O sırada aklına yeni bir fikir geldi. Neden bazı insanların adadan çıkmasına izin vermesindi ki? Bu sadece onun ama- cına hizmet ederdi. Salgını daha uzağa yayarlardı. Başlangıç için doğru Brooklyn’e o halde. Evet, bu pek yerinde olurdu gerçekten de.
Kyle aniden tekrar havaya yükseldi, Brooklyn Köprüsü’nün başına doğru uçmaya başladı. Hemen peşinden yüzlerce vampir onu takip etti.
Güzel, diye düşündü. Sadık ve itaatkârdılar, soru da sor- muyorlardı. Pek münasip bir ordu olacaktı hakikaten de.
Kyle, Brooklyn Köprüsü’nün ayağına indi; bir arabanın kaputuna bastı ayağını ve yüzlerce vampir de onun arkasın- daki arabaların üzerlerine indi, yere değdiklerinde ayakkabı- ları çın çın ses çıkardı.
Birden araba kornaları alevlendi. Görünüşe göre insanlar arabalarının üstüne çıkılmasından hoşlanmıyorlardı.
Kyle’ı yeni bir hiddet dalgası sardı, onlara yardım etmek için gelmişken kornalarına yüklenen şu acınası insanların nankörlüğünü düşünüyordu.
Kornasını ısrarla çalan bir arabanın üstündeyken birden durakladı. Tam aşağı inip orduyla uğraşacaktı ki onun ye- rine yavaşça geri dönüp ona doğru gözlerini dikmiş duran aileye baktı.
Tipik tıfıl ailenin tekiydi bu. Ön koltuklarda kırklı yaşların- da karı ve koca, arkalarında ise iki çocukları oturuyordu. Koca- sı penceresini açıp eğildi ve yumruğunu Kyle’a doğru sıktı.
“Siktir ol git arabamın üstünden!” diye bağırdı.
Kaputun üzerinde duran Kyle, tek dizinin üstüne çöktü ve gerilip ön cama bir yumruk attı. Adamı polo yakasından kavradı ve tek harekette camın içinden kendine doğru çekti. Adamın karısının ve çocuklarının çığlıkları geceyi şenlendi- rirken cam kırıkları oradan oraya uçuşuyordu.
Kyle kaputun üstünde sırıtarak adamı kafa hizasının yu- karısına kaldırmıştı.
Dağılan camdan dolayı kafası kanlar içinde olan adam inliyor ve haykırıyordu.
Kyle arkaya doğru gerildi ve sırıtarak adamı kâğıttan bir uçak gibi havaya fırlattı. Adam onlarca metre uçtu ve trafi-ğin arkasında bir yerlerdeki başka bir arabanın kaputunun üstüne düştü. Ölmüştür, diye umdu Kyle.
Kyle işine geri döndü. Arabanın üstünden atlayıp köprü- yü kapamakta olan devasa tanklara doğru ilerledi. Yüzlerce askerin uygun adım arkasından geldiğini hissedebiliyordu.
Kyle yaklaşırken askerlerin tamamı gerildi. İçlerinden birçoğu makineli tüfeklerini kaldırıp ona çevirdiler.
Tankların otuz metre ötesine kadar hiçbir arabanın ve in- sanın olmadığı, kimsenin de geçmek istiyor gibi görünme- diği bir sınır vardı.
Ne var ki Kyle mutlulukla sınırı geçti, açıklık alanda doğ- ruca tankların üstüne yürümeye başladı.
“Dur!” diye bağırdı asker megafondan. “Daha fazla GEL- ME! Gelirsen VURACAĞIZ!”
Kyle’ın gülümsemesi büyüdü, doğruca tanka doğru yürü- meye devam etti.
“DUR dedim!” diye bağırdı asker tekrardan. “Bu SON uyarın! Yürürlükte olan bir yasak var. Gece dışarıda olan herkesi vurmak için verilmiş emrimiz var!”
Kyle artık sırıtıyordu. “Geceler bana ait” diye yanıtladı. Kyle üstlerine yürümeye devam ederken birden ateş açtı-lar. Bir dolu asker makineli tüfeklerini Kyle’a ve adamlarına doğru ateşlediler.
