Arena İki - Морган Райс 6 стр.


“Bu havada mı? Şayet sığınacak bir yer bulamazsak, donarak öleceğiz. Hem, yiyeceğimiz de o kadar süre dayanmaz. Burada kalamayız. İlerlemeye devam etmeliyiz.”

“Vay, demek şimdi de ilerlemek istiyorsun…” diyor.

Dönüp dik dik yüzüne bakıyorum. Gerçekten, iyice sinirlerime dokunmaya başlıyor.

“Peki…” diyor. “Şafakta yola çıkalım. Bu arada, eğer geceyi burada geçireceksek, bir an olsun gardımızı düşürmememiz gerek. Dönüşümlü olarak nöbet tutalım. Önce ben turarım, sonra sen ve ardından da Ben… Şimdi siz gidip uyuyun. Hiçbirimiz uyumadık. Uykuya da ihtiyacımız var. Kabul mü?” diye soruyor Ben’e ve bana bakarak.

“Kabul!” diyorum. Dedikleri doğru..

Ben cevap vermiyor; kendi dünyasında kaybolmuşcasına öylece durmuş bakıyor.

“Hey!” diye bağırıyor Logan sert bir şekilde ve ayağına hafifçe vuruyor. “Sana diyorum! Kabul mü?

Ben, yavaşça dönüp ona bakıyor boş bir ifadeyle ve kafasıyla onaylıyor. Ama konuşulanları gerçekten anlayıp anlamadığından pek de emin değilim. Ben için üzülüyorum. Sanki ruhu tamamen başka bir yerde gibi… Erkek kardeşine olanlardan ötürü üzüntü ve suçluluk duygusu içinde olduğu açıkça görünüyor. Neler hissettiğini anlamama imkan yok.

“Güzel!” diyor Logan. Mermilerini kontrol ediyor, silahını hazırlıyor ve bottan atlayıp arka tarafımızdaki iskeleye iniyor. Bot sallanıyor ama kıyıdan uzaklaşmıyor. Logan iskeleye inip etrafı kolaçan ediyor. Ardından, tahtadan bir yere oturarak, kucağında silahı, kararan gökyüzüne bakıyor.

Ben de Bree'nin yanına oturup ona sarılıyorum. Rose da yanıma yanaşıyor, diğer kolumla da ona sarılıyorum.

“Güzelce dinlenin. Yarın, uzun bir yol bizi bekliyor.” diyorum.  Öte yandan içimden, acaba bu gece karadaki son gecemiz mi olacak diye düşünüyorum. Hatta, acaba yarın olacak mı diye…

“Sasha'yı gömmeden uyumam.” diyor Bree.

Sasha… Neredeyse unutmuştum.

Botun diğer ucunda, donmuş cesediyle uzanan köpeğimize bakıyorum. Onu buraya getirdiğimize hala inanamıyorum. Bree, gerçekten sadık bir sahip!

Bree ayağa kalkıp botun sessizce diğer ucuna gidiyor ve Sasha'nın yanıbaşında duruyor. Yere çömelerek Sasha'nın başını okşuyor. Ay ışığı altında gözleri doluyor.

Ben de gidip yanına çömeliyorum. Bizi koruduğu için sonsuza kadar minnettar kalacağım başını ben de son kez okşuyorum.

“Onu gömmene yardım edebilir miyim?” diye soruyorum.

Bree, gözünden dökülen yaşlarla birlikte, başıyla bana onay veriyor.

Birlikte Sasha'yı yerden kaldırıp botun yan tarafına doğru götürüyoruz. İkimizde onu sanki hiç bırakmak istemiyormuşuz gibi sımsıkı tutuyoruz… Aşağıda hafif hafif dalgalanan Hudson Nehri'nin dondurucu ve karanlık sularına bakıyorum.

“Söylemek istediğin bir şey var mı?” diye soruyorum. “Onu yolcu etmeden önce…”

Bree ağlayarak yere bakıyor. Ay ışığı, Bree'nin yüzüne vuruyor. Tıpkı bir melek gibi görünüyor.

