Godfrey döndü ve onu şarap tulumuna uzanırken gördü, Akorth’un ellerinden neredeyse çekti; kafasını geriye atıp durmaksızın içti, tulumun tamamını yuvarlamıştı, sadece nefes almak için sonuna doğru durabilmişti. Nihayet Godfrey ağzını sildi ve tulumu geri verdi.
Ne yaptım ben? diye düşündü. Kazanamayacağı bir savaşa kendini ve diğerlerini atıyordu. İyice düşünmüş müydü?
“Sende bundan eser yok sanıyordum,” dedi Akorth, sırtına dostça vurarak. “Ne konuşmaydı ama, bir tiyatro oyunundan bile daha iyiydi!”
“Bu gösteriye bilet kesmeliydik!” diye ekledi Fulton.
“Bir yerde haklısın,” dedi Akorth. “Titreyerek ölmektense alnımız açık ölmek daha iyidir.”
“Tabii titrerken ölmek, genelev yatağında olacaksa o başka,” dedi Fulton.
“Doğru söze ne denir!” dedi Fulton. “Ya da ellerimizde maşrapalarımız, geriye düşmüş kafalarımızla ölmeye ne dersiniz?”
Akorth içkisini yudumlarken, “Hiç fena olmazdı gerçekten,” dedi.
“Fakat bir süre sonra sanırın sıkıcı bir hale gelirdi,” dedi Fulton. “Bir adam kaç maşrapa içebilir, kaç kadını yatağa atabilir?”
“Aslında çok,” dedi Akorth.
“Öyle bile olsa, farklı bir şekilde ölmek de eğlenceli olur. O kadar sıkıcı olmaz.”
Akorth iç geçirdi.
“Eğer tüm bunları atlatırsak, en azından içmek için gerçek bir nedenimiz olacak. Hayatımızda ilk kez bunu gerçekten hak etmiş olacağız.”
Godfrey döndü, Akorth ve Fulton’un sonu gelmez sohbetlerini kesmeyi hedefliyordu. Odaklanmaya ihtiyacı vardı. Artık adam olması, hayatı hafife alan o avare hallerini ve taverna ağzını geride bırakması gerçek dünyada gerçek adamları etkileyen gerçek kararlar vermesi gerekliydi. Bir ağırlık hissetti, babasının da böyle hissedip hissetmediğini merak etti. Garip bir biçimde ondan ne kadar nefret etse de onu anlamaya başlamıştı hatta ve hatta dehşetle fark ettiği üzere onun gibi oluyordu.
Önündeki tehlikeyi unutarak Godfrey kendine güven patlaması altında kaldı. Aniden atını tekmeledi ve bir savaş çığlığıyla vadiden aşağı hızla inmeye başladı.
Arkasından binlerce askerin çığlığı ve arkalarından gelirken atlarının çıkardığı sesler kulakları doldurarak duyuldu.
Godfrey şimdiden çakır keyifti, rüzgarı saçlarında hissediyor, şarap kafasına etki ediyordu. Kesin ölümlerine doğru giderken içine neyin girerek onu bu hale getirdiğini merak etmeden duramıyordu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Thor, atının üstünde oturuyordu, bir yanında babası diğer yanında McCloud duruyordu, Rafi de yakınlarındaydı. Arkalarında on binlerce İmparatorluk askeri, son derece disiplinli Andronicus ordusunun ana birliği sabırla Andronicus’un emirlerini bekliyordu. Hepsi bir tepede duruyor, zirveleri karla kaplı Yüksek Topraklar’a bakıyordu. Yüksek Topraklar'ın üstünde McCloud şehri, Yüksek Vatan vardı. Thor şehirden çıkan binlerce askerin savaşa hazır halde onlara doğru geldiğini görünce gerildi.
Bunlar ne MacGil’in adamlarıydı ne de İmparatorluk askerleri. Thor giydikleri zırhtaki amblemi tanır gibi oldu ama yeni kılıcının kabzasını sıkıca tutarken kim olduklarından veya neden saldırdıklarından tam olarak emin olamadı.