Kyle, üstünden seken kurşunların acısını hissetti. Birbiri ar- dına göğsünden, kafasından ve ayaklarından sekiyorlardı. Yağ- mur damlalarına benziyorlardı fakat biraz daha güçlüsü gibiy- diler. İnsanların bu acınası silahlarını düşününce gülümsedi.
Onun etkilenmediğini fark etmeye başladıklarında asker- lerin yüzlerinde oluşan dehşet dolu ifadeleri gördü. Açıkça onun ya da takipçilerinin nasıl hâlâ yürümekte olduklarını anlayamıyorlardı.
Fakat tepki verecek zamanları yoktu. Kyle en yakın tan- ka doğru yürüdü ve ellerini aşağıdaki paletlerin altına so- kup insanüstü gücüyle tankı başının üstüne kadar kaldırdı. Dengesini kaybeden bazı askerler, o yürümekteyken tanktan düştü. Fakat diğerleri metale tutunup ne pahasına olursa ol- sun üstünde kalmak için çırpındılar.
Büyük hataydı.
Kyle koşar adım ilerledi, tankı arkaya doğru gerip tüm gücüyle fırlattı.
Tank, Brooklyn Köprüsü’nün üstünden uçup nehrin üze- rinde onlarca metre gitti. Tank havada döner dururken üs- tünden düşen askerler çığlıklar atıyorlardı. Sonunda büyük bir şapırtıyla suya düştü.
Birdenbire sıkışmış trafik hayata döndü. Kaygılı New Yorklular hiç tereddüt etmeden gazları kökleyip artık açık olan köprüye doğru yüklendiler. Birkaç saniye içerisinde yüzlerce araç Manhattan’dan kaçmak için yarışıyordu. Kyle gidenlerin yüzlerine baktığında pek çoğunun hâlihazırda ve- baya yakalanmış olduğunu görebiliyordu.
Kyle kocaman sırıttı. Bu seferki güzel bir gece olacaktı.
Üçüncü Bölüm
Hareket ettikçe gıcırdayan çifte kapıların, önünde açıl- masını izlerken Samantha’nın karnına bir sancı saplan-dı. Kendisine eşlik eden bir sürü muhafız vampirle beraber liderinin odasına doğru yürüdü. Muhafızlar onu çekiştiriyor değildi -buna asla cesaret edemezlerdi- fakat hiç kuşkusuz yakından takip ediyorlardı ve verilen mesaj açıktı. Hâlâ on- lardan biri olsa da gözaltındaydı, en azından Rexius ile bu buluşmayı gerçekleştirinceye kadar. Onun tarafından bir as- ker olarak huzura çağrılmıştı, fakat aynı zamanda bir tutuk- lu olarak da.
Kapılar arkasından çarpılarak kapandı ve Samantha de- vasa odanın dolu olduğunu gördü. Yıllardır böylesi bir ka- tılımla karşılaşmamıştı. Odanın içinde yüzlerce meclisdaşı vampir vardı. Açık ki hepsi onu izlemek, haberleri almak, kılıca ne olduğunu, yani onu nasıl elinden kaçırdığını öğ- renmek istiyorlardı.
İçlerinden çoğu muhtemelen onun cezalandırılışını gör- mek istiyordu. Rexius’un affı olmayan bir lider olduğunu ve en küçük bir hatanın bile cezayı gerektirdiğini biliyorlardı. Yenilen halt bu derece büyük olunca verilecek ceza da sınır- ların ötesinde olacaktı.
Samantha bunu biliyordu. Kaderinden kaçmaya çalışıyor değildi. Bir görevi kabul etmiş ve başarısız olmuştu. Evet, kılıcı bulmuştu; fakat aynı zamanda onu kaybetmişti de. Kyle ve Sergei’nin onu ellerinin arasından çalmalarına izin vermişti.
Aslında her şey ne kadar da şahane olacaktı! Kılıcın ora- cıkta, Kralın Mabedi’nde, koridorda ellerinden birkaç adım uzakta olduğunu gayet net hatırlıyordu. Onu ele geçirme- