Kraliçelerin Yönetimi - Морган Райс 2 стр.


“Bu hareketin karşılıksız kalmayacak,” dedi komutan. “Romulus’un ona sadık, sırada bekleyen bir milyon adamı var. Güneyde, İmparatorluğun başkentinde emirlerini bekleyen bir milyon adamı daha var. Ne yaptığını öğrendiklerinde hepsi birden harekete geçerek üzerine saldıracaklar. Yüce Romulus’u öldürmüş olabilirsin ama adamları hala hayatta. Şu an sayımız az olsa da senin binlerce adamın onun milyonlarıyla baş edemeyecek. İntikam için gelecekler. Sonra, intikamlarını alacaklar.”

“Öyle mi?” dedi Volusia. Gülerek ona bir adım attı, avucundaki kılıcı hissederek onun boğazını kestiğini hayal etti. Ve bunun için sabırsızlanıyordu.

Komutan onun elindeki kılıca,  Romulus’u öldüren kılıca bakıp yutkundu; aklından geçen düşünceleri okumuştu. O anda Volusia gözlerindeki gerçek korkuyu görmüştü.

“Gitmemize izin ver,” dedi. “Adamlarımı gönder. Onlar sana bir şey yapmadı. Bize altınla dolu bir gemi ver de konuyu kapatalım. Adamlarımı başkente götüreyim. Onlara senin masum olduğunu söylerim. Bana saldırmak isteyen Romulus’tu. Seni rahat bırakacaklardır. Burada kuzeyde barış içinde yaşayabilirsin. Onlar da kendilerine yeni ve kudretli bir imparator seçeceklerdir.”

Volusia gülümsedi, şaşırmıştı.

“Şu anda zaten yeni ve kudretli imparatorunuza bakmıyor musun?” diye sordu.

Komutan şok olmuştu. Ona baktı ve kısa ama alaycı bir gülüş fırlattı.

“Sen mi?” dedi. “Ama sen arkasında sadece birkaç bin adamı olan bir kadınsın. Bir adamı öldürdün diye Romulus’un milyonlarca adamını yenebileceğini mi sanıyorsun? Bugün yaptığından sonra kurtulabilirsen şanslısın. Sana bir ödül öneriyorum. Bu saçma konuşmaya bir son verelim, sen de ben fikrimi değiştirmeden minnet içinde bu teklifimi kabul et.”

“Peki, kabul etmezsem n'olur?”

Komutan gözlerinin içine baktı ve yutkundu.

“Bizi burada öldürebilirsin” dedi. “Bu, senin seçimin. Ama bunu yaparsan aynı zamanda kendini ve adamlarını da öldürmüş olacaksın. Arkadan gelecek olan ordu hepinizi ezecektir.”

“Doğruyu söylüyor, efendim,” diye fısıldadı bir ses kulağına.

Kendi komutanı Soku’yu gördü. Uzun boylu, yeşil gözlü, bir savaşçı çenesine sahip, kısa, kıvırcık kızıl saçlı adam yanına gelmişti.

“Onları güneye gönder,” dedi. “Onlara altını ver. Romulus’u öldürdün. Şimdi ateşkes için bedelini ödemelisin. Başka seçeneğimiz yok.”

Volusia Romulus’un adamına döndü. Tadını çıkartarak uzun uzun onu süzdü.

“İstediğini yapacağım,” dedi. “Sonra, sizi başkente göndereceğim.”

Komutan gülümsedi, tatmin olmuştu ve gitmek üzereydi. Volusia öne bir adım attı ve ekledi;

“Ama yaptığım şey için saklanmayacağım” dedi.

Komutan durdu ve şaşırmışçasına ona baktı.

“Seni başkente bir mesaj göndermen için yollayacağım. İmparatorluğun yeni hükümdarı olduğumu bilecekler. Ve önümde diz çökerlerse yaşamalarına izin vereceğim.”

Komutan ona baktı. Şaşkınca yavaşça kafasını salladı ve gülümsedi.

