Scarlet aniden öfkeyle dolup taşarak kendini geriye doğru verdi ve dişlerinde yeni bir his sezdi. Ağzının iki yanındaki kesici dişlerin büyüyerek uzadığını hissetti ve keskin köpekdişleri dışarıya fırladı. Scarlet bu hissin ne olduğunu neredeyse hiç bilmiyordu, ama değiştiğini, hiç tanımadığı ve kontrol edemediği bir şeye dönüştüğünü biliyordu. Birden sokak arasında kocaman, şişman ve sarhoş bir adam fark etti. Scarlet beslenmesi gerektiğini yoksa açlıktan öleceğini biliyordu. Ve içindeki bir şeyler hayatta kalmak istiyordu.
Scarlet kendisinin hırladığını duydu ve şoke oldu. Kendi içinden gelen böylesine ilkel bir ses kendini bile sersemletmişti. Havaya sıçrayıp adama doğru atılınca bedenini kendi kontrol etmiyormuş gibi hissetti. Scarlet, adamın gözleri korkudan ardına kadar açık bir şekilde ona doğru dönmesini ağır çekimde gibi izledi. İki ön dişinin adamın etine, boğazındaki damarlarına girdiğini hissetti. Ve saniyeler sonra adamın sıcak kanının boğazından aşağı akarak damarlarını doldurduğunu hissetti.
Yalnızca bir anlığına adamın çığlık attığını duydu. Çünkü hemen ardından adam yere devrildi ve Scarlet de üzerine çıkarak bütün kanını emdi. Scarlet yavaş yavaş yeni bir yaşam, yeni bir enerji hissediyor, bunların bedenine nüfuz ettiğini duyumsuyordu.
Beslenmeyi bırakıp, adamın gitmesine izin vermek istedi. Ama bunu yapamadı. Buna ihtiyacı vardı. Hayatta kalması gerekiyordu.
Beslenmesi gerekiyordu.
ALTINCI BÖLÜM
Sam öfkeden kıpkırmızı bir halde hırlayarak Kudüs sokaklarında hızla koşturuyor, gördüğü her şeyi yerle bir etmek, parçalara ayırmak istiyordu. Bir dizi satıcının önünden geçerken, uzandı ve tezgâhlarına kuvvetli bir şekilde vurarak onları domino taşı gibi birbiri ardına yere devirdi. İnsanlara kasten olabildiğince sert bir şekilde çarptı ve onları dört bir yana savurdu. Kontrolden çıkmış ağır bir gülle gibi önüne geleni devirerek sokaktan aşağıya doğru hızla ilerliyordu.
Her yanı bir kargaşa sarmış; her yerden bağırma sesleri yükseliyordu. İnsanlar olanları fark etmeye ve Sam’in yolundan çekilerek kaçmaya başladılar. Sam her şeyi yok eden bir yük treni gibiydi.
Bir yandan da güneş Sam’i deli ediyordu. Canlı bir şeymiş gibi kafasını kemiriyor ve onu giderek daha çok öfkeyle dolduruyordu. Sam şu ana kadar gerçek öfkenin ne demek olduğunu hiç anlamamıştı. Hiçbir şey onu tatmin edemiyordu.
Uzun boylu, zayıf bir adam gördü ve hemen ona doğru atılarak dişlerini adamın boynuna batırdı. Bunu göz açıp kapayıncaya kadar yaptı, adamın kanını emdi ve ardından hızla devam ederek dişlerini başka birinin boynuna geçirdi. Bir insanı bırakıp diğerini alıyor, dişlerini batırarak kanlarını emiyordu. Sam o kadar hızlı hareket ediyordu ki bu insanlardan hiçbiri kaçacak zaman bile bulamıyordu. Birbiri ardına hepsi yere yığıldı ve Sam yoluna devam etti; geçtiği yerlerde yere yığılmış cesetlerden bir iz bırakıyordu. Sam bir av çılgınlığı yaşıyordu ve bedeninin o insanların kanıyla şişmeye başladığını hissetti. Ama hala yeterli değildi.
