Sahiplenilmiş - Морган Райс 4 стр.


Caitlin bilmeceyi tekrar okudu, ardından Caleb duyabilsin diye sesli bir şekilde tekrarladı.

Caitlin “Bu ne anlama geliyor?” diye sordu.

Rehberleri yalnızca gülümsemekle yetindi.

“Benim seni getirebileceğim en son nokta burası. Yolculuğun geri kalanını keşfetmek sana kalmış.” Ardından Caitlin’e yaklaştı ve eğildi. “Sana güveniyoruz. Ne yaparsan yap ama bizi yüzüstü bırakma.”

BEŞİNCİ BÖLÜM

Caitlin ve Caleb, Ruth ayaklarının altında Westminster Abbey’nin muazzam kemerli kapılarından sabahın aydınlığına çıktılar. İkisi de içgüdüsel olarak gözlerini kıstılar ve ellerini ışığa doğru tuttular. Caitlin, içerden çıkmadan önce Caleb kendisine göz damlalarını verdiği için minnettardı. Caitlin’in gözlerinin ışığa alışması biraz zaman aldı, ardından yavaş yavaş 1599’ların Londrası görüş açılarına girmeye başladı.

Caitlin çok şaşırmıştı. 1789’un Paris’i 1791’in Venedik’inden çok da farklı değildi. Fakat 1599’un Londra’sı bambaşka bir dünyaydı. Caitlin 190 yılın yapmış olduğu farklılık karşısında hayretler içinde kaldı.

Londra gözlerinin önünde uzanıyordu. Ama gördüğü o hareketli, metropol şehir değildi. Burası Caitlin’e daha çok, hala gelişmekte olan geniş, boş arazilerle kaplı kocaman, kırsal bir kasaba gibi gelmişti. Hiç asfalt yol yoktu—her yer çamur içindeydi—ve pek çok bina olmasına rağmen bundan daha fazla ağaç vardı. Ağaçların arasına kıvrılmış kaba bir şekilde tasarlanmış bir sürü ev dizileri ve blokları vardı, pek çoğu eğri büğrüydü. Evler ahşaptan yapılmış, kocaman sazdan çatıları vardı. Caitlin bir bakışta şehrin ne kadar kolay tutuşabileceğini görebiliyor ve yangına ne kadar elverişli olduğunu anlıyordu, çünkü her şey daha çok ağaçtan yapılmıştı ve evlerin üzeri hep sazdı.

Caitlin çamurlu yolların karşıdan karşıya geçişi çok zor hale getirdiğini doğrudan görebiliyordu. Atla yolculuk yapmak yürümeye yeğlenirdi ve ara sıra zaten önlerinden at, at arabaları geçip gidiyordu. Ama bunlar nadirdi. Çoğu insan yürüyordu, ama buna yürümek denirse, daha çok tökezleyerek ilerliyorlardı. Çamurlu sokaklardan aşağıya doğru yürüyen insanların hepsi ayaklarını çamurdan kurtarmak için mücadele ediyorlarmış gibi görünüyordu.

Caitlin insan dışkılarının sokakları kapladığını gördü ve daha buradan bile pis kokudan başı döndü. Ara sıra sığırların geçmesi de bunu temizlemeye yardımcı olmuyordu. Caitlin bir daha zamanda romantik bir döneme geri dönmek isteseydi, bu manzara kesinlikle onu tekrar düşündürürdü.

Bu şehirde Caitlin’in gördüğü bir diğer şey de, Paris ve Venedik’te olduğu gibi burada insanlar şık giyimleriyle, güneş şemsiyesi taşıyarak ve son moda elbiseleri ile hava atarak gezinmiyorlardı. Bundan ziyade, hepsi oldukça sade giyinmişti, daha çok modası geçmiş elbiseler taşıyorlardı; erkekler basit çiftçilik giysileri giyinmişlerdi, bunlar daha çok yırtık pırtık giysilerdi ve yalnızca bir kaçı kalçalarına kadar çıkan beyaz pantolon giymiş ve üzerine de gömleğe benzer kısa tunikler geçirmişlerdi. Kadınlar yine bir sürü kat kat giysiyle örtülülerdi. Eteklerinin kenarlarını tutup olabildiğince yükseğe kaldırarak sokaklarda dolaşmak için mücadele ediyorlardı. Bunu yalnızca çamurdan ve dışkılardan korunmak için değil, aynı zamanda yerlerde gezinen sıçanlardan da korunmak için yapıyorlardı. Caitlin sıçanların açıklık yerlerde cirit attığını görünce şok oldu.