“Annenle ilgili duyduğum dedikodular kadar çılgınsın,” dedi. Geri döndü ve gemisine çıkan arkasındaki uzun rampaya doğru yöneldi. Ona geriye dönüp bakmadan “Altını aşağıdaki hangarlara yükleyin” dedi.

Volusia, sabırla vereceği emri bekleyen kendi okçu komutanına döndü ve kısa bir işaret verdi.

Komutan aniden döndü ve adamlarına emri verdi. Sonra, aynı anda çekilen on bin yayın gıcırtısı duyuldu, uçları yakıldı ve ateşlendi.

Gökyüzü oklardan adeta kararmıştı. Ateşten bir kavis oluşturan parlayan okların yolculuğu Romulus’un gemisinde son buldu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki askerler daha karşılık veremeden gemi alevler içinde kaldı. Komutanlarıyla birlikte çığlıklar içinde çaresizce alevlerden kaçmaya çalışıyorlardı.

Ama seçenekleri yoktu. Volusia tekrar işaret verdi. Sonra, art arda oklar gemiye doğru havalandı, gemiyi kaplamışlardı. Oklar bedenlere saplandıkça gemi çığlıklara boğuluyor, bazıları can çekişirken diğerleri aşağıya düşüyordu. Kurtuluşu olmayan bir katliamdı bu.

Volusia büyük bir memnuniyetle yanan gemiden arta kalanlara bakarken gülümsüyordu.

Volusia’nın adamları durduğunda her şey sessizliğe gömüldü. Tekrar sıraya dizildiler, onun yeni emirlerini bekliyorlardı.

Volusia öne çıktı, kılıcını çekti ve gemiyi rıhtıma bağlayan kalın halatı kesti. Halat koptu, gemi sahilden uzaklaşmaya başladı. Volusia altın kaplamalı çizmelerinden birini kaldırdı, yaya dayadı ve itti.

Gemiden arta kalanlar başkentin kalbine doğru sürüklenmeye başladığında ki oraya varacağını biliyordu, geminin ardından bakıyordu. Hepsi bu yanmış gemiyi fark edecek, Volusia’nın oklarıyla kaplanmış Romulus’un adamlarının cesetlerini görecek ve bunun onun eseri olduğunu bileceklerdi. Savaşın başladığını anlayacaklardı.

Volusia ağzı şaşkınlıktan açık kalmış yanında duran Soku’ya dönerek gülümsedi.

“İşte bu,” dedi, “benim barış teklif etme tarzım.”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Gwendolyn güvertenin ucunda, dizlerinin üzerinde doğruldu, korkuluğu kavradı, ağrıyan eklemlerinin izin verdiği ölçüde ayağa kalktı ve ufka yöneldi. Tüm bedeni açlıktan titriyordu, ufka bakarken kafasını zorlukla dik tutabiliyordu. Ayaklarını sürüyerek döndü ve arkasındaki hayret edici manzaraya baktı.

Etrafını saran sisin içinde gözlerini kıstı ve tüm bu olanların hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu düşündü.

İleride, uçsuz bucaksız ufuk çizgisinin ortasında, dev bir limanın önünde, gökyüzüne doğru yükselen iki büyük altın sütunun arasından şehri gördü. Güneşin hareketiyle şehrin ve sütunların rengi sarımsı bir yeşile bürünüyordu. Gwen bulutların hızlı hareketini fark etti. Dünya’nın bu noktasında gökyüzü mü farklı hareket ediyordu, yoksa ona bu hissi veren bilincinin gidip gelmesi mi anlayamıyordu.

Şehrin limanında hayatında gördüğü en yüksek pruvalara sahip binlerce gemi, altınla dolu şekilde tüm ihtişamlarıyla duruyordu. Bu, okyanusun kenarına inşa edilmiş ve sonsuza kadar orada olacakmış gibi duran, hayatında gördüğü en zengin ve muazzam bir şehirdi. O denli harikuladeydi ki Kraliyet Sarayı adeta bir köy büyüklüğündeydi. Gwen bu kadar yapının bir arada olmasına şaşırmıştı. Orada kimlerin yaşadığını merak ediyordu. Soylu bir halk olmalıydı. İmparatorluğun halkı.

