Kahramanların Görevi - Морган Райс 4 стр.


Thor’a ulaşan hayvan devasa pençesini çocuğa savurdu.

Thor acılar içinde bağırdı. Sanki aynı anda üç bıçak tarafından baştan aşağı kesilmiş gibi hisseden Thor’un yaralarından dışarıya kanlar akmaya başladı.

Hayvan tüm cüssesiyle çocuğun üzerine çöktüğünde, Thor, sanki gövdesinin üzerinde bir fil oturuyormuş gibi hissetti ve kaburgaları kırılıyormuş gibi geldi.

Çenesini geniş açan hayvan, sivri dişlerini yavaşça Thor’un boğazına doğru indirmeye başladı.

Hayvanı engelleyebileceğini umut eden Thor, yaratığın saf kastan oluşan boynunu tuttu. Ancak bu hareketi pek işe yaramıyordu. Çünkü hayvanın dişleri artık neredeyse boğazına varmıştı bile. Kolları titremeye başlayan Thor, hayvanın sıcak nefesini suratında ve ağzından damlayan salyaları da boynuna hissedebiliyordu. Kükreyen hayvanın çıkardığı ses Thor’u neredeyse sağır edecekti. Hayvanın bu hareketinden sonra, artık Thor’un öleceğine dair hiçbir şüphesi kalmamıştı.

Gözlerini kapatan çocuk, dua etmeye başladı.

Tanrım, ne olur bana güç ver. Bu yaratıkla mücadele etmeme müsaade et. Lütfen, sana yalvarıyorum. Benden ne istersen yapacağım. Bu sana borcum olsun.

Sözlerini bitirmesiyle, bir şeyler oldu. Vücudunda birden artan ısı, damarlarında dolaşmaya başladı. Sanki içinde bir enerji alanı oluşuyordu. Gözlerini açtığı zaman onu şaşırtan bir görüntüyle karşılaştı. Avuçlarından sarı bir ışık çıkan Thor, hayvanı boynundan rahatlıkla iterek, uzaklaştırabiliyordu.

Yaratığı biraz daha iten Thor, Sybold’un tüm bedenini geriye itebildiğini fark etti. İyice güçlendiğini hisseden Thor’un ellerinden fırlayan gülle şeklindeki bir enerji dalgası Sybold’u en az beş metre geriye uçurdu.

Ne olduğunu anlamayan Thor, yerden kalkmaya başladı.

Sırt üstü düştüğü yerde tekrar doğrulan yaratık, öfkeli bir şekilde tekrar Thor’a doğru saldırıya geçti. Ancak içindeki enerjinin giderek güçlendiğini hisseden Thor, bu sefer ondan korkmuyordu.

Üzerine atlayan hayvanı eğilerek midesinden tutan Thor, yaratığı döndürerek fırlattı. Ağaçlardan birine çarpan Sybold, yere yığıldı.

Thor olan bitene inanamıyordu. Az önce gerçekten de bir Sybold’u mu fırlatmıştı?

Gözlerini kırpıştıran yaratık, Thor’a baktı ve yine saldırıya geçti.

Üzerine atılan hayvanı bu sefer boğazından yakalayan Thor, Sybold ile beraber yere yuvarlandı. Üzerine çıkan yaratığı yere çarpıp doğrulan Thor, Sybold’un boğmaya başladı. Onu engellemek için dişlerini Thor’a saplamaya çalışan hayvan sürekli ıskalıyordu. Tüm gücüyle hayvanın boğazını sıkmaya başlayan Thor, kendini bu yaratıktan daha güçlü hissetmeye başlamıştı.

Birkaç saniye içinde ölen hayvanın cansız bedeninden Thor, ellerini bir dakika boyunca çekmedi.

Yaralanmış olan kolunu tutan Thor, nefes nefese bir halde yavaşça doğruldu. Yaptığı şeye inanamıyordu. O, yani Thor, gerçekten de bir Sybold mu öldürmüştü?

Bu olayın böylesi bir günde yaşanmasının bir işaret olduğunu düşünüyordu. Bu yaşananlar sahiden önemli şeylerin habercisi olabilirdi. Tüm Krallığın en ünlü ve en çok korkulan canlısını öldürmüştü. Hem de silah kullanmadan, çıplak elleriyle. Bu gerçek olamazdı. Kimsenin ona inanmayacağından şüphesi yoktu.