“Eski adamlarım. McCloudlar,” diye açıkladı McCloud, Andronicus’a. “Eski şanlı McCloud askerleri. Bir zamanlar eğittiğim ve birlikte savaştığım adamlar.”
“Şimdi sana karşılar,” dedi Andronicus. “Seni savaş alanında karşılamaya hazırlanıyorlar.”
Tek gözü olmayan McCloud küçümser bir ifadeyle baktı, yüzünün yarısında İmparatorluk mührü vardı ona çok ürkütücü bir hava katıyordu.
“Üzgünüm lordum,” dedi. “Bu benim hatam değil, bu oğlum Bronson’ın işi. Kendi halkımı bana karşı kışkırttı. O olmasaydı şimdi hepsi bu yüce davada bana katılıyor olacaklardı.”
“Oğlunla ilgisi yok,” diyerek ona dönüp düzeltti Andronicus, sesi çelik kadar sertti. “Sebebi zayıf bir kumandan ve zayıf bir baba olman. Oğlunun hatasının sebebi sensin. Kendi adamlarını bile kontrol edemeyeceğini bilmem gerekirdi. Seni uzun zaman önce öldürmeliydim.”
McCloud gerildi ve zorla yutkundu.
“Lordum, sadece bana karşı savaşa gelmediklerini size karşı durduklarını da hesaba katmalısınız. Halka İmparatorluğu’nu çökermek istiyorlar.”
Andronicus kafasını salladı, kuru kafa kolyesine dokundu.
“Ama şu an sen benim yanımdasın,” dedi. “O yüzden bana karşı savaşanlar sana karşı da savaşıyorlar.”
McCloud kılıcını çekti, yaklaşan orduya küçümseyerek baktı.
“Kendi adamlarımın her biriyle dövüşüp hepsini öldüreceğin,” dedi.
“Biliyorum,” dedi Andronicus. “Eğer yapmazsan seni ben öldüreceğim. Yardımına ihtiyacım olduğu için değil. Adamlarım tahmin edebileceğinden bile fazla zararı zaten verecek- özellikle de oğlum Thornicus.”
Thor atında oturmuş bu sohbeti şöyle bir duyuyor ama aynı zamanda hiç bir kelimesini dinlemiyordu. Sersemlemişti. Zihni algılayamadığı yabancı düşüncelerle, beyninde nabız gibi atan ve ona sürekli olarak babasına ettiği bağlılık yeminini, İmparatorluğa karşı olan görevini ve Andronicus’un oğlu olarak kaderini hatırlatan düşüncelerle doluydu. Düşünceler bitmeden tükenmeden zihninde dolanıyordu ve ne kadar çabalasa da kafasını toplayamıyor, kendi düşüncelerine yer açamıyordu. Kendi vücudu tarafından tutsak edilmiş gibiydi.
Andronicus konuşurken ettiği her kelam Thor’un zihninde bir öneriye ardından emre dönüşüyordu. Sonra bir şekilde kendi düşüncesi haline geliyordu. Thor bununla mücadele etti, küçük bir yanı bu işgalci hislerden zihnini kurtarmaya, bir netlik kazandırmaya çalışıyordu. Ama mücadelesi arttıkça bunu başarmak daha zor hale geliyordu.
Atında oturup düzlüklerden dörtnala gelen orduyu görürken damarlarında akan kanı hissetti ve tek düşünebildiği şey babasına olan sadakati, onun karşısında duran herkesi yerle bir etme isteğiydi. İmparatorluğu yönetmek onun kaderiydi.
“Thornicus beni duydun mu?” diye dürttü onu Andronicus. “Savaş alanında baban için kendini kanıtlamaya hazır mısın?”
“Evet baba,” diye cevap verdi Thor, gözünü ona dikerek. “Sana karşı savaşan herkesle savaşırım.”
Andronicus kocaman gülümsedi. Döndü ve adamlara baktı.
“ADAMLARIM!” diye kükredi. “Düşmanı karşılama, Halka’yı geriye kalan isyancılardan sonsuza dek kurtarmanın vakti geldi. Bizlere meydan okuyan McCloud adamlarıyla işe başlayacağız. Thornicus, oğlum, bize savaşta önderlik edecek. Beni takip ettiğiniz gibi onu takip edeceksiniz. Benim için vereceğiniz hayatlar gibi onun için de hayatınızı vermekten çekinmeyeceksiniz. Ona yapılan ihanet bana yapılır!”
“THORNICUS!” diyerek bağırdı Andronicus.
Arkalarındaki binlerce İmparatorluk askerleri yankı yaparak “THORNICUS!” diye haykırdılar.
Thor cesaretlenerek yeni kılıcını, sevgili babasının ona verdiği İmparatorluk kılıcını havaya kaldırdı. İçinden akan bir güç hissetti; bu neslinin gücü, halkının gücü ve kim olması gerektiğiydi. Nihayet evindeydi, tekrar babasına kavuşmuştu. Babası için Thor her şeyi yapardı, ölümü bile göze alırdı.
Thor, savaş çığlığını haykırarak atını topukladı ve vadiden ilk savaşı için aşağı inmeye başladı. Arkasındaki ordu da büyük çığlıklar atıyor, binlerce, on binlerce adam Thornicus yolunda ölümlerine hazırlanıyordu.
ALTINCI BÖLÜM
Mycoples devasa Akron ağının içine sıkışmış kıvrılarak, uzanmasına ve kanat çırpmasına olanak olmadan oturuyordu. İmparatorluk gemisinin dümen bölümünde ağdan kurtulma mücadelesi içinde çenesini, kollarını hareket ettiremiyor, pençelerini geremiyordu. Kendini hayatı boyunca bu kadar kötü, özgürlükten ve güçten bu denli mahrum hissetmemişti. Bir topun için kıvrılmış, yavaşça göz kırpıyor, kendinden ziyade Thor için çaresiz hissediyordu.
Mycople Thor’un enerjisini, bunca mesafeye rağmen hissediyordu, gemisi denize açılmış, canavar dalgalar arasında aşağı yukarı hareket ediyordu; dalgalar güverteye vurdukça vücudu bir havaya kalkıyor bir yere çarpıyordu. Mycoples, Thor’un değiştiğini, başka biri haline geldiği artık o tanıdığı adam olmadığını hissediyordu. Kalbi kırılıyordu. Bir şekilde onu hayal kırıklığına uğrattığını hissetmeden alamadı kendini. Bir kez daha mücadele etti, ona gitmeyi, onu kurtarmayı her şeyden çok istiyordu ama özgürlüğüne kavuşamıyordu.
Kocaman bir dalga güverteyi vurdu ve Tartuvain dalgaları ağının altında kayarak onun kaymasına ve kafasını ahşap gövdeye çarpmasına neden oldu. Sinip, hırlamaya başladı, eski ruhundan ya da gücünden eser yoktu. Yeni kaderine boyun eğmiş, öldürülmek hatta daha kötüsü tutsak edilmek için götürüleceğini biliyordu. Kendine ne olacağı umurunda değildi. Sadece Thor’un iyi olmasını istiyordu. Tek istediği ona saldıranlardan intikam alacağı bir şans, son bir şanstı.
“İşte orada! Güvertenin diğer tarafına kaymış!” diye bağırdı İmparatorluk askerlerinden biri.
Mycoples aniden yüzündeki hassas pulları delip geçen bir acı hissetti ve iki İmparatorluk askerini ellerinde yaklaşık on metrelik hançeriyle gördü; güvenli bir mesafeden ağ içinden onu dürtüyorlardı. Onlara saldırmak istedi ama engelleri vardı. Mycoples onlara hırlarken, onlar tekrar tekrar onu dürtüyor, gülüyor ve eğleniyorlardı.
