Arena Bir - Морган Райс 5 стр.


Balığı ateşin yanına götürüyorum. Nasıl pişireceğimi bilmiyorum ama bir süre ateşin üzerine koyarak pişmesini beklesem, sonra diğer tarafı için aynısını yaparsam pişer diye umuyorum. Bree aklımı okumuş olacak ki hemen mutfağa koşup sivri bir bıçak ve iki tane uzun şiş getiriyor. Balığın parçalarını şişe geçirdikten sonra kendininkini ateşin üzerine doğru tutuyor. Ben de aynısını yapıyorum. Bree, bu tip işlere karşı her zaman benden daha yatkın olmuştur ve ben bu durumdan oldukça memnunum. Zaten hep iyi bir ikili olmuşuzdur.

Ateşin karşısında kendimizden geçmiş bir halde duruyoruz. Şömineye doğrulttuğumuz şişler kollarımızı ağrıtmaya başlayınca geri çekiyoruz. Odanın içine balık kokusu doluyor ve on dakika sonra karnıma saplanan ağrıyla beraber açlığım zirveye çıkıyor. Artık olmuştur diye karar veriyorum; ne de olsa insanlar her gün çiğ balık yiyorlar, tadı ne kadar kötü olabilir ki? Benimle aynı fikirde olan Bree ile birlikte balıklarımızı tabağa yerleştirip, yere oturuyoruz ve sırtlarımızı koltuğa dayayıp, ayaklarımızı da ateşe doğru uzatıyoruz.

"Dikkat et." diye uyarıyorum. "İçinde halen bir sürü kılçık var."

Kılçıkları çekiyorum, Bree de aynısını yapıyor. Çoğu temizlendikten sonra dokunmak için fazla sıcak olan pembe etten küçük bir ısırık alıyorum ve kendime geldiğimi hissediyorum.

Tadı epey iyi aslında. Biraz tuz veya baharat ister ama en azından taze ve iyi pişmiş bir halde. Çok ihtiyaç duyduğum proteinin vücudumda yayıldığı hissedebiliyorum. Bree aç bir kurt gibi kendi payını silip süpürdükten sonra suratında oluşan mutluluğu seçebiliyorum. Arkasında oturan Sasha gözlerini dikmiş, dudaklarını yalıyor. Bree kopardığı iri bir parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra Sasha'ya uzatıyor. Sasha hemen çiğnemeye koyuluyor ve lokmayı yutup, yalanmaya başlıyor ve gözlerini Bree'ye dikip, daha fazlasını istiyor.

"Sasha, gel kızım." diyorum.

Koşarak yanıma geliyor. Kopardığım parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra ona veriyorum; anında yutuyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan balığım bitiyor bile, Bree'ninki de aynı durumda. Karnımın halen gurulduyor oluşuna şaşırıyorum. Şimdiden keşke daha fazla tutsaymışım demeye başlıyorum. Gene de bu, haftalardır yediğimizden çok daha iyi bir yemekti. Buna bile razı olmak gerek, diye düşünmeye çalışıyorum.

Aklıma besi suyu geliyor. Yerimden fırladığım gibi termosu sakladığım yerden çıkarıyorum ve Bree'ye uzatıyorum.

"İç bakalım." gülüyorum, "İlk yudum senin."

"Nedir bu?" diye soruyor. Kapağını açıp, burnuna yaklaştırıyor. "Hiçbir kokusu yok."

"Akçaağaçtan çıkardım." diyorum. "Şekerli suya benziyor.

Ama ondan daha iyi."

Tereddüt içinde bir yudum aldıktan sonra gözleri zevkten parlıyor. "Tadı inanılmaz!" diye haykırıyor. Birkaç büyük yudum aldıktan sonra durup, termosu bana uzatıyor. Ben de dayanamayıp, büyük yudumlar alıyorum. Şekerin verdiği zindelik tüm vücuduma yayılıyor. Öne doğru eğilip, biraz da Sasha'nın kabına döküyorum; hepsini yalıyor ve suratından anladığım kadarıyla o da bu tada bayılıyor.