Başı dönen Thor, bu güçlerin neyin nesi olduğunu ve gerçekte kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Bu tür güçlere sadece Druid’ler sahip olurdu. Ancak annesi veya babası Druid olmadığına göre, onun da böyle bir şansı olamazdı.

Ya da olabilir miydi?

Arkasında birinin olduğunu hisseden Thor, hızla geriye döndüğünde yerde yatan hayvanı inceleyen Argon’u gördü.

Şaşıran Thor, “Buraya nasıl geldin?” diye sordu.

Argon ona kulak asmadı.

“Neler olduğunu gördün mü?” diye soran Thor, halen şaşkın bir haldeydi. “Nasıl becerdiğimi ben de bilmiyorum.”

Argon, “Bence biliyorsun.” diye cevapladı. “Cevap içinde bir yerlerde saklı. Diğerlerinden daha farklı olduğunu biliyorsun.”

“Sanki içim enerji ile dolup taştı.” dedi Thor. “Önceden bilmediğim bir güç bu.”

Argon, “Enerji alanı” dedi. “Bir gün ne olduğunu öğreneceksin. Hatta belki kontrol bile edebileceksin.”

Thor acıdan kıvranan omuzunu tuttu ve ellerinin kan içinde kaldığını fark etti. Sersemlediğini hisseden Thor, eğer bir an önce yardım bulamazsa başına ne geleceğini merak etti.

Thor’un elinden tutan Agron, onu yaranın üzerine koydu ve gözlerini kapattı.

Thor, rahatlatıcı bir hissin kolunun içinde dolaşmaya başladığını hissetti. Saniyeler içinde ellerindeki kan kurudu ve omuzundaki acının kaybolmaya başladığını fark etti.

Koluna baktığı zaman gördüklerine inanamadı; yarası tamamen iyileşmişti. Geriye kalan tek şey olan pençe izleri sanki günler önce kapanmaya başlayan bir yaraya aitmiş gibiydiler.

Thor hayranlıkla Argon’a baktı.

Adam gülümsedi.

“Yapan ben değilim. Sensin. Tek yaptığım, sana ait gücü yönlendirmek oldu.”

Kafası karışan Thor, “Fakat benim böyle bir gücüm yok ki.” dedi.

Argon, “Emin misin?” diye yanıtladı.

“Anlayamıyorum” diyen Thor, iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. “Anlayamıyorum. Tüm bunlar hiç mantıklı gelmiyor. Lütfen açıklayın.”

Argon bakışlarını ondan çekti.

“Bazı şeylerin zaman içinde öğrenilmesi gerekir.”

Thor’un aklına bir şeyler geldi.

Thor heyecanla, “Bu, Kraliyet Lejyonu’na katılabileceğim anlamına mı geliyor?” diye sordu. “Eğer bir Sybold öldürebiliyorsam, şüphesiz bunu da başarabilirim.”

Argon, “Şüphesiz” diye cevapladı.

“Fakat beni değil, ağabeylerimi seçtiler.” dedi Thor.

“Üçü toplansa bile böylesi bir yaratığı öldüremezler.”

Thor düşünmeye başladı.

“Fakat çoktan reddedildim. Nasıl katılabilirim ki?”

Argon, “Bir savaşçının ne zamandan beri davetiyeye ihtiyacı olmuş ki?” diye sordu.

Duyduğu sözlerden heyecanlanan Thor, “Ne yani, çağrılmadığım halde haber vermeden oraya gitmemi söylüyorsunuz?”

Sen kaderini belirleyebilirsin. Diğerlerinin ise böyle bir şansı yok.”

Bir an gözlerini kırpan Thor, adamın ortadan kaybolduğunu fark etti.

Thor adamı görebilmek için etrafa bakındı ama bu nafileydi.

Birinin ona, “Buradayım!” diye seslendiğini duydu.

Sesin geldiği yöne dönen Thor, karşısında dev bir kaya parçası gördü ve derhal üstüne tırmanmaya başladı.