“Çok iyi bir köpekti. Benim hayatımı kurtardı. Umarım, artık çok mutlu olacağı bir yere gider ve umarım, onu bir daha görebilirim.” diyor, üzüntüden ara ara kesilen ses tonuyla.

Bottan aşağı iyice uzanarak Sasha'yı yavaşça suyun içine bırakıyoruz. Suya giren vücudu küçük bir sıçrama oluşturuyor. Bir iki saniye su yüzünde kalan bedeni yavaşça suya gömülmeye başlıyor. Hudson Nehri'nin akıntısı o kadar güçlü ki onu çok geçmeden açıklara doğru sürüklüyor. Ay ışığı altında yavaş yavaş uzaklaşan, çoğu suya gömülü olan Sasha'nın cansız bedenini izliyoruz. Kalbimin sızladığını hissediyorum. Bana, Bree'yi neredeyse sonsuza dek kaybedeceğim o anı ve ardından, tıpkı Sasha gibi, Hudson Nehri'ne sürüklenişimizi hatırlatıyor.

*

Aradan kaç saat geçti bilmiyorum ama gecenin bir yarısı… Botun bir köşesinde Bree ve Rose'a sarılmış bir vaziyette düşünüyorum. Uyku tutmuyor. Sasha'yı yolcu ettiğimizden beri hiç kimse tek bir kelime etmedi. Hepimiz öylece bir köşede sağır eden bir sessizlikle oturuyoruz. Sadece sağa sola sallanan botun çıkardığı ses var. Bizden birkaç adım ileride oturan Ben de kendi düşünce dünyasında kaybolmuş durumda. Bir diriden çok bir ölüyü anımsatıyor; bazen ona baktığımda,  sanki yürüyen bir hayalete bakıyormuşum gibi hissediyorum. Çok tuhaf, aynı yerde birlikte oturuyoruz ama birbirimizden dünyalar kadar uzağız.

İlk nöbet görevini üstlenen Logan ise yaklaşık 10 metre ileride, elinde silahıyla pür dikkat etrafı izlemekte. Onu bir asker gibi hayal edebiliyorum. İlk nöbeti alarak bizi koruduğu için ona minnettarım. Yorgunum, tüm kemiklerim ağrıyor. Bu nedenle, nöbet sırasının bana gelmesini hiç istemiyorum. Dinlenmek için uyumam gerektiğinin farkındayım ama uyuyamıyorum. Bree kollarımda, öylece uzanmış durumdayım fakat aklımdan bin bir düşünce geçiyor.

Dünyanın ne denli, ne denli çılgın bir hal aldığını düşünüyorum. Tüm bunların gerçek olduğuna neredeyse inanamıyorum. Sanki, asla sonu olmayan bir kabus gibi… Kendimi ne zaman güvende hissetsem, yeni bir şeyler oluyor. Olanları düşününce, Rupert'ın beni rehin aldığında ölmekten kıl payı kurtulmayı başarmış olduğuma inanamıyorum. Ona acıyıp, bizimle gelmesine izin vermekle tam bir budalalık ettim! Neden o şeyleri yaptığını anlayamıyorum. Ne elde etmeyi bekliyordu? Tek başına yiyeceklere sahip olmak için hepimizi öldürüp botla ortadan kaybolmayı düşünecek kadar çaresiz miydi? Başarsaydı, nereye gidecekti? Yoksa tüm bunların aksine, sadece şeytan ruhlu biri miydi? Belki de bir piskopat? Ya da yıllarca açlıktan ve soğukta kalmaktan kafayı sıyırmış 'iyi' bir adam?

En sonuncusuna, özünde iyi biri olduğuna ama şartlar yüzünden o hale geldiğine inanmak istiyorum. Öyle umuyorum. Ama artık bunu öğrenmek imkansız.

Gözlerimi kapattığımda, ölümün eşiğine geldiğim o an geliyor gözlerimin önüne ve o bıçağın metal soğukluğunu hissediyorum boğazımda. Bir daha asla kimseye güvenmeyeceğim. Kimse için durmayacağım. Kimseye inanmayacağım. Artık sadece bizim; Bree, Rose, ben ve diğerlerinin, hayatta kalmamıza odaklanacağım. Artık kimseye şans vermek yok. Başka risk almak yok. Bu, duygusuz olmam anlamına bile gelse, artık umrumda değil.