Yine de, her şeye rağmen bu zamanın eşsiz ve en azından huzurlu olduğu ortadaydı. Caitlin kendini büyük kırsal bir köydeymiş gibi hissetti. Burada 21.yüzyılın bitmek bilmeyen telaşı yoktu. Yanınızdan hızla geçen arabalar ve inşaat sesleri yoktu. Ne korna sesi vardı ne de

otobüsler, tırlar ve diğer araçlar. Atların sesi bile sakindi, çünkü ayakları çamurun içine batıp çıktığı için hiç ses çıkarmıyorlardı. Gerçekten duyulabilecek tek ses, bağıran satıcıların dışında, şimdide çalmakta olan ve şehrin içinde bomba atılıyormuş gibi gelen kilise çanlarının sesleriydi. Burası düpedüz kiliselerin hükmettiği bir şehirdi.

Burada göz çarpan ve kuvvetli bir şekilde kendini diğer her şeyden farklı olarak gösteren tek şey çelişkili olarak eski kiliselerdi— bu kiliseler geriye kalan alçak gönüllü mimarinin üzerinde yükseliyor ve gökyüzüne hakim oluyorlardı. Kuleleri diğer yapılarla karşılaştırıldığında imkânsızmış gibi görünen bir şekilde göğe yükseliyordu. Ama göğe yükselen bütün bu kilise yapılarının içinde Westminster Abbey manzaraya bakıldığında bütün hepsini geçiyordu. Caitlin, Westminster Abbey’nin kulesinin bütün şehre yön veren bir umut kapısı olduğunu söyleyebilirdi.

Caleb’e baktı ve onun da kendisiyle benzer şekilde hayretler içinde kalarak manzarayı incelediğini gördü. Ona doğru uzandı ve onun da aynı anda elini kendi elinin üzerine koymasından büyük bir mutluluk duydu. Yeniden onun dokunuşunu hissetmek oldukça iyiydi.

Caleb döndü ve Caitlin’e baktı. Caitlin Caleb’in gözlerindeki aşkı görebiliyordu.

Caleb öksürdü. “İşte bak, tam olarak 18.yüzyılın Paris’i değil.”

Caitlin ona doğru gülümsedi. “Hayır, değil.”

Caleb “Ama beraberiz ve önemli olan da bu,” diye ekledi.

Caitlin onun aşkını hissedebiliyordu, çünkü bir anlığına görevlerini unutmuşlardı ve Caleb Caitlin’in gözlerine dalmıştı.

“Fransa’da Sera’yla olanlar için üzgünüm. Asla seni incitmek istememiştim. Umarım bunu biliyorsundur.”

Caitlin ona baktı ve bunu içten söylediğini anladı. Ayrıca şimdi onu kolayca affedebileceğini hissedince oldukça şaşırdı. Eski Caitlin olsa kin tutardı. Fakat şimdi kendini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu ve gerçekten olanları kafasına takmama kuvvetine sahipti. Çünkü Caleb onun için geri dönmüştü ve Sera için hiçbir şey hissetmediği açıklığa kavuşmuştu.

Bir de bütün bunların yanında Caitlin ilk defa, olan olaylarda çok hızlı yargıya varmak, Caleb’ e güvenmemek ve ona yeterince nefes alacak alan tanımamak gibi geçmişte kendi yaptığı hataların farkına varmıştı.

“Ben de özür dilerim. Şimdi yeni bir hayattayız. Ve birlikteyiz. Şu an önemli olan tek şey bu.”

Caleb Caitlin’in elini sıktı ve o bunu yaparken Caitlin de içinde bir heyecan hissetti.