Güneş Sam’i deliliğin eşiğine götürüyordu. Derhal gölge bir yere ihtiyacı vardı. Uzakta büyük bir yapı fark etti; resmi, özenle kireçtaşından yapılmış bir yerdi, devasa kemerli kapısı ve sütunları vardı. Sam düşünmeksizin meydandan fırladı ve doğruca oraya yönelerek bir tekmeyle binanın kapısını açıverdi.
Burası daha serindi ve Sam nihayet yeniden nefes alabiliyordu. Sadece güneşten kurtulmak bile fark etmişi. Sam burada gözlerini açabildi ve gözleri yavaşça bulunduğu yere uyum sağladı.
Sam bir düzine insanın şaşkın bakışlarla kendisine baktığını gördü. Çoğu küçük havuzların, özel banyoların içinde oturuyor, diğerleri ise çıplak ayakla taş zeminde etrafta geziniyordu. Hepsi çıplaktı. İşte tam o anda Sam bir hamama girdiğini anladı. Burası bir Roma hamamıydı.
Tavanlar yüksek ve kemerliydi, ışığın içeri girmesine izin veriyordu ve yapının her yanında kocaman kemerli kolonlar vardı. Yerler parlak mermerlerle kaplıydı ve küçük havuzlar o odayı dolduruyordu. İnsanlar burada tembellik ederek dinleniyorlardı.
Tabii Sam’i görene kadar. Hepsi hızla ayağa kalktı ve yüzlerindeki ifade korkuya dönüştü.
Sam bu insanların görünüşünden nefret etti— hepsi tembel, zengin insanlardı, dünyada olan hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi burada tembellik ediyorlardı. Sam onlara bunun ne demek olduğunu öğretecekti. Hemen başını geriye attı ve kükredi.
Oradaki kalabalığın çoğu olacakları öngörerek hızla oradan kaçmayı düşündü; havlularını ve bornozlarını kapmak için acele ederek oradan olabildiğince hızlı çıkmak istediler.
Fakat hiç şansları yoktu. Sam öne doğru atıldı, en yakınındakini yakaladı ve dişlerini boğazına geçirdi. Yakaladığı kadının kanını emdi ve kadın yere düşüp yakındaki havuzlardan birine yuvarlanarak suyu kırmızıya boyadı.
Sam erkek ya da kadın ayırımı yapmaksızın bir kurbandan diğerine geçerek bunu tekrar tekrar yaptı. Sonunda hamam dört bir yanda yüzen cesetlerle doldu, bütün havuzlar kırmızıya boyandı.
Hamamın kapısı aniden büyük bir gürültüyle açıldı ve Sam ne olduğunu görmek için hemen arkasını döndü.
Kapının girişi düzinelerce Romalı askerle dolmuştu. Üzerlerinde resmi üniformalar vardı – kısa tunikler, roma sandaletleri, tüylerle süslenmiş miğferler— ve ellerinde de kalkan ve kılıç taşıyorlardı. Bunların dışında birçoğunun elinde de ok ve yay vardı. Ardından yaylarını geri çekip Sam’e nişan aldılar.
Liderleri “Olduğun yerde kal!” diye bağırdı.
Sam dönerken hırladı, doğrularak vücudunun heybetini gözler önüne serdi ve onlara doğru yürümeye başladı.
Hemen üzerine ateş açıldı. Düzinelerce ok doğruca ona doğru havada uçuşmaya başladı. Sam bütün bunları, okların parlak, gümüş uçlarının doğruca kendine doğru geldiğini ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi görüyordu.
Fakat Sam onların oklarından bile daha hızlıydı. Oklar daha kendine ulaşmadan Sam çoktan havaya sıçramış, onların üzerlerinde takla atıyordu. Okçular daha ellerini dinlendiremeden Sam bütün hamamı arşınlayıvermişti.