Thor en tepeye çıkıp da Argon’u göremeyince, kafası karıştı.

Fakat bu yükseklikten Karanlık Orman’ı kaplayan ağaçların tepesini görebiliyordu. Karanlık Orman’ın bittiği noktada koyu yeşil ışıklar saçarak batan ikinci güneşin, Kraliyet Sarayı’na uzanan yolu aydınlattığını gördü.

“Yola çıkmak senin elinde” dedi deminki ses. “Tabii eğer cesaretin varsa.”

Thor herhangi birine ait olmayan bu sesin, sadece bir yankıdan ibaret olduğunu anlamıştı. Fakat yine de Argon’un bir yerlerden onu gözetlediğini biliyordu. Ve Druid’in haklı olduğunu da.

Bir dakika daha vakit kaybetmek istemeyen Thor, kayadan hızla inerek, kaderine doğru koşmaya başladı.

3

İri yarı bir adam olan Kral MacGil’in fıçıyı andıran bir gövdesi, katıldığı savaşlara ait izlerle dolu geniş bir alnı, griye çalan gür sakalları ve onunla yarışacak uzun saçları vardı. Kraliçesiyle beraber kale duvarlarının üzerinde duran Kral, günün gelişen olaylarını görmezden geliyordu. Tüm ihtişamıyla göz alabildiğine uzanan kraliyet arazisinin etrafı kadim taşlardan yapılma duvarlarla örtülüydü. İşte Kraliyet Sarayı, burasıydı. Birbiri içine giren karmaşık sokakların içinde her türden yapı bulunurdu. Savaşçılar, atlar, Gümüşler, Lejyon, muhafızlar, kışlalar, silah depoları, demirciler, temizlikçiler ve şehir duvarlarının içinde yaşamak isteyen vatandaşlar için yapılan yüzlerce konut, şehrin her bir yanına dağılmıştı. Bu yapıların arasında ise geniş çimenlikler, güzel bahçeler, taş kaplı meydanlar ve fıskiyeli süs havuzları bulunuyordu. Kraliyet ailesi tarafından yüzlerce yıldır geliştirilen şehir, şu an hiç kuşkusuz Batı Yüzük Krallığı’nın en iyi korunan kalesiydi.

MacGil bir kralın sahip olabileceği en sadık askerlere sahipti ve saltanatı boyunca henüz kimse ona saldırmaya cesaret edememişti. Tahta geçen yedinci MacGil olan kral, otuz iki yıldır hüküm sürüyordu ve halkı tarafından iyi niyeti ve bilgeliği ile tanınıyordu. Onun hükmünde topraklar genişlemiş, ordunun büyüklüğü iki katına çıkmış, şehirler zenginleşmiş ve halkı büyük bir refaha kavuşmuştu. Kraliyete ait topraklarda Kral’dan yakınacak bir kişi bile bulmak olanaksızdı. Cömertliğiyle tanınan bu Kral’ın hükümdarlığı kadar barış ve refahla anılan başka bir dönem olmamıştı.

Fakat ne kadar enteresandır ki, Kral’ın uykuları kaçıranda işte tam buydu. Çünkü MacGil tarihin nasıl işlediğini bilirdi; hangi çağda olursa olsun, iki savaşın arasında geçen zaman hiçbir zaman çok uzun değildir. Artık savaş olur mu diye düşünmüyor, ne zaman ve kimlerle olacağını kestirmeye çalışıyordu.

Şüphesiz ki en büyük tehdit Halka’nın dışındaki barbar imparatorluğuydu. Vahşi Diyarlar’da yer alan bu imparatorluk, Halka’nın dışında, Kanyon’un öbür tarafında yaşayan tüm insanları hakimiyeti altında tutuyordu. MacGil ve kendinden önce gelen yedi selefi için Vahşi Diyarlar asla bir tehdit oluşturmamıştı; krallığın bir yüzüğe benzeyen eşsiz coğrafyası, onu dünyanın geri kalanından ayıran bir buçuk kilometre kalınlığındaki derin kanyonu ile bu kanyonun içine MacGil’in emriyle kurulan enerji kalkanı sayesinde, Vahşi Diyarlar’dan korkmak için pek de bir sebepleri yoktu. Onlarca kez saldırmayı deneyen barbarlar ısrarla kalkanı delerek, kanyonu geçmeye çalışmışlardı. Kendisi ve insanları bu halkanın içinde kaldığı sürece herhangi bir tehditten söz edebilmek zordu.