Başımıza gelenleri düşündüğümde, Hudson Nehri üzerinde geçirdiğimiz her saatin bir ölüm kalım mücadelesi içinde geçtiğini fark ediyorum. Kanada'ya kadar nasıl gitmeyi başaracağımızı aklım almıyor bile. Önümüzdeki birkaç gün hayatta kalmayı başarırsak, birkaç kilometre daha ilerlemeyi başarırsak şükredeceğim resmen. Zira, şansımızın çok da yüksek olmadğının farkındayım. Birlikte son gecemiz olması korkusuyla, Bree'ye daha sıkı sarılıyorum. Öleceksek eğer, en azından, köle ya da tutsak olarak değil, ayaklarımızın üzerinde, sonuna kadar mücadele ederek öleceğiz.

“Çok korkutucuydu.” diyor Bree.

Karanlıkta aniden çıkan sesi beni ürkütüyor. Öylesine yumuşak bir ses tonuyla söylüyor ki konuşup konuşmadığından emin olamıyorum. Saatlerdir tek bir kelime bile etmemişti. Bu yüzden, uyuduğunu sanıyordum.

Dönüp yüzüne baktığımda, hala korkunun barındığı gözleriyle bana baktığını görüyorum.

“Korkutucu olan neydi Bree?”

Konuşmadan önce başını sallayıp birkaç saniye duraksıyor. Olanları hatırladığını anlıyorum.

“Beni yakaladılar. Tamamen tek başımaydım. Ardından, beni bir otobüse bindirdiler ve oradan da bir bota. Hepimiz birbirimize zincirliydik. Çok soğuktu. Hepimiz korku içindeydik. Beni alıp o eve götürdüler. Gördüklerimi söylesem inanamazsın. Diğer kızlara yaptıklarını… Hala çığlıkları kulağımda. Tüm bunları aklımdan çıkaramıyorum.”

Dudakları titriyor ve ağlamaya başlıyor.

Resmen yüreğimin parçalandığını hissediyorum. Yaşadıklarını hayal bile edemiyorum. Onun artık bunları düşünmesini istemiyorum. Sonsuza kadar silinmeyecek bir yara aldı; benim yüzümden…

Sıkıca sarılıp alnından öpüyorum.

“Şştt…” diye fısıldıyorum. “Geçti.. Hepsi geride kaldı. Düşünme bunları artık.”

Ne dersem diyeyim ağlamaya devam ediyor.

Bree, başını iyice göğsüme yaslıyor. O ağladıkça ben onu elimle teskin etmeye çalışıyorum.

“Çok özür dilerim tatlım…” diyorum. “Çok, çok özür dilerim.”

Keşke tüm bunları ondan alabilsem, ona unutturabilsem. Ama yapamam. Artık tüm bunlar, onun bir parçası. Onu daima korumak istiyordum, her şeyden korumak istiyordum. Ama şimdi, yüreği korkularla dolu çarpıyor.

Onu teskin etmeye çalışırken keşke şimdi burada değil de başka yerde olsaydık diye geçiriyorum içimden. Keşke her şey eskisi gibi olsa. Geçmişteki gibi… Dünyanın, güzel olduğu zamanlardaki gibi… Ailemizle birlikte olduğumuz zamanlardaki gibi… Ama bu imkansız. Şimdi, buradayız.

Ve içimde, her şeyin daha da kötüye gideceği yönünde bir his var.

*

Uyandığımda sabah olduğunu fark ediyorum. Zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini ya da nasıl bu kadar uyuduğumu anlamıyorum. Botun içinde şöyle bir çevreme bakınca şaşırıyorum. Neler olduğunu anlamıyorum. Botumuz hareket halinde. Bu koca Hudson Nehri'nin ortasında yol almaktayız. Botun içinde sadece Bree ve ben varız. Diğerlerinin nerede olduğunu bilmiyorum. Buraya nasıl geldiğimizi anlamıyorum.