Gwen midesinde ani bir ağrı hissetti. Enkaz dev limana doğru ilerliyordu. Yakında binlerce geminin arasında kalacaklar, öldürülmezlerse esir alınacaklardı. Andronicus’un ne kadar vahşi, Romulus’un ne kadar barbar olduğunu düşündü. İmparatorluğun tarzı öyleydi ve belki de denizde ölmesi onun için çok daha iyi olacaktı.

Gwen güvertedeki hafif ayak seslerini duydu; döndüğünde açlıktan bitkin düşmüş ama boynuz şeklinde, titredikçe güneşten parlayan altın bir heykele tutunarak ayağa kalkmayı başarabilmiş olan Sandara’yı gördü. Gwen ışığın tekrar tekrar yansımasına baktı, sanki kıyıya alışılmamış bir işaret verircesine parlıyordu. Sandara şehirden ziyade kuzeye, kıyıda, sanki hiç ayak basılmamış gibi duran ormana bakıyordu.

Gwen’in gözleri yavaş yavaş kapanırken ve bilinci gidip gelirken güverteden aşağıya doğru düştüğünü hissetti. Halüsinasyonlar gelip gidiyordu. Açlıktan bilincini yitirmiş, neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlayamıyordu. Gwen sık ormanlık alandan çıkarak gemilerine doğru gelen düzinelerce kanoyu gördü. Yaklaştıkça kanolardakilerin imparatorluktan olmadıklarını anladı. Bunlar ellerinde boynuz tutan iri Kızılderili savaşçılar değildi, başka bir ırktı bu. Koyu derili, parıldayan sarı gözlere sahip, şefkatli gözüken ama kaslı erkek ve kadınlar onu selamlamak için geliyorlardı. Gwen, Sandara’nın bu ziyaretçileri tanıdığını fark etti. Bunlar Sandara’nın halkıydı.

Gwen, geminin sarsıldığını hissetti. Güverteye kancalar atılmış, halatlar bağlanmıştı ve gemileri güvenceye alınmıştı. Yönlerinin değiştiğini hissetti. Aşağıya baktığında geminin bir yığın balıkçı kayığı tarafından sürüklendikleri yönün, imparatorluk şehrinin tam tersine doğru çekildiklerini gördü. Sandara’nın halkının onları kurtarmaya geldiklerini anlamıştı. İmparatorluktan uzak, güvenli başka bir limana.

Gemileri keskince kuzeye doğru döndürülmüş, sık ormanlık alandaki daha küçük ve saklı bir limana doğru yol almaya başlamıştı. Gözlerini kapattı, artık rahatlamıştı.

Gözlerini açtığında kendini korkuluklara yaslanmış, gemisinin çekilmesini izlerken buldu.

Tam bitkinliğinin üstesinden gelmişti ki bir anda çok fazla eğildiğini hissetti. Dengesini kaybetmiş, kayarak aşağı düşmek üzereydi. Panik içinde gözleri açıldı, korkuluklara tutundu, ama çok geçti. Ağırlığı düşme sınırını çoktan geçmişti.

Kalbi panik içinde atıyordu. Yaşadığı onca şeyden sonra kıyıya bu kadar yaklaşmışken bu şekilde ölemezdi.

Gwen tam düşerken ani bir hırıltı duydu. Ardından elbisesinin arkasında güçlü bir ısırık hissetti. Yüksek bir ağlama sesinin ardından geriye doğru, tekrar güverteye doğru çekildiğini hissetti. Ahşap güvertenin üzerinde tekrar güvendeydi.

Yanında duran Krohn’u gördüğünde kendini çok mutlu hissetmişti. Krohn hayattaydı ve onu gördüğü için çok mutlu olmuştu. Son gördüğünden çok daha fazla zayıflamıştı. Adeta bir deri bir kemik kalmıştı. Tüm o karmaşanın içinde Krohn’u kaybettiğini anımsadı. Onu son gördüğünde fırtınanın ortasında güverteden aşağı doğru iniyordu. Güvertenin altına saklanacak, diğerleri onun öldüğünü sanacak, kendisini aç bırakarak gemideki erzak payından feragat edecek ve böylece diğerlerine daha çok erzak kalacaktı. İşte bu Krohn’du. Her zaman başkalarını düşünürdü. Şimdi tekrar karaya yaklaşıyorlar yeni bir başlangıca gidiyorlardı.

