne baktı.
Tekrar Argon’a bakmak için döndü, ama o çoktan gitmişti.
Guwayne’i sıkı sıkı tuttu ve krallığına baktı. Uzun bir son bakıştı bu. Onu her zaman böyle, hala yaşayan, canlı haliyle hatırlamak istiyordu. Her şey kül olmadan önce. Korku ve sıkıntı içinde bu güzellik görüntüsünün gerisinde o kadar büyük hangi tehlikenin saklanmakta olabileceğini merak etti. İçi titredi, çünkü bu tehlikenin çok yakında hepsini yakalayacağından kuşku duymuyordu.
YEDİNCİ BÖLÜM
Stara havada sağa sola dönerek hızla düşerken çığlık attı, Reece kendisinin yanında, Matus ve Srog da onun yanındaydılar. Dördü birden insanı kör eden bir rüzgâr ve yağmur içinde kalenin duvarından yere doğru düşüyorlardı. Büyük çalıların hızla kendisine yaklaştığını görünce kendisini çarpmaya hazırladı ve bu düşüşten canlı kurtulabilmesinin tek nedeninin bu çalılar olduğunu idrak etti.
Bir an sonra, Stara çalıların içine çakılırken vücudundaki her kemik kırılıyormuş gibi geldi—çalı düşüşünü zar zor yavaşlatmıştı—ve düşüşü toprağa vuruncaya kadar devam etti. Nefesinin kesildiğini hissetti, kaburga kemiklerinden birini zedelediğinden emindi. Ancak aynı zamanda, bir miktar toprağın içine battı ve altındaki toprağın düşündüğünden daha çamurlu olduğunu ve düşüşünü yumuşattığını fark etti.
Diğerleri de onun yanında yere vurdular ve hepsi altlarındaki çamur kayarken yuvarlanmaya başladılar. Stara dik bir yamaca düşmelerini beklememişti ve kendini durduruncaya kadar o da diğerleriyle kaymaya, hızla tepeden aşağı inmeye başladı. Hepsi kayan çamura yakalanmışlardı.
Yuvarlandılar ve kaydılar ve çok geçmeden fışkıran sular onları tam sürat dağdan aşağı kaydırdı. Kayarken, Stara omzunun üstünden geriye baktı ve babasının kalesinin süratle görüş alanından çıktığını ve bunun en azından onları gittikçe saldırganlardan uzağa götürmekte olduğunu gördü.
Stara tekrar aşağıya baktı ve yolunun üstündeki kayalara çarpmaktan kendini zar zor kurtardı. O kadar hızlı gidiyorlardı ki, zor nefes alıyordu. Çamur inanılmaz ölçüde kaygandı ve yağmur daha şiddetle yağıyor, dünyası ışık hızında dönüp duruyordu. Çamura tutunarak yavaşlamaya çalıştı, ama bu imkânsızdı.
Tam Stara bu hiç sona ermeyecek mi diye düşünürken, bu yokuşun nereye gittiğini hatırlayınca panik içinde kaldı: burası tam uçurumdan aşağı gidiyordu. Eğer çok geçmeden kendilerini durduramazlarsa, hepsinin öleceklerini idrak etti.
Stara diğerlerinden hiçbirinin de kayışı durduramadığını gördü. Hepsi sağa sola dönüyor, inliyor, ellerinden geleni yapıyorlardı, ama bu işe yaramıyordu. Stara ileri bakınca korku içinde aşağı düşüş noktasının süratle yaklaştığını gördü. Kendilerini durdurmak için bir yol bulamadan hepsi uçurumdan aşağı yuvarlanacaklardı.
Aniden Stara, Srog ve Matus’un sola sapıp, uçurumun kenarındaki ufak bir mağaraya doğru gittiklerini gördü. İkisi bir şekilde uçurumdan aşağı gitmeden, önce ayaklarıyla kayalara çarpıp durmaya muvaffak oldular.
Stara topuklarını çamura saplamaya çalıştı, ama hiçbir şey işe yaramıyordu; sadece dönüp yuvarlandı ve uçurumun ona doğru geldiğini görerek, bir saniye içinde aşağı yuvarlanacağını bilerek çığlık attı.
Aniden, Stara sert bir elin kendisini gömleğinin arkasından yakaladığını, düşüşünü yavaşlatıp sonra durdurduğunu hissetti. Başını kaldırdığında Reece’i gördü. Uçurumun kenarında bir koluyla sarıldığı zayıf bir ağaca tutunuyor, diğer kolu uzanmış, su ve çamur kendisini uzağa çekerken onu tutuyordu. Stara yerinde duramıyor, neredeyse uçurumdan aşağı sallanacak noktaya geliyordu. Reece onun düşüşünü durdurmuştu, ama altından toprak kayıyordu.
Reece onu tutmaya devam edemezdi ve eğer kendisini bırakmazsa, Stara her ikisinin de aşağı yuvarlanacaklarını biliyordu. Her ikisi de öleceklerdi.
“Beni bırak!” diye bağırdı ona.