İkimiz de botun ucundan ufka bakıyoruz. Peşimizde hızla bize doğru gelen köle avcılarının botlarını görüyorum.

Hemen bir şeyler yapmak istiyorum ama o anda, ellerimin arkadan bağlı olduğunu fark ediyorum. Arkamı dönüp baktığımda, botumuzun içinde birkaç köle avcısının olduğunu, beni arkadan kelepçelediklerini görüyorum. Çok uğraşsam da hiçbir sonuç alamıyorum.

Köle avcılarının botlarından biri yanaşıyor. İçinden yüzü maskeli bir köle avcısı inip bizim bota geçiyor ve Bree'yi alıyor. Bree debelense de o adamla başa çıkamıyor. Onu tek koluyla kaldırıp götürmeye başlıyor.

“BREE! HAYIR!” diye bağırıyorum.

Son gücümle çabalasam da hiçbir yere varamıyorum. Beni sıkı sıkıya orada tutuyorlar. Tekmeler ve çığlıklar arasında Bree'nin diğer bota götürülmesini hiçbir şey yapamadan izlemek zorunda kalıyorum. Ardından, botları Manhattan'a doğru yol alarak uzaklaşıyor. Çok geçmeden, gözden kayboluyor.

Gitgide benden uzaklaşan kardeşimin ardından bakarken, artık onu temelli kaybettiğimi düşünüyorum.

Resmen paramparça oluyorum. Kardeşimi bana geri vermeleri için gözyaşları içinde yalvarıp yakarıyorum.

Kan ter içinde uyanıyorum. Nefes almakta güçlük çekerek dimdik oturup neler olduğunu anlamak için etrafıma bakıyorum.

Rüyaymış… Bree hala yanıbaşımda, diğerleri de uyumakta. Hepsi bir rüyaymış. Kimse gelmemiş. Kimse Bree'yi benden almamış.

Nefes alışımı kontrol etmeye çalışıyorum; kalbim deli gibi atıyor. Kalkıp ufka doğru bakıyorum. Ufuk hafif gümüşi, şafak sökmeye başlamış. Rıhtıma dönüp baktığımda Ben'in nöbette olduğunu görüyorum. O an, gece Logan'ın beni uyandırdığını ve nöbeti benim devraldığımı hatırlıyorum. Sonrasında da, Ben'i uyandırıp silahı verdiğimi ve nöbeti devrettiğimi hatırlıyorum. Nöbet değişiminin ardından uyuyakalmış olmalıyım.

Ben'e baktığımda, hafif yana doğru eğik olduğunu fark ediyorum. Şafağın soluk ışıklarıyla, onun da orada uyuyakaldığını görebiliyorum. Nöbet tutması gerekiyordu. Şu an tamamen savunmasızız.

Birdenbire, karanlığın içinde bir hareketlilik, bir gölgelenme seziyorum. Sanki bir grup insan ya da yaratık bize doğru yaklaşıyor. Acaba, gözlerimin beni yanıltması mı diye düşünüyorum.

Ama tam o esnada, kalbim deli gibi çarpmaya, dudaklarım kurumaya başlıyor. Göz yanılması olmadığını anlıyorum.

Tamamen savunmasız bir durumdayız ve birileri bizi kapana kıstırıyor.

B E Ş

“BEN!” diye bağırıyorum oturduğum yerden.

Ama çok geç! Saniyeler içinde saldırıyorlar.

Bir tanesi, Ben'i esir alıyor; diğer ikisi ise koşarak bizim bota atlıyorlar.

Bu hareket sonrası bot, sert bir şekilde sarsılıyor.

Logan uyanıyor, ama çok geç. Adamlardan biri direk ona doğru giderek kalbinin tam ortasına bıçağını dayıyor.

Hemen reflekslerim devreye giriyor. Elimi belime atıp bıçağımı çıkarıyorum ve ileri doğru fırlatıyorum. Bıçak uçarak botun diğer ucuna gidiyor.