“O kadar da korkunç değil, değil mi?” diye sordu biri diğerine.
Öteki de güldü, hançerini gözlerine yakın bir yere batırıyordu. Mycoples son saniyede kaçınarak kör olmaktan kurtuldu.
“Uçan bir hayvan olarak aslında zararsız,” dedi biri.
“Yeni İmparatorluk başkentinde onu herkese göstereceklermiş diye duydum.”
“Ben öyle duymadım,” dedi diğeri. “ Benim duyduğuma göre kanatlarını koparıp, adamlarımıza yaptığı tüm zararların intikamı olarak ona işkence edeceklermiş.”
“Umarım bu sahneyi izleyebilirim.”
“Onu cidden zarar vermeden mi teslim etmemiz gerekiyor?” diye sordu biri.
“Emirler böyle.”
“En azından biraz sakatlayabiliriz. Ne de olsa her iki gözüne de ihtiyacı yok, değil mi?”
Diğeri güldü.
“Madem öyle söylüyorsun, sanırım yok,” diye cevap Verdi. “Hadi bakalım, biraz eğlenelim.”
Adamlardan biri yaklaştı ve hançerini yukarı kaldırdı.
“Kıpırdama, küçük kız,” dedi asker.
Mycoples, ona yakınlaşarak hançeri gözüne sokmak için gelen adam karşısında çaresiz irkildi.
Aniden bir başka dalga güverteyi vurduğunda askerin ayakları yerden kesilerek doğrudan Mycoples’in suratına doğru kaydı, gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Son bir çabayla Mycoples askerin altına kaymasına yetecek kadar pençesini kaldırdı ve adamın tam üstüne vurarak boğazını deldi.
Çığlığı bastı ve kanı her yere dağıldı, suyla karışıyordu. Adam altında ölürken Mycoples bir nevi rahatlama hissetmişti.
Diğer İmparatorluk askeri dönüp koştu ve yardım çığlığı atmaya başladı. An içinde bir düzine İmparatorluk askeri yaklaştı hepsinin elinde uzun hançerler vardı.
“Hayvanı öldürün!” diye bağırdı biri.
Hepsi öldürmek için ona yaklaştılar, Mycoples bunu yapacaklarından emindi.
Aniden içinden yükselen çok güçlü bir öfke hissetti, daha önce böylesi bir şey hiç yaşamamıştı. Gözlerini kapadı ve son bir güç vermesi için tanrıya dua etti.
Yavaşça göbeğinden yükselen kocaman bir ateş hissetti, boğazına doğru yol alıyordu. Ağzını açtı ve dışarı kükredi. O anda bir ateş yığının dışarı döküldüğünü görünce kendi de şaşırdı.
Alevler ağı geçti, Akron’u yok etmese de, ona doğru gelen bir düzine askerin oluşturduğu et duvarı alevle kaplandı.
Vücutları ateş içinde kalınca hepsinin çığlıkları duyuldu, çoğu güverteye çöktü ve o anda ölmeyenler koşarak denize atladılar. Mycoples gülümsedi.
Bir düzine asker daha ellerinde sopalarla göründü, Mycoples ateşi tekrar çağırmaya çalıştı.
Fakat bu sefer işe yaramadı. Tanrı dualarına cevap vermiş ve ona son bir şans vermişti. Ama şimdi yapabileceği daha fazla bir şey yoktu. En azından aldığı küçük intikam için minnettardı.
Onlarca asker üstüne çullanarak, onu sopalarla dövmeye başladı; Mycoples yavaşça tükendiğini, gözlerinin kapandığını hissediyordu. Kaskatı kıvrıldı, koyuverdi, dünyadaki zamanının sonuna gelip gelmediğini merak etti.
Kısa süre sonra tüm dünyası karardı.