Sam aşağıya indi, sağ tarafta duran birinin göğsüne öyle bir tekme indirdi ki adam domino taşı gibi arkasındaki bütün kalabalığı yere yıktı. Bir düzine asker olduğu yerden kalkamadı.
Diğerleri harekete geçemeden, Sam uzandı ve iki askerin elinden kılıçlarını kaptı. Ardından kendi etrafında dönerek dört bir yana saldırdı.
Sam hedefi tam on ikiden vuruyordu. İnsanların başlarını birbiri ardına gövdelerinden ayırdı, ardından döndü ve kılıcı hayatta kalanların kalplerine sapladı. Bütün bir kalabalığı kolayca kesip biçti. Saniyeler içinde, düzinelerce asker cansız bir şekilde yere yığılmıştı.
Sam dizlerinin üzerine çöktü ve dişlerini her birinin kalbine batırarak kanlarını kana kana içti. Orada, bir hayvan gibi dört ayağının üzerinde durarak diz çöktü ve kendini kanla tıka basa doldurdu. Sam hala sınır tanımayan öfkesini dindirmeye çalışıyordu.
Sam herkesin işini bitirdi ama hala tatmin olmamıştı. Sanki koca koca ordularla savaşma ihtiyacı duyuyormuş gibi hissediyor, bütün insan kitlelerini bir anda öldürmek istiyordu. Haftalarca tıka basa yemeye ihtiyacı vardı. Ve o zaman bile yedikleri yeterli olmayacaktı.
Garip bir kadın sesi “SAMSON!” diye haykırdı.
Sam donmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Bu yüzyıllardır duymadığı bir sesti. Bu sesi neredeyse unutmuştu ve bir daha da duyacağını hiç ummamıştı.
Bu dünyada ona yalnızca bir kişi Samson diye hitap etmişti.
Bu onu dönüştüren kişinin sesiydi.
Orada, ayakta durmuş, o olağanüstü güzel yüzündeki gülümsemesiyle ona bakan kişi ilk gerçek aşkıydı.
Samantha’ydı bu.
YEDİNCİ BÖLÜM
Caitlin ve Caleb, İsrail ülkesinin üzerinden kuzeye, denize doğru yol alarak açık, çölün mavi göğünde birlikte uçuyorlardı. Altlarındaki topraklar alabildiğine uzanıyor ve Caitlin yollarına devam ederlerken manzaranın nasıl değiştiğini seyrediyordu. Altlarında devasa bir çöl vardı; yer yer gelişi güzel taşların, dev kaya parçalarının, dağların ve mağaraların yer aldığı güneşten çatlamış topraklar uzanıyordu. Ara sıra görünen çobanlar dışında burada neredeyse kimse yoktu. Çobanlar baştan ayağa beyaza bürünmüşlerdi ve kafalarında da onları güneşten koruyacak başlıklar vardı. Sürüleri ise hemen yanlarında onları takip ediyorlardı.
Fakat daha kuzeye ilerledikleri zaman arazi değişmeye başladı. Çöl yerini birbiri ardına yükselen tepelere bıraktı ve renk de iç karartıcı tozlu kahverenginden canlı bir yeşile doğru değişti. Zeytinlikler ve üzüm bağları arazide benek benek kendilerini belli ediyorlardı. Ama yine de ortalıkta çok az insan vardı.
Caitlin Nasıra’daki keşfini düşündü. Kuyunun içinde, şimdi elinde sıkı sıkı tuttuğu yalnız başına duran bu değerli objeyi bulunca şoke olmuştu: bulduğu şey avuç içi büyüklüğünde altından bir Davut yıldızıydı. Ortasına, küçük eski el yazısıyla tek bir söz kazınmıştı: Capernaum.
Bunun bir mesaj olduğunu ve onlara bir sonraki duraklarını işaret ettiğini ikisi de açık bir şekilde görüyordu. Caitlin Ama neden Capernaum? diye merak etti.