Kusursuz bir atış! Adamın Logan'ı öldürmesine ramak kala bıçak adamın tam boğazına isabet ediyor. Cansız bedeni Logan'ın üstüne yıkılıyor.

Logan doğrularak üzerindeki cesedi fırlatıyor ve ceset, büyük bir sıçramayla suya düşüyor. Neyse ki cesedi fırlatmadan önce adamın boğazına saplanan bıçağımı almayı da ihmal etmiyor.

İki köle avcısı daha bana doğru hızla geliyor. Elime aldığım fenerle bu gelenlerin insan değil mutant olduklarını görüyorum. Yarı insan, yarı değişik değişik bir yaratık… Savaş zamanında mutasyona uğrayanlardan… Aklını kaybedenlerden… Onları görünce ürküyorum çünkü  bu yaratıklar, Rupert gibilerinin aksine, daha güçlü, daha acımasız oluyorlar. Kaybedecek hiçbir şeyleri olmuyor.

Bir tanesi, Bree ve Rose'a doğru yöneliyor. Buna izin veremem. Ona doğru koşup çelme takıyorum.

İkimiz birden sertçe yere düşüyoruz. Düşüşümüzün etkisiyle bot hızla sarsılıyor. Gözümün bir ucuyla, ötede Logan'ın diğer yaratığın üzerine atlayarak onu sertçe yere devirdiğini ve ardından suya fırlattığını görüyorum.

İkisini durudurmayı başarmıştık ama o esnada, üçüncüsü süratle yanımızdan geçiyor.

Benim çelme taktığım yaratık beni tersten tutarak yere fırlatıyor ve ardından üzerime çıkıyor. Çok güçlü! Gerilerek yüzüme sert bir yumruk indiriyor. Yanağımın uyuştuğunu hissediyorum.

Hızlı düşünmem gerek. Hemen iki bacağının arasına dizimi indiriyorum.

Mükemmel bir vuruş! O acı içinde kıvranırken ben, iyice gerilip tam suratının ortasına dirseğimi indiriyorum. Bir çatlama sesi… Sanırım elmacık kemiğini kırdım. Öylece yere yığılıveriyor.

Vakit kaybetmeden onu sürükleyerek suya atıyorum. Bu biraz aptalca bir hareket oluyor. Onu suya atmadan önce üzerindeki silahları almalıydım. Onun suya düşmesiyle, botumuz şiddetli bir şekilde sarsılıyor.

Ardından, sonuncuya yöneliyorum. Logan da öyle…

Ama ikimiz de yeteri kadar hızlı olamıyoruz. Rüzgar gibi geçerek, nedendir bilmiyorum, direk Bree'ye saldırıyor.

Penelope hırlayarak havaya sıçrıyor ve dişlerini mutantın bileğine geçiriyor.

Mutant, onu bileğinden düşürmek için sallıyor. Penelope direnmeye devam ediyor ama mutant, sonunda öyle sert bir şekilde kolunu savuruyor ki Penelope botun diğer tarafına düşüyor.

Ben ona ulaşamadan o, Bree'nin işini bitirmiş olacak. Zamanında yetişemeyeceğimi anlayınca kalbim duracak gibi oluyor.

Rose, Bree'yi kurtarmak üzere adamın üstüne atlıyor. Rose'u tutup havaya kaldırıyor ve o pis dişlerini Rose'un koluna geçiriyor.

Adamın, dişleriyle etini koparmasının üzerine Rose tüyler ürpertici bir çığlık atıyor. Mide bulandırıcı, berbat bir manzara bu! Hayatımın sonuna kadar aklıma kazılı kalacağından, asla unutamayacağımdan eminim.

Adam, tekrardan Rose'u ısırmak için uzanıyor ama bu sefer zamanında yetişiyorum. Cebimden yedek bıçağımı çıkararak tam fırlatmaya hazırlanıyorum ki Logan benden önce davranıp, nişan aldığı tabancasıyla adama ateş ediyor.

Adamı kafasının arkasından vurmasıyla her tarafa kan sıçrıyor. Adam yere yığılıyor. Logan, yanına giderek cesedi alıyor ve suya fırlatıyor.

Назад Дальше