Fakat ben hala açım. Nadiren başıma gelen iradesizlik anlarından birini yaşıyorum. Aklıma reçel kavanozu geliyorum ve neden olmasın, diyorum. Ne de olsa dağın tepesindeki kulübemizde bunlardan bir sürü var ve eğer bu gece kutlama yapmayacaksak, ne zaman yapacağız?

Reçel kavanozunu aşağı indirip, kapağını açıyorum ve büyük bir lokma alıyorum. Dilimin üzerine koyduktan sonra yutmadan önce onu orada tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum. Tadı, sanki cennetten gelmiş bir şey gibi. Halen yarısı dolu olan kavanozu Bree'ye uzatıyorum. "Keyfine bak, bitir. Yeni evimizde daha bir sürü var." diyorum.

Bree kavanoza uzanırken gözleri şaşkınlıkla açılıyor. "Emin misin?" diye soruyor. "Sence saklamamız gerekmez mi?"

Kafamı sallıyorum. "Kendimize bir kıyak geçmenin vakti geldi."

Bree'nin ikna edilmeye pek de ihtiyacı yok. Birkaç dakika içinde Sasha'ya ayırdığı büyük bir lokma haricinde hepsini yiyor.

Sırtlarımızı koltuğa dayamış, bacaklarımızı ateşe uzatmış bir halde uzanıyoruz. En sonunda vücudumun rahatladığını hissediyorum. Balık, besi suyu ve reçel derken, nihayet gücümün geri döndüğünü hissediyorum. Sasha'nın kafası kucağında, çoktan sızmaya başlamış Bree'ye bakıyorum. Hastalığı belki geçmemiş olabilir ancak, uzun zamandan beri ilk defa gözlerinde umudu görebiliyorum.

"Seni seviyorum, Brooke." diyor yumuşak bir sesle. "Ben de seni seviyorum." diye karşılık veriyorum. Ancak ben cümlemi tamamlayamadan, uykuya dalıyor.

* * *

Bree ateşin karşısında kanepeye uzanmış uyurken, ben de arkasındaki koltukta oturuyordum; bu, aylar içinde geliştirdiğimiz bir alışkanlık. Odasında tek başına uyumaktan korkan Bree, her gece önce kanepeye kıvrılıyor. Ben de sızana kadar ona eşlik ediyor, daha sonra da yatağına taşıyorum. Çoğu geceler ateş yakmasak bile bu adetimizden vazgeçmedik.

Bree hep kabuslar görüyor. Eskiden böyle değildi; savaş zamanından önce, kolayca uykuyu daldığı geceleri hatırlıyorum.

Hatta bununla dalga geçer, arabada, kanepede, kitap okurken, kısacası herhangi bir yerde uykuya dalabildiği için ona "uykucu Bree" diye takılırdım. Ancak şimdi durum çok farklı; artık uzun saatler boyunca uykusuz bir şekilde dolanıyor ve uyuduğu zamanlar ise yatakta dönüp, duruyor. Çoğu geceler ince duvarlardan gelen sayıklamalarını ve çığlıklarını duyuyorum. Fakat kim onu suçlayabilir ki? Gördüğümüz bunca korkunç şeyden sonra aklını tümüyle yitirmemiş olması bile bir mucize. Ben bile çoğu geceler huzurlu bir şekilde uyuyamıyorum.

Bir şeyler okuduğum zaman biraz daha iyi uyuyor. Şansımıza, kaçmadan önce Bree'nin aklına en sevdiği kitabı yanına almak gelmişti. Cömert Ağaç. Bu kitabı ona her gece okurdum. Artık her satırını çok iyi bildiğim bu kitabı, yorgun olduğum geceler gözlerimi kapatır ve ezberimden okurdum. Neyse ki kısa bir kitaptı.

Koltuğa iyice gömülüyorum, üzerimde bir uyku mahmurluğu, kitabın yıpranmış kapağını açıp, okumaya başlıyorum. Kulaklarını dikmiş şekilde Bree'nin yanında yatan Sasha da sanki beni dinleyecekmiş gibi görünüyor.