Caleb’den İsa’nın orada vakit geçirdiğini öğrenmişti. Bu İsa’nın onları orada beklediği anlamına mı geliyordu? Acaba babası da orada olacak mıydı? Ve Caitlin, Scarlet’in de orada olmasını ummaya cesaret etti.
Caitlin altında uzanan manzarayı dikkatle inceledi. Bu zamanda İsrail’in nüfusunun ne kadar az olduğuna hayret etti. Bir evin üzerinden uçunca şaşırdı, çünkü evlere çok nadir rastlanıyordu. Burası hala kırsal ve bomboş bir ülkeydi. Görmüş olduğu birkaç şehir de daha çok kasaba gibiydi ve hatta bunlar da olabildiğince ilkeldi; neredeyse tüm yapılar tek ya da iki katlıydı ve taştan yapılmışlardı. Bahsetmeye değer doğru düzgün bir yol dahi görmemişti.
Uçmaya devam ederlerken Caleb hızla yanına yaklaştı ve uzanarak elini tuttu. Onun dokunuşunu hissetmek çok güzeldi. Caitlin kendine engel olamayarak neredeyse milyonuncu defa neden bu zamana ve yere inmiş olduklarını merak etti. Neden bu kadar geriye, bu kadar uzağa gelmişlerdi? Buralar İskoçya’dan, bildiği her şeyden çok farklıydı.
Caitlin içinde, derinlerde bir yerde bunun, İsrail’in, yolculuğundaki son durak olacağını hissetti. Burası inanılmaz güçlü bir yer ve zamandı, Caitlin gördüğü her şeyden yayılan enerjiyi hissedebiliyordu. Sanki dev gibi bir enerji sahasında yürüyor, yaşıyor ve nefes alıyormuş gibi her şey ona ruhen dopdolu gibi geliyordu. Caitlin çok önemli bir şeyin onu beklediğini anlamıştı. Ama ne olduğunu bilmiyordu. Babası gerçekten burada mıydı? Sonunda onu gerçekten bulabilecek miydi? Bütün bunları bilememek sinir bozucuydu. Şimdi dört anahtar da elindeydi. Caitlin babasının burada olması gerektiğini düşündü; onu bekliyor olmalıydı. Yoksa neden böyle araştırmaya devam etmek zorunda olsundu ki?
Caitlin’in zihnini düşünmekten allak bullak eden başka bir şey de Scarlet’ti. Caitlin geçtikleri her yere dikkatle bakıyor, Scarlet ya da Ruth’dan bir işaret arıyordu. Bir an, acaba Scarlet dönemedi mi, diye düşündü – ama sonra hemen bunu kafasından çıkardı, kendini böyle kasvetli hislere kaptırmayı reddetti. Scarlet’siz bir hayatın düşüncesine bile katlanamıyordu. Eğer Scarlet’in gerçekten gitmiş olduğunu öğrenirse, kendinde artık devam edecek gücü bulup bulamayacağını bilmiyordu.
Caitlin elindeki Davut Yıldızının adeta yandığını hissetti ve yeniden nereye gittiklerini merak etti. İsa’nın hayatı hakkında keşke daha fazla şey bilseydim, diye düşündü; büyürken keşke İncil’i daha dikkatli okusaydım, diye içinden geçirdi. Bir şeyler hatırlamaya çalıştı, ama gerçekten bütün bildiği çok basit şeylerdi: İsa dört yerde yaşamıştı: Beytüllahim, Nasıra, Capernaum ve Kudüs. Nasıra’dan daha yeni ayrılmışlardı ve şimdi Capernaum’a doğru gidiyorlardı.
Caitlin kendine engel olamayıp İsa’nın ayak izlerini takip ederken bir hazine avında olup olmadıklarını düşündü, belki İsa bazı ipuçlarını barındırıyordu ya da havarilerinden biri Caitlin’in babasının, kalkanın nerede olduğuna dair bir ipucu biliyordu. Caitlin yeniden bunların nasıl bir bağlantı içinde olabileceklerini düşündü. Bütün yüzyıllar boyunca ziyaret etmiş olduğu kiliseleri, manastırları düşündü ve bunların arasında bir bağlantı olduğunu hissetti. Fakat ne olduğundan emin değildi.