Ardından Caleb eğildi ve Caitlin’i öptü. Caitlin şaşırdı ama aynı zamanda heyecanlandı. İçinde bir elektriklenme olduğunu hissetti ve o da Caleb’i öptü.

Ruth ayaklarının altında sızlanmaya başladı.

Birbirlerini bıraktılar, aşağıya baktılar ve güldüler.

Caleb “Sanırım aç,” dedi.

Caitlin Caleb’e döndü. “Ben de açım.”

Caleb sırıtarak “Londra’ya doğru bir gezintiye çıkalım mı?” diye sordu. “Uçabiliriz, tabi sen hazırsan.”

Caitlin omuzlarıyla geriye doğru yay çizdi, kanatlarının yerinde olduğunu ve sonunda hazır olduğunu hissetti. Bu yolculuk diğerlerine göre daha iyi geçmişti. Belki de sonunda zamanda yolculuğa alışıyordu.

“Hazırım, ama yürümeyi tercih ederim. Buraya daha yeni ayak bastığımız için ben de herkes gibi buranın iyi kötü her şeyini bizzat yaşamak isterim.”

Ve ayrıca yürümek daha romantik diye düşündü ama bunu söylemedi.

Caleb aşağı doğru baktı ve ona gülümsemekle yetindi. Caitlin, Caleb’in düşüncelerini okuyup okumadığını merak etti.

Caleb gülümseyerek elini uzattı, Caitlin onu aldı ve ikisi beraber merdivenlerden inmeye başladılar.

*

Kiliseden çıktıklarında, Caitlin uzakta bir nehir, neredeyse kırk beş metre ötesinde genişçe bir yol ve üzerinde “King Sokağı” yazan kabaca oyulmuş ahşap bir levha fark etti. Sağa ya da sola dönme seçenekleri vardı. Solda şehir daha yoğun görünüyordu.

Sola döndüler, kuzeye doğru nehre paralel olan King Sokağından yukarı çıkmaya başladılar. Yürüdükçe, Caitlin gördüklerinden duyduğu seslerden hayrete düşüyordu. Sağ taraflarında bir dizi büyük, ahşap evler, harika mülkler; beyaz dış kaplaması, kahverengi çerçeveleri ve sazdan yapılabilecek en iyi çatısıyla Tudor malikanesi vardı. Sol taraflarında ise Caitlin, kırsal ekilebilir arazi parsellerini görünce şaşırdı. Gördüğü manzarada ara sıra küçük, mütevazı evler ve otlayan koyunlar ve inekler vardı. 1599’ların Londra’sı Caitlin için büyüleyiciydi. Sokağın bir yanı kozmopolitan ve varlıklıydı, diğer yanındaysa çiftçiler yaşıyordu.

Sokağın kendisi de başlı başına bir merak konusuydu. Yürüdükçe ayakları neredeyse çamura saplanıp kalıyordu, bütün bu insan ve at trafiğinden dolayı çamur daha da gevşemişti. Bu bile başlı başına katlanılmaz bir durumdu, ama bütün bu çamuru daha da berbat yapan şey ise içinde vahşi köpeklerin bıraktığı ya da insanların pencerelerden aşağı boşalttıkları dışkılardı. Gerçekten onlar yürüdükçe, pençelerin panjurları belirli aralıklarla açılıyor ve yaşlı kadınlar ev halkının pisliklerini panjurlardan başını çıkaran kovalarla aşağıya boşaltıyorlardı. Venedik’ten, Floransa’dan ya da Paris’den daha berbat kokuyordu. Zaman zaman Caitlin’in neredeyse midesi ağzına geldi ve keşke burnuna tutmak için o küçük parfüm kokan keselerden biri yanında olsaydı diye düşündü. Neyseki en azından hala Aiden’ın ona Versay sarayında vermiş olduğu kullanışlı spor ayakkabılarını giyiyordu. Çünkü bu sokakta topuklularla yürümeyi hayal dahi edemiyordu.

Bunların yanında, bu garip ekilebilir arazi ve büyük mülklerin karışımı ile ortaya çıkan birbirinin içine geçmiş görüntü aynı zamanda mimarinin ender marifetlerinden biriydi. Caitlin şurda burda aslında 21.yüzyıl resimlerinden tanıdığı bazı yapıları görünce hayrete düştü. Bunlar şatafatlı kiliseler ve az rastlanan bir saraydı.