Tabii bu herhangi bir iç tehditle karşılaşılmayacağı anlamına gelmiyordu. Zaten MacGil’i uyutmayan da işte buydu. Bugün şehirde yapılan hazırlıklar, en küçük kızının evlilik töreni içindi. Düşmanlarını kontrol altında tutarak, Doğu ve Batı Halka Krallıkları arasındaki barışı sürdürebilme gayretindeydi.

İki yöne doğru biner kilometre uzanan Halka, tam ortasından bir dağ sırası ile bölünüyordu. Buraya Yüksek Topraklar denirdi. Yüksek Topraklar’ın diğer tarafında yer alan Doğu Krallığı, Halka’nın öbür yarısında hüküm sürüyordu. Asırlardır McCloud hanedanlığı tarafından yönetilen Doğu Krallığı, MacGil’ler ile aralarındaki hassas ateşkes anlaşmasını her zaman bozmaya çalışırdı. Hep bir şeylerden şikayet eden McCloud’lar, Halka’nın kendilerine ait kısmındaki toprakların daha verimsiz olduğunu iddia ederlerdi. Yüksek Toprakları da sürekli tartışma konusu yapan McCloud’lar, tüm dağ sırası üzerinde hak iddia eder ve MacGil’lere ait olan kısmın, kendilerine verilmesini talep ederlerdi. İki taraf arasındaki sınır çatışmaları ve işgal tehditlerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmezdi.

Tüm bunları enine boyuna düşünen MacGil’in sinirleri gerilmişti. McCloud’lar hallerine şükretmeliydiler; çünkü hem verimli topraklarda yaşıyorlar hem de bu topraklar Kanyon tarafından korunuyordu. Halka’nın içinde kendilerine bir yer bulabildikleri için şükretmeliydiler. McCloud’ların saldırmaya cesaret edememesinin tek nedeni, tarihte ilk defa MacGil’lerin bu kadar güçlü bir orduya sahip olmalarıydı. Fakat tüm bilgeliğiyle MacGil, ufukta bir savaşın olduğunu biliyordu; çünkü hiçbir barış bu kadar uzun sürmemişti. MacGil işte bu yüzden en büyük kızını, McCloud’ların en büyük prensiyle evlendirme kararı vermiş ve düğünün gerçekleşeceği gün gelip çatmıştı.

Aşağı baktığı zaman, rengarenk kıyafetleriyle Yüksek Topraklar’ın iki yanından gelen binlerce insanın kale duvarları içine doluşmasını izleyebiliyordu. Aylardır bugün için hazırlanan halka, her şeyin ihtişamlı ve güçlü görünmesi için devamlı tembihlerde bulunulmuştu. Bu alelade bir düğün değil, McCloud’lara yollanacak bir mesajdı da aynı zamanda.

Şehrin stratejik noktalarına yerleşen yüzlerce askerini izleyen MacGil, durumdan hoşnuttu. Onun istediği işte tam da böyle bir güç gösterisiydi. Fakat gene de biraz gergindi; çünkü iki halkın bir araya gelecek olması, çıkacak taşkınlıklara zemin hazırlıyordu. Alkolün verdiği cesaretle birilerinin yanlış bir şeyler yapmamasını umuyordu. Mızrak ve spor müsabakaları için ayrılan alanlarda göz gezdiren MacGil, o gün düzenlenecek eğlenceleri şöyle bir düşündü. Müsabakalar epey gergin geçecekti. Küçük çaplı da olsa bir orduyla gelecek olan McCloud’ların her karşılaşmayı bir gurur meselesine döndüreceğinden şüphesi yoktu. Bunlardan sadece birinde çıkabilecek anlaşmazlık, anında tam teşekküllü bir çatışmaya dönebilirdi.

“Kralım?”