Caitlin’in Capernaum hakkında bildiği tek şey, İsrail’in kuzeybatı sahilinde, Celile’de küçük, mütevazı bir balıkçı köyü olduğuydu. Ama saatlerdir henüz daha tek bir köy dahi geçmiş değillerdi— aslında etrafta tek bir canlı bile yoktu— ve deniz bir yana Caitlin sudan bile eser göremiyordu.
Ardından, Caitlin tam bunu düşünürken bir dağın zirvesinin üzerinden uçtular ve diğer tarafta saatlerdir üzerinde uçmakta oldukları vadinin geri kalanı önlerine serildi. Manzara Caitlin’in nefesini kesti. Orada, önlerinde sanki sonsuza kadar uzanan parıl parıl parlayan bir deniz vardı. Caitlin’in hayatında hiç görmediği masmavi bir renge sahipti ve bir hazine sandığı gibi güneş ışığında inanılmaz parlıyordu. Tam denizin bittiği yerde beyaz kumlarla örtülü muhteşem bir sahil başlıyordu ve dalgalar gözün alabildiğine sahile çarpıp geri gidiyordu.
Caitlin birden heyecanlandı. Doğru yöne gidiyorlardı; eğer kıyı şeridini takip etmeye devam ederlerse, bu onları kesinlikle Capernaum’a götürecekti.
Caleb “Orada,” diye seslendi.
Caitlin, Caleb’in parmağının işaret ettiği yeri takip ederek gözlerini kısıp ufka baktı ve uzakta belli belirsiz küçük bir köyün bulunduğunu görebildi. Gördüğü şeye ne bir şehir, ne de bir kasaba denebilirdi. Aşağı yukarı iki düzine kadar ev vardı ve ayrıca kıyı şeridine yaslanmış büyük bir yapı yer alıyordu. Yaklaştıklarında, Caitlin güneşten dolayı gözlerini kısarak orayı inceledi, ama kimseyi göremedi: yalnızca sokaklarda yürüyen birkaç köylü vardı. Caitlin bunun öğlen sıcağından mı, yoksa buranın ıssız bir yer olmasından mı böyle olduğunu merak etti.
Caitlin, bizzat İsa’nın kendisinden herhangi bir işaret görmek için aşağıya baktı ama kimseyi görmedi. Bundan daha da önemlisi onu hissetmiyordu da. Eğer Caleb’in söylediği doğruysa, İsa’nın enerjisini çok daha uzaklardan hissedebilirdi. Fakat hiç olağandışı bir enerji sezmedi. Bir kez daha doğru zamanda ve yerde olup olmadıklarını merak etmeye başladı. Belki de o adam yanılıyordu: belki İsa yıllar önce ölmüştü. Ya da belki daha doğmamıştı bile.
Caleb birden, aşağıya köye doğru dalışa geçti ve Caitlin de onu takip etti. Köyün duvarlarının dışında, zeytin ağaçlarından oluşan bir korunun içinde inebilecekleri, fark edilmeyecek bir yer bulmuşlardı. İndiler ve ardından köyün girişine doğru yürümeye başladılar.
Küçük, tozlu köy yolundan içeriye doğru yürüdüler, hava sıcaktı ve her şey güneşin altında yanıyordu. Etrafta yavaş yavaş dolaşan birkaç köylü onları neredeyse fark etmemişti; yalnızca gölgelik bir yer arama ve kendilerini serinletme derdindelermiş gibi görünüyorlardı. Yaşlı bir kadın köyün kuyusuna doğru yürüdü, kuyudan su çekti ve suyu büyük bir kepçeyle ağzına götürüp içti. Ardından elini alnına götürerek terini sildi.