Yol büyük, kemerli bir kapının önünde aniden kesildi. Kapının önünde üniformalar içinde pek çok nöbetçi duruyor, ellerinde mızrakları tetikte bekliyorlardı. Ama kapı açıktı ve onlarda yürüyüp içeri girdiler.

Bir taşın üzerine çakılan bir levhada “Whitehall Sarayı” yazıyordu. Sarayın uzun, dar avlusunda yürümeye devam ettiler, ardından önlerine çıkan başka bir kemerli kapıdan geçerek tekrar ana yola ulaştılar. Sonunda dairesel bir kavşağa yaklaştılar, orada yer alan bir levhanın üzerinde “Charing Cross” yazıyor ve tam ortasında büyük dikey bir abide yükseliyordu. Yol sağa ve sola doğru ikiye bölünüyordu.

Caitlin “Hangi yoldan gidelim?” diye sordu.

Caitlin böyle sorunca Caleb kendini baskı altında hissetti. Sonunda “İçgüdülerim bana nehre yakın durmamızı ve sağa ayrılan yoldan gitmemizi söylüyor,” dedi.

Caitlin gözlerini kapadı ve o da hissetmeye çalıştı. “Katılıyorum,” dedi ve ekledi, “Tam olarak ne aradığımız konsunda herhangi bir fikrin var mı?”

Caleb başını iki yana salladı. “Sen de benim kadar iyi fikir yürütebilirsin.”

Caitlin yüzüğüne baktı ve bir kez daha bilmeceyi sesli bir şekilde okudu.

Köprünün Karşısında Ayının Ötesinde

Ara Rüzgarlar Ara Güneş, Londra’yı Geçiyoruz

Bu ne ona, ne de Caleb’e hiçbir şey ifade etmedi.

Caitlin “En azından Londra diyor,” dedi. “O zaman sanırım doğru yoldayız. İçgüdülerim bana daha fazla içeriye gitmemiz, şehrin derinliklerine dalmamız gerektiğini söylüyor. Böylece gördüğümüzde aradığımız şeyin ne olduğunu anlarız.”

Caleb de aynı fikirdeydi ve Caitlin onun elini sıktı. Sağa döndüler, nehre paralel bir yolu izleyerek “The Strande” yazan bir tabelayı takip ettiler.

Bu yeni sokak boyunca ilerledikçe, Caitlin alanın gittikçe daha fazla sıklaştığını fark etti. Sokağın iki yakasında da bir sürü ev birbirine bitişik inşa edilmişti. Şehrin merkezine yaklaşmışlar gibi geldi. Ayrıca sokaklar daha fazla kalabalıklaşmaya başlamıştı. Hava harikaydı—Caitlin için sanki sonbaharın ilk günü gibiydi ve güneş sürekli parlıyordu. Caitlin bir an hangi ayda olduklarını aklından geçirdi. Nasıl zamanın kontrolünü kaybettiğine şaşırmıştı.

En azından çok fazla sıcak değildi. Ama sokaklar giderek daha fazla insanla doldukça Caitlin klostrofobik duygular hissetmeye başladı. Modern zamanın entelektüelliğine sahip olmasa da devasa metropolit bir şehrin merkezine yaklaştıkları kesindi. Caitlin şaşkındı: eski zamanları hep daha az insanın olduğu daha az kalabalık yerler olarak hayal etmişti. Fakat gerçek bunun tam tersinin doğru olduğuydu: sokaklar gittikçe daha bir hıncahınç doldukça Caitlin buraların ne kadar kalabalık olduğuna inanamadı. Bu ona yeniden 21.yüzyılın New York’unda olduğunu hatırlattı. İnsanlar dirsek dirseğe birbirini itip kakıyor ve geri dönüp özür bile dilemiyorlardı. Aynı zamanda da leş gibi kokuyorlardı.

Bu manzaraya ek olarak, her köşede sokak satıcıları vardı, saldırgan bir şekilde mallarını satmaya çalışıyorlar ve her yöne doğru komik Britanya aksanıyla bağırıyorlardı.