"Bir zamanlar bir ağaç varmış ve küçük bir çocuğu çok severmiş. Bu küçük çocuk her gün ağacın yanına gelir, düşen yapraklarını toplayıp kendine bunlardan bir taç yapar ve ormanın kralı oymuş gibi oyunlar oynarmış."

Baktığım da Bree'nin çoktan kanepede uykuya dalmış olduğunu görüyorum. Rahatlıyorum. Çabucak uyumasının nedeni belki ateş, belki de yemektir. Şu an iyileşmek için en çok

ihtiyaç duyduğu şey bu uyku. Boynumu ısıtacak şekilde sardığım yeni atkımı katlayarak, nazikçe üstüne örtüyorum. Sonunda küçük vücudu titremeyi kesiyor.

Ateşe son bir kütük daha attıktan sonra koltuğa yerleşip, kafamı ateşe doğru çeviriyorum. Yavaşça sönen alevleri izlerken, keşke daha fazlasını getirseymişim diye hayıflanıyorum. Ama çok da önemli değil. Hem böylesi daha güvenli.

Koltukta keyfime bakarken kütüklerden biri çatırdayıp, etrafa kıvılcımlar saçıyor ve ben yıllardan beri olmadığım kadar kendimi rahatlamış hissediyorum. Bazı zamanlar, Bree uyuduktan sonra kendi kitabımı alır ve okumaya başlarım. Gözümün ucuyla yerde yatan kitaba bakıyorum. Sineklerin Tanrısı. Geriye kalan tek kitabım bu. O kadar yıpranmış bir haldeki, sanki yüz yıl önce basılmış gibi duruyor. Dünyada okuyabileceğiniz tek bir kitabınızın kalmış olması ilginç bir durum. Ne kadar çok şey konusunda hazıra konduğumu hatırlayıp, kütüphanelerin halen var olduğu günleri özlemle hatırlıyorum.

Bu gece bir şeyler okuyamayacak kadar heyecanlıyım. Kafam yarın olacak şeylerle ilgili o kadar dolu ki dağın tepesinde başlayacağımız yeni yaşantımızla ilgili şeyler düşünüyorum sürekli. Buradan diğer eve götüreceğimi şeyleri ve onları oraya nasıl taşıyacağımı çözmeye çalışıyorum. İlk olarak kap kacak, kibrit, geriye kalan birkaç mum, çarşaflar ve döşekler gibi önceliklerimiz geliyor aklıma. Bunların dışında zaten ne giyecek fazla bir kıyafetimiz ne de kitaplarımız dışında şahsımıza ait bir eşyamız var. Ev, buraya ilk geldiğimiz zaman da bomboştu, o yüzden yanımızda götürecek hatıra değeri taşıyan bir şeyimiz de yok. Bu koltuk ve kanepeyi de götürmek istiyorum ama bunu yapmak için Bree'ye ihtiyacım olacak ve bunun için de onun iyice iyileşmesini beklemem gerek. Hepsini adım adım yapmamız gerekecek. Önce olmazsa olmazları, daha sonra ise mobilyaları götüreceğiz. Yukardaki yerimize sağ salim yerleştiğimiz sürece benim için sorun yok. Çünkü en önemlisi bu.

Kulübeyi şu an olduğundan bile daha güvenli yapmanın yollarını düşünmeye başladım. Açık pencereleri istediğimiz zaman kapatabilmek onlara kepenk yapmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Etrafa bakınarak, işe yarayabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Kepenkler için menteşelere ihtiyacım olacak. Oturma odasındaki kapının menteşelerini gözüme kestiriyorum, belki bunlar işime yarayabilir. Hatta elim değmişken belki tahta kapıyı da testereyle kesebilirim.