YEDİNCİ BÖLÜM
Romulus gövdesi siyaha ve altın renge boyalı, ağzında kartal tutan aslanlı İmparatorluk bayrağının rüzgarda tüm gücüyle dalgalandığı devasa gemisinin güvertesinde duruyordu. Elleri belindeyken kaslı çatısı her zamankinden daha geniş görünüyordu, sanki güverteye çivilenmişti; Ambrek’in hareketli ve parlak dalgalarına gözlerini dikmişti. İleride, henüz görünen Halka kıyıları uzanıyordu.
Nihayet.
Romulus’un kalbi, Halka’yı ilk kez gördüğü bu zamanda beklentiyle doldu taştı. Gemisinde özenle seçtiği onlarca en iyi adam ve arkalarında en iyi İmparatorluk gemileriyle denize açılmış binlercesi birlikte ilerliyorlardı. Denizi dolduran bu kalabalık donanmadaki her gemi İmparatorluk bayrağını taşıyordu. Çok uzun yoldan geliyorlardı, Halka’nın etrafını dolanmış ve McCloud tarafından karaya ulaşmayı hedeflemişlerdi. Romulus, Halka’ya kendi girerek, eski patronu, Andronicus’un arkasından sinsice gidip onu en beklemediği zamanda öldürmeyi planlıyordu.
Düşüncesi onu gülümsetti. Andronicus görevinin başındaki sağ kolunun gücü veya kurnazlığı hakkında hiç bir fikri yoktu ve bunu en acı yoldan öğrenecekti. Onu hafife almamalıydı.
Koca dalgalar gemiyi dövüyordu ve Romulus yüzüne vuran soğuk serpintilerden keyif alıyordu. Kolunda ormandan edindiği sihirli pelerin vardı, bunun işe yarayacağını, onu Kanyon’dan geçirebileceğini düşünüyordu. Onu giydiği zaman görünmez olduğunu, kalkandan geçerek Halka’ya tek başına gidebileceğini biliyordu. Görevi son derece gizli, kurnaz olmayı ve karşısındakini hazırlıksız yakalamasını gerektiriyordu. Adamları elbette onu takip edemezdi ama hiç birine ihtiyacı yoktu. Bir kere içeri girdi mi Andronicus’un adamlarını, İmparatorluk adamlarını bulacak ve davası için onları bir araya toplayacaktı. Onları bölerek kendi ordusunu , kendi iç savaşını yaratacaktı. Ne de olsa İmparatorluk askerleri Andronicus’u sevdikleri kadar Romulus’u da seviyorlardı. Andronicus’un adamlarını ona karşı kullanacaktı.
Sonrasında MacGil’i bulup pelerinin emrettiği gibi onu Kanyon’a getirecekti ve eğer efsane doğruysa Kalkan yok olacaktı. Kalkan indiğinde tüm adamlarını çağıracak, donanması içeri doluşunca da Halka’yı sonsuza dek ezeceklerdi. Ardından nihayet Romulus tüm evrenin tek hakimi olacaktı.
Derin bir nefes aldı. Şimdiden bunun tadını alıyordu. Tüm hayatı boyunca bu an için savaşmıştı.
Romulus kan kırmızısı gökyüzüne baktı, ufukta devasa bir top gibi görünen ikinci güneş batıyor ve günün bu saatinde uçuk mavi bir renkle parlıyordu. Bu, Romulus’un tanrılara dua ettiği vakitti, Kara Tanrısı, Deniz Tanrısı, Gökyüzü Tanrısı, Rüzgar Tanrısı ve hepsinden önemlisi Savaş Tanrısı. Hepsinin hakkını vermesi gerektiğini biliyordu. Hazırlıklıydı, feda edecek çok sayıda köle getirmişti, dökülen kanlarının ona güç bağışlayacağını biliyordu.
Kıyıya yaklaşırken dalgalar gemiyi daha kuvvetle dövüyordu. Romulus diğerlerinin ipleri indirmesini beklemedi bunun yerine pruva kuma değer değmez gövdeden kendini atıp yirmi adım kadar düştükten sonra ayakları üzerinde beline kadar suyun içinde durdu. Biraz olsun irkilmemişti bile.