Ama Reece inatla kafasını salladı.
Yüzünden sular akarken yağmurun altında “Asla!” diye bağırdı.
Reece aniden uzanıp onun bileğini her iki eliyle yakalamak için ağacı bıraktı: aynı anda, bacaklarını ağaca dolayarak arkadan tutundu. Stara’yı bütün gücüyle kendisine doğru çekti, bacakları her ikisinin de uçurumdan aşağı yuvarlanmasını önleyen tek şeydi.
Son bir hareketle, inledi ve bağırdı ve onu akıntıdan çekip kenara çıkarmaya muvaffak oldu ve yuvarlanıp mağaraya diğerlerinin yanına doğru gitmesini sağladı. O giderken Reece de onunla birlikte yuvarlanarak kendisini akıntının dışına çıkardı ve yerde sürünürken Stara’ya yardım etti.
Mağaranın güvenliğine eriştikleri zamana Stara yorgunluk içinde yere çöktü ve yüzüstü çamura uzandı, hayatta olduğuna o kadar minnettardı ki.
Nefes nefese, sırılsıklam orada yatarlarken, ölüme ne kadar yaklaşmış olduğunu değil, Reece’in hala kendisini sevip sevmediğini düşünüyordu. Bunun kendisi için yaşayıp yaşamamaktan dana büyük bir önem taşıdığını fark etmişti.
*
Stara mağaranın içinde ufak bir ateşin çevresinde kıvrılmış oturuyordu, diğerleri de yakınındaydılar ve nihayet kurumaya başlamışlardı. Etrafına baktı ve dördünün savaştan kurtulanlara benzediklerini gördü: yanakları içe çökmüş, hepsi gözlerini dikmiş alevlere bakıyorlardı. Ellerini ateşe tutup ovuşturuyor, kendilerini sonu gelmeyen ıslaklık ve soğuktan korumaya çalışıyorlardı. Kulakları dışarıyı kırbaçlayan rüzgâr ve yağmurdaydı. Bunlar Yukarı Adalar’ın hiç dinmeyen unsurlarıydı. Sanki bunun hiç sonu gelmeyecekmiş gibiydi.
Şimdi gece olmuştu ve görülebilecekleri korkusuyla bu ateşi yakmak için bütün gün beklemişlerdi. Nihayet, hepsi o kadar üşümüşler, yorulmuşlar ve perişan düşmüşlerdi ki, bunu göze almak zorunda kalmışlardı. Stara kaçmalarından beri yeterli zaman geçtiği düşüncesindeydi—kaldı ki, o adamların bu uçurumlara kadar inmeye cesaret edebileceklerini hiç
Sanmıyordu. Burası çok dik ve ıslaktı ve eğer inmeye kalkışırlarsa, bunu denerken ölürlerdi.
Yine de, dördü burada mahkûmlar gibi kapana kısılmış kalmışlardı. Eğer mağaradan bir adım dışarı atsalar, neticede Yukarı Adalıların bir ordusu onları bulur ve hepsini öldürürdü. Kardeşi de ona merhamet göstermezdi. Ümitsiz bir durumdu bu.
Düşüncelere dalmış, mesafeli duran Reece’in yakınına oturdu ve olayları düşündü. Kalede Reece’in hayatını kurtarmıştı, ama o da uçurumda kendisinin hayatını kurtarmıştı. Bir zamanlar olduğu kadar hala kendisine önem veriyor muydu? Kendisinin hala ona önem verdiği kadar? Veya Selese’in başına gelenler nedeniyle hala canı sıkkın mıydı? Kendisini mi suçluyordu? Onu hiç affedecek miydi?
Stara, başı ellerinin arasında, kaybolmuş bir insan gibi alevlere bakarken Reece’in çektiği ıstırabı hayal edemezdi. Onun aklından nelerin geçmekte olduğunu merak ediyordu. Kaybedecek başka bir şeyi kalmamış, ıstırabın kenarına gitmiş ve daha pek oradan dönmemiş bir adam gibi görünüyordu. Suçluluk duygusuyla yıkılmış bir insan. Bir zamanlar tanıdığı adama benzemiyordu, sevgi ve neşe dolu olan, çok çabuk gülümseyen, kendisini sevgi ve şefkat yağmuru altında bırakan o adama. Şimdi, daha çok, sanki içinde bir şeyler ölmüş gibi duruyordu.
Stara Reece ile göz göze gelmekten çekinerek, ancak yine de yüzünü görme ihtiyacı içinde yukarı baktı. İçten içe onun da kendisine bakmakta olduğunu, kendisini düşündüğünü ümit ediyordu. Ancak onu gördüğü vakit, kesinlikle kendisine bakmadığını görmek kalbini kırdı. Bunun yerine Reece sadece alevlere bakıyordu ve yüzünde şimdiye kadar gördüğü en yalnız bakış vardı.