Sokak satıcılarının sesleri durulduğunda, havaya diğer başka sesler hakim oldu: bunlar vaizlerin sesiydi. Caitlin her yerde geçici platformlar, sahneler, sabun kasaları ve kürsüler gördü. Vaizler bunların üzerine çıkıyor ve duyulmak için olanca sesleriyle bağırarak kitlelere sesleniyorlardı.

Bir papaz “İsa TÖVBE edin diyor!” diye bağırdı. Orada başında komik silindir bir şapka ve gözlerindeki sert ifadeyle duruyor, kalabalığa genel bir bakış atarak onları gözden geçiriyordu. “Diyorum ki BÜTÜN TİYATROLAR kapatılmalı! Boşa geçen tüm zamanlar YASAKLANMALI! İbadethanelerinize dönün!”

Bu Caitline New York’ta sokak köşelerinde vaaz veren insanları hatırlattı. Bir bakıma hiçbir şey değişmemiş gibiydi.

Sokağın tam ortasında başka bir girişin önüne geldiler, önlerine çıkan tabelada “Temple Barre, Şehir Kapısı” yazıyordu. Caitlin şehirlerin gerçekten kapılarının olduğunu görünce hayret etti. Bu büyük, heybetli kapı insanların içinden geçip gitmesi için açık duruyordu. Caitlin gece olunca kapatıp kapatmadıklarını merak etti. İki yanında da pek çok nöbetçi duruyordu.

Fakat bu kapı farklıydı: aynı zamanda bir toplanma yeri gibi görünüyordu. Etrafında büyük bir kalabalık sürü gibi birbirine sokulmuştu ve oldukça yüksekte küçük bir platform vardı. Orada elinde kırbaç tutan bir muhafız duruyordu. Caitlin yukarı baktı ve zincirlenmiş, üzerinde neredeyse hiç giysi olmayan bir adamın kırbaçlanmak için bağlandığını görünce şaşırıp kaldı. Muhafız geri gitti ve adamı tekrar tekrar kırbaçladı. Bunu gören tüm kalabalık ah, tüh diye sesler çıkardı.

Caitlin kalabalığın yüzünü inceledi ve ne kadar farklı göründüklerine inanamadı, sanki gördükleri günlük olağan bir durumdu, sanki burada olanlar popüler bir eğlence biçimiydi. Bu toplumun barbarlığı karşısında içinin öfkeyle kabardığını hissetti ve Caleb’i dürttü. Caleb de gördüğü manzara karşısında olduğu yere çivilenmişti. Caitlin, Caleb’in elini tuttu ve kendini bakmamaya zorlayarak onunla birlikte kapıya doğru acele etti. Caitlin, kendini gördüklerine çok fazla kaptırmaktan ve kendini muhafızlara saldırmaktan alıkoyamamaktan korktu.

O iç karartıcı yerden uzaklaştıklarında ve kırbacın sesi belirsizleştiğinde Caitlin “Bu yer oldukça barbar,” dedi.

“Evet, korkunç bir yer.” Caleb de aynı fikirdeydi.

İleriye doğru gitmeye devam ettiklerinde, Caitlin gördüğü görüntüleri kafasından çıkarmaya çalıştı. Dikkatini başka şeylere vermek için kendini zorladı. Başını kaldırıp bir sokak tabelasına baktı ve yürümekte oldukları sokağın çoktan değişmiş olduğunu ve “Fleet Sokağı” yazan bir yere doğru devam ettiklerini gördü. Yürüdükçe, sokaklar daha da kalabalıklaştı ve gittikçe adım atacak yer kalmadı. Binalar ve sayısız ahşap evler birbirlerine daha da yakın inşa edilmişlerdi. Bu sokak aynı zamanda çeşitli mağazalarla kaplıydı. Bir tabelada “Bir Peniye Traş Olun” yazıyordu. Başka bir mağazada bir demirci tabelası asılıydı, bu tabela alt nalından yapılmıştı ve mağazanın önünde sallanıyordu. Başka bir tabelada ise büyük harflerle “At Eyerleri” yazıyordu.

Назад Дальше