Krohn sevinçle Gwen’in suratını yaladı. Gwen de kalan son gücüyle ona sımsıkı sarıldı. Arkasına yaslandı, Krohn yanına uzanmış, kafasını göğsüne yaslamış, sanki dünyada başka bir yer kalmamışçasına ona sokulmuştu.

Gwen dudaklarından yanaklarına doğru süzülen oradan boynuna doğru akan soğuk ve tatlı bir sıvı hissetti. Ağzını açtı, doya doya içti. Bu duygu onu rüyalarından uyandırmıştı.

Gözlerini açtı, etrafındaki tanımadığı suratların bakışları arasında tıkanana kadar büyük bir iştahla içmeye devam etti.

Kontrolsüzce öksürmeye başladığında birisi onu doğrulttu, öksürmesini durdurabilmek için sırtına vurdu.

“Şışşşş,” dedi birisi. “Yavaş yavaş iç”

Sakin ve nazik bir sesti. Kurtarıcısının sesi. Kafasını kaldırdığına suratı kırışıklıklarla dolu yaşlı adamı gördü. Gülümsediğinde tüm suratı kırışıyordu.

Gwen aşağı baktı, düzinelerce tanımadığı surat, Sandara’nın halkı, ona, yabancıya sessizce bakıyorlardı. Gwendolyn’in açlığı ve susuzluğu sona ermişti. Deli bir kadın gibi atıldı, ağzına dökülen tatlı sıvı her neyse onun bulunduğu keseyi kaptı, tekrar içemeyecekmişçesine sonuna kadar büyük bir iştahla bitirdi.

“Yavaş ol“ dedi adam. “ Yoksa hasta olacaksın“

Gwen aşağıya baktığında gemisini dolduran düzinelerce savaşçıyı gördü. Sandara’nın halkı.

Yüzüğün kurtarıcıları aşağıda, bazıları uzanmış, bazıları dizlerinin üzerine çökmüş, ellerinde bu sıvının bulunduğu keseler, içiyorlardı. Hepsi felaketin eşiğinden dönmüştü. Aralarında kucağında Gwen’in yukarı adalardan kurtardığı bebeği besleyen Illepra’yı gördü. Gwen bebeğin ağlamasını duyduğunda rahatladı; ona bakamayacak kadar zayıf düştüğünde Illepra’ya emanet etmişti ve şimdi onu hayatta görmek Guwayne’i anımsatıyordu. Gwen kararlıydı; bu kız bebek hayatta kalmalıydı.

Her geçen dakika daha da rahatlıyordu. Ayağa kalktı ve ne olduğunu bilmediği bu içecekten biraz daha içti. Kalbi bu insanlara karşı minnetle dolmuştu. Hayatlarını kurtarmışlardı.

Krohn hala yerde uzanıyor, kafası Gwen’in kucağındaydı. Gwen ona uzandı ve içkisinden verdi, sonra teşekkür edercesine başını okşadı. Krohn sevgiyle başını salladı, hayatını bir defa daha ona borçluydu. Ona bakınca Thor’u hatırlıyordu.

Gwen tekrar Sandara’nın insanlarına baktı; onlara nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu.

“Bizi kurtardınız,” dedi. “Size hayatlarımızı borçluyuz“

Gwen döndü ve arkasında diz çöken Sandara’ya baktı. Sandara başını sallayarak şöyle dedi:

“Halkım borca inanmaz. Onlar için zor durumda olan birisini kurtarmak şerefli bir davranıştır.”

Kalabalık kenara çekildi ve Gwen kendisine doğru gelen, liderleri olduğunu düşündüğü belki elli yaşlarda, ince dudaklı sert çeneli ciddi adamı gördü. Güneşte parlayan midye kabuklarından yapılmış bir kolye takan adam onun önünde diz çöktü. Onu süzerken sarı gözleri tutkuyla parlıyordu.