Etrafa dikkatle baktığım zaman, kullanabileceğim daha çok şey görmeye başlıyorum. Babamın garajda bıraktığı, içinde testere, çekiç, tornavida hatta bir kutu da çivinin bulunduğu alet çantası aklıma geliyor. Bu kutu sahip olduğumuz en kıymetli eşyalardan biri ve aklımın bir köşesine almam gereken ilk şeyin o olduğuna dair bir not düşüyorum.

Tabii son olarak da motosiklet. Kafamda en ağır basan şey bu motosiklet; ne zaman ve nasıl taşınmalı? Onu geride bıraktığım fikrine, bir an bile olsa, dayanamıyorum. Bu yüzden oraya ilk gidişimizde onu da götüreceğim. Fakat onu çalıştırıp, tüm dikkatleri üzerime çekme riskini göze alamam. Ayrıca dağ yolu onu süremeyeceğim kadar yokuş. Bunun ne kadar zor olacağını şimdiden tahmin edebiliyorum, özellikle bu karlı havada. Fakat başka bir yolum yok. Eğer Bree hasta olmasaydı bana yardım edebilirdi. Ancak şu haliyle bir şeyler taşımasını geçtim, belki de onu sırtıma alıp taşıyan ben olacağım. Yola çıkmak için yarın geceyi, karanlığın iyice çökmesini beklemekten başka şansımızın olmadığını anlıyorum. Bu yaptığım belki de sadece paranoyaklık. Birinin bizi izliyor olması uzak bir ihtimal fakat, tedbirli olmak her zaman iyidir. Bu dağlarda bizden başka da hayatta kalanlar olduğunu bildiğim için bu önemli. Bundan eminim.

Buraya geldiğimiz ilk günü hatırlıyorum. İkimiz de dehşet içinde, yalnız ve tükenmiştik. O gece ikimiz de aç bir halde yataklarımıza yatmıştık ve ben hayatta kalmayı nasıl başaracağımızı merak etmiştim. Manhattan'dan ayrılarak, annemizi terk etmek ve her şeyi geride bırakmak acaba bir hata mıydı?

Burada uyandığım ilk sabah, kapıyı açtığım zaman gördüğüm şey karşısında şaşkına dönmüştüm: ölü bir geyiğin leşi. Önce, dehşete kapılmıştım. Bunun bir tehdit veya uyarı olduğunu, varlığımızı buralarda istemeyen birinin, gitmemiz için bize gözdağı verdiğini düşünmüştüm. İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, durumun hiç de böyle olmadığını anladım: bu aslında bir hediyeydi. Birisi, bizi izliyor olmalıydı. Ne kadar çaresiz bir durumda olduğumuz görmüş ve inanılmaz bir cömertlik örneği sergileyerek bize, haftalarca karnımızı doyurmaya yarayacak avını vermeye karar vermişti. Bunun, onun için ne kadar değerli olduğunu tahmin bile edemiyorum.

Dışarı çıktığımı, dağın etrafına, ağaçların üstüne dikkatle bakarak, birden birinin çıkıp, bana el sallamasını beklemiştim. Ancak böyle bir şey olmadı. Tek gördüğüm şey ağaçlardı ve dakikalarca orada durduğum halde duyduğum tek şey ise, sessizlikti. Ama biliyordum, biliyordum işte, izleniyordum. Bu dağlarda tıpkı bizim gibi hayatta kalmaya çalışan insanlar olduğundan emindim.

O günden beri, bu dağlarda kendi başlarına yaşayan, başkalarının işlerine burnunu sokmayan, köle avcılarına yakalanmamak için birbirleriyle asla iletişim kurmayan gizli bir teşkilatın üyesi olmaktan bir çeşit gurur duymuşumdur. Sanırım hayatta kalan diğerleri bunu, bu şekilde başardılar: hiçbir şeyi şansa bırakmayarak. En başta, bunu anlamamıştım. Fakat şu an ise bunu takdir ediyorum. O zamandan beri, kimseyi görmemiş olsam bile, asla kendimi yalnız hissetmedim.