Stara milyonuncu kez aralarında her ne var idiyse, bunun Selese’in ölümüyle yıkılarak sona erip ermediğini merak etmekten kendini alıkoyamadı. Milyonuncu kez, bu kadar şeytanca bir planı uygulamaya koydukları için kardeşlerine —ve kendi babasına—lanet okudu. Reece’i daima kendisi için istemişti tabii; ama kendisi asla Selese’in ölümüne yol açan bir dolap çevrilmesini onaylamazdı. Selese’in ölmesini veya hatta yaralanmasını asla istememişti. Reece’in haberi ona yumuşak bir şekilde vereceğini ve keyfi kaçsa da, onun bunu anlayacağını—ve kuşkusuz kendi hayatını almamış olacağını düşünmüştü.
Şimdi Stara’nın planlarının hepsi, bütün geleceği, korkunç ailesinin sayesinde gözlerinin önünde yok olup gitmişti. Matus kendisiyle kan bağı olanlar arasında kalan yegâne mantıki kişiydi. Ancak, Stara ona ne olacağını, dördünün başına ne geleceğini merak ediyordu. Böyle bu mağarada çürüyüp ölecekler miydi? Neticede buradan çıkmaları gerekecekti. Ve biliyordu ki, kardeşinin adamları acımasız insanlardı. Onların hepsini öldürünceye kadar durmayacaktı—özellikle Reece kendi babasını öldürdükten sonra.
Stara babasının ölümünden biraz pişmanlık duyması gerektiğini biliyordu—ancak hiç böyle bir şey hissetmiyordu. Ondan nefret ediyordu ve her zaman etmişti. Aksine, kendisini rahatlamış, hatta onu öldürdüğü için Reece’e minnettar hissediyordu. Bütün hayatı boyunca yalancı, şerefsiz bir savaşçı ve kral olmuştu ve kendisine hiç babalık etmemişti.
Stara hepsi yorgun vaziyette saatlerdir öyle oturan bu üç savaşçıya göz attı. Saatlerdir seslerini çıkarmamışlardı ve içlerinden herhangi birinin bir planı olup olmadığını merak etti. Srog kötü yaralanmıştı ve Mathus ile Reece de yaraları ufak olsa da, aynı şekilde yaralıydılar. Hepsi kemiklerine kadar donmuş, bu yerin havası ve karşılarındaki güçlükler tarafından yere serilmiş gibi görünüyorlardı.
Monotonluğa ve karamsarlığa daha fazla dayanamayıp çöken ağır sessizliği bozarak, “O zaman hepimiz bu mağarada sonsuza kadar oturup burada ölecek miyiz? diye sordu Stara.
Yavaşça, Srog ve Matus ona doğru baktılar. Ama Reece hala başını kaldırmıyor ve onunla göz göze gelmiyordu.
Srog,“Sen nereye gitmemizi isterdin?” diye sordu çekinerek. “Bütün ada kardeşinin adamlarıyla kaynıyor. Onlara karşı ne gibi bir şansa sahip olabiliriz? Özellikle kaçışımızdan ve babanın ölümünden öfkeye kapılmalarından sonra.”
“Başımızı tam bir belaya soktun, kuzenim,” dedi Matus, gülümseyip bir elini Reece’in omzuna koyarak. “Yaptığın cesur bir hareketti. Muhtemelen hayatta gördüğüm en cesur hareket.”
Reece omzunu silkti.
“Benim gelinimi çaldı. Ölmeyi hak etmişti.
Gelin sözcüğünü duyunca Stara’nın saçları diken diken oldu. Bu kalbini kırdı. Bu sözcüğü kullanmış olması her şeyi anlatıyordu… Belli ki Reece hala Selese’yi seviyordu. Stara’nın gözlerine bile bakmıyordu. İçinden ağlamak geldi.
“Endişe etme, kuzenim,” dedi Matus. “Babamın öldüğüne seviniyorum ve onu öldüren sen olduğun için memnunum. Seni suçlamıyorum. Sana hayranlık duyuyorum. Bu sırada bizi neredeyse öldürtmüş olsan bile.”
Reece açıkça Matus’un sözlerini takdir ederek başıyla onayladı.
“Ama kimse bana cevap vermedi,” dedi Stara. “Plan nedir? Hepimizin burada ölmesi mi?”
“Senin planın ne?” diye Reece cevap verdi ona.
“Planım yok,” dedi. “Ben rolümü oynadım. Hepimizi o saraydan kurtardım.”
“Evet, kurtardın,” dedi Reece hala ona değil, alevlere bakarak. “Hayatımı sana borçluyum.”
Hala gözlerini kaçırsa bile, Stara Reece’in sözlerinde bir ümit ışığı gördü. Her şeye rağmen acaba kendisinden nefret etmiyor mu diye merak etti.
“Ve sen de benimkini kurtardın,” diye yanıtladı. “Uçurumun kenarından. Ödeştik.”
Reece hala alevlerin içine bakıyordu.
Onun cevaben bir şey söylemesini bekledi, kendisini sevdiğini söylemesini, herhangi bir şey söylemesini. Ama Reece hiçbir şey söylemedi. Stara yüzünün kızardığını hissetti.