Başını kaldırdı ve “Ben Bokbu,” dedi. Sesi kalın ve güvenilirdi. “Sandara’nın çağrısına cevap verdik çünkü o bizden birisi. Hayatlarımızı riske atarak sizi kurtardık. Eğer imparatorluktan birisi bizi burada görürse hepimizi öldürürler.”

Bokbu öne eğildi. Gwen Sandara ve kurtarıcısının yardımıyla yavaşça doğruldu ve ona baktı. Bokbu içini çekerek etrafındaki yorgun insanlara baktı.

“Artık emniyetteler. Şimdi gitmeliler,” dedi bir ses.

Gwen döndü ve Bokbu’ya doğru yaklaşan, eli mızraklı ve tıpkı diğerleri gibi üzeri çıplak ve kaslı savaşçıyı gördü.

“Bu yabancıları denizin öbür tarafına yollayın,” diye ekledi. “Neden onlar için kan dökelim?”

“Ben senin kanındanım,” dedi Sandra. Öne çıktı ve sert bir ifadeyle savaşçının suratına baktı.

“İşte bu yüzden bu insanları buraya getirip hepimizi tehlikeye atmamalıydın,” dedi.

“Halkımıza utanç veriyorsun,” dedi Sandra. “Misafirlerimize nasıl davranmamız gerektiğini unuttun mu?“

“Asıl senin onları buraya getirmen utanç verici,”  diye cevapladı sertçe.

Bokbu ellerini havaya kaldırdı ve ikisi de sustu.

Bokbu ifadesizce duruyordu ve düşünüyordu. Gwendolyn se içlerinde bulunduğu çıkmaz durumu düşünüyordu. Tekrar denize açılmak onlar için kesin ölüm demekti ama onlara yardım eden bu insanları da tehlikeye atmak istemiyordu.

Bokbu’ya dönerek; “Size zarar gelmesini istemeyiz,”dedi Gwen. “Sizi tehlikeye sokmak istemiyoruz. Şimdi gidebiliriz“

Bokbu başını sallayarak “Hayır,” dedi. Sonra Gwen’e döndü ve merakla “Neden insanlarını buraya getirdin?” diye sordu.

Gwen içini çekerek “Dev bir ordudan kaçtık,” dedi. “Ülkemizi yok ettiler. Buraya yerleşmek için yeni bir yer bulmaya geldik”

“Yanlış yere geldiniz,” dedi savaşçı. “Burası eviniz olamayacak”

“Sessizlik!” dedi Bokbu. Savaşçıya sert bir bakış attı ve onu susturdu.

Sonra Gwen’e döndü ve göz göze geldiler.

“Sen gururlu ve asil bir kadınsın“ dedi. “ İyi bir lider olduğunu görüyorum. İnsanlarına rehberlik yaptın. Eğer açık denize geri dönerseniz kesinlikle ölürsünüz. Belki bugün değil ama birkaç gün içinde kesinlikle“

Gwendolyn teslim olmuş bir şekilde ona baktı.

“O zaman öleceğiz,” dedi. “Yaşamamız için insanlarınızın ölmesine izin vermeyeceğim.”

Gururundan ve asaletinden güç alarak kararlılıkla ona baktı. Bokbu’nun ona daha derin bir saygıyla yaklaştığını biliyordu. Bir anda sessizlik oldu.

“Damarlarında savaşçı kanı aktığını görebiliyorum,” dedi. “Bizimle kalacaksın. Halkım iyileşene ve güçlenene dek burada kalacak. Hem de kaç ay sürerse sürsün.”

“Ama reisim…” diyecek oldu savaşçı.

Bokbu dönüp ona sert bir bakış fırlattı.

“Kararımı verdim”.

“Ama gemileri!” dedi adam. “Limanda kalırsa, İmparatorluk gemiyi görür. Daha ay sona ermeden hepimiz ölürüz!”

Назад Дальше