Fakat bu benim daha da tedbirli olmama sebep oldu; şu diğer hayatta kalanlar, eğer halen hayattalarsa, en az bizim kadar aç ve çaresiz olmalılar. Özellikle bu kış aylarında. Kim bilir, belki açlık, belki ailelerine bakma zorunluluğu, bu insanlardan bazılarını çaresizliğin sınırlarına kadar getirmiş ve yardımsever yanları, yerini tamamen hayatta kalma içgüdülerine bırakmıştır. Bree, Sasha ve benim yaşadığımız açlığın, kafama nasıl da umutsuzca fikirler sokabildiğini çok iyi biliyorum. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmayacağız ve gece vakti harekete geçeceğiz.

İşler yolunda gidecek gibi. Sabah oraya yalnız başıma tekrar çıkarak, kimsenin içeri veya dışarı çıkmadığından emin olmak için keşfe çıkmalıyım. Ayrıca geyiği gördüğüm yere gitmeli ve geri dönmesini beklemeliyim. Zor olduğunu biliyorum ama eğer onu tekrar bulur ve öldürebilirsem, eti haftalarca karnımızı doyuracaktır. Yıllar önce bize sunulan ilk geyiği heba etmiştim çünkü derisini nasıl soyacağım, etinin ne şekilde kesilmesi gerektiğini ve bozulmadan nasıl saklayabileceğimi bilmiyordum. Koca geyikten sadece tek bir öğün çıkarıp, gerisini yüzüme gözüme bulaştırmışım ve aynı hatayı tekrar yapmamaya kararlıyım. Bu sefer, özellikle hava böyle karlıyken, etini saklamanın bir yolunu bulacağım.

Cebime uzanıp, babamın ayrılmadan önce bana verdiği çakıyı çıkarıyorum; adının baş harflerinin ve Deniz Piyadeleri logosuyla süslenmiş paslı sapını, buraya geldiğimiz her geceden beri yaptığım gibi ovuyorum. Kendi kendime, onun halen hayatta olduğunu söylüyorum. Bunca yıldan sonra onu görme şansımın sıfıra yakın olduğunu bilsem bile, bu ihtimali kafamdan çıkarıp atamıyorum.

Her gece, babam keşke gitmeseydi, savaşa gönüllü olarak katılmasaydı diye düşünürüm. En başından beri aptalca bir savaştı. Nasıl başladığını asla tam olarak anlamamıştım ve halen de bilmiyorum. Babamın bana defalarca anlatmış olmasına rağmen, gene de anlamamıştım. Belki yaşımla alakalıdır. Belki de yetişkinlerin birbirlerine ne kadar düşüncesizce şeyler yapabildiğini anlayamayacak kadar gençtim.

Babamın anlattığına göre, bu ikinci Amerikan Sivil Savaşı'ydı. Fakat bu seferki Kuzey ve Güney arasında değil de, politik partiler arasında gerçekleşiyordu. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında. Bunun uzun zamandan beri beklenen bir savaş olduğunu söylemişti. "Son yüz yıldır." demişti, "Amerika iki farklı ulus olarak kutuplaşmakta; aşırı sağ ve aşırı sol." Zaman içinde bu farklılıklar öylesine derinleşmiş ki, Amerika, birbirine zıt fikirlerin ikiye böldüğü bir ulus haline dönüşmüştü.

Babamın dediğine göre, solda yer alan insanlar, yani Demokratlar, devletin sürekli büyümesini istiyor ve vergileri yüzde 70'e kadar çıkararak, insanların hayatlarının her safhasına müdahale edebilmek istiyorlarmış. Öte yandan, Cumhuriyetçiler ise tüm vergileri kaldırmayı, insanları rahat bırakıp, kendi geçimlerini istedikleri gibi sağlayabilme hakkını onlara tanımak niyetindelermiş. Zaman içinde bu iki farklı ideoloji, uzlaşmak yerine birbirlerinden iyice ayrı düşmeye başlamışlar. İşleri o kadar ileri bir noktaya götürmüşler ki artık iki taraf da sağlıklı düşünemez olmuş.

Назад Дальше