Kraliçenin nazik elini omzunda hisseden Kral, ona doğru döndü ve bunca yılın ardından bile halen gördüğü en güzel kadın olduğunu düşündüğü Kraliçesine baktı. Hükümdarlığı boyunca evli olduğu bu kadın ona üçü erkek, toplam beş çocuk vermiş ve bir kere bile şikayet etmemişti. Daha da önemlisi ise Kraliçe’yi en güvenilir danışmanı olarak görüyordu. Bunca yıl içinde kadının, emrindeki erkeklerin hepsinden daha bilge olduğunu anlamıştı. Hatta kendisinden bile daha bilge.

“Politik açıdan önemli bir gün.” dedi Kraliçe. “Fakat aynı zamanda kızımızın düğünü de. O yüzden keyfini çıkarmaya çalış. Ne de olsa bir kere gerçekleşecek bir olay.”

“Elimde hiçbir şey yokken daha az endişelendirdim.” diye cevapladı Kral. “Fakat artık her şeye sahibiz ve bu yüzden sürekli endişeliyim. Güvende sayılırız. Ama ben hiç öyle hissetmiyorum.”

Kadın ona iri ve ela gözleriyle, merhamet dolu bir bakış attı; sanki dünyanın tüm bilgeliği bu gözlerin içine toplanmıştı. Her zaman mahmur bakışlı olan bu gözlerin etrafı içinde yer yer beyazların olduğu, düz kahverengi saçlarla örtülmüştü. Suratındaki birkaç kırışıklık dışında, yıllar ona iyi davranmıştı.

Kraliçe, “Çünkü güvende değilsin.” dedi. “Hiçbir kral değildir. Sarayımızdaki casus sayısı duymak isteyeceğinizden bile fazla. Çünkü bu işler böyledir.”

Adamı öpüp, gülümsedi.

“Keyfine varmaya çalış. Ne de olsa bu bir düğün.” diyen Kraliçe, surlardan aşağı inmeyi başladı.

Kadının gitmesini izleyen Kral, dikkatini tekrar sarayın içine çevirdi. Kraliçesi haklıydı; tıpkı her zaman olduğu gibi. Bu bir düğündü, hem de çok sevdiği kızının düğünü. Yılın en güzel zamanının, en güzel gününde yapılacak olan düğün, baharın zirveye ulaştığı, yazın ise yavaştan kendini gösterdiği bir zamana denk getirilmişti. Doğa ise cıvıl cıvıldı. Pembe ile morun, turuncu ile beyazın kapladığı ağaçlar her yerdeydi. Adamlarının yanına inip, kızının evlenmesini izlerken, sarhoş olana kadar bira içmekten daha fazla istediği bir şey yoktu.

Fakat buna olanak yoktu. Kalesinden çıkmadan önce yapması gereken bir sürü iş vardı. Ne de olsa kızının evlenmesi bir kral için yerine getirilmesi gereken onlarca sorumluluk anlamına geliyordu. Konseyi ile masaya oturmalı, çocuklarıyla görüşmeli ve onunla görüşmeyi rica eden birçok insana zaman ayırmalıydı. Eğer biraz acele ederse belki gün batımı seremonisine katılacak vakti bulabilirdi.

*

Üzerine en şık kıyafetlerini giyen MacGil’in, siyah kadife pantolon, altın rengi kemer, mor ve altın renkli en kalite kumaşlardan yapılan cübbesinin altına giydiği şık deriden yapılan botları, dizlerine kadar uzanıyordu. Altından yapılma gösterişli bir şeridin tam ortasına konmuş yakut taşından oluşan tacını da kafasına yerleştiren Kral, yanındaki yardımcılarıyla beraber tüm ihtişamıyla kalenin koridorlarında ilerliyordu. Uzun adımlarıyla bir sürü odanın yanından geçerek basamaklardan aşağı inen Kral, önce kraliyet odasının içinden, daha sonra yüksek tavanlı ve mozaik camlarla süslü kabul salonunun devasa kemerinin altından geçti. Bir ağacın gövdesi kadar kalın, eski bir meşe kapının önünde duran Kral’ın yardımcıları hemen yerlerinden fırlayarak, kapıyı onun için açtılar. Burası, Taht Odası’ydı.

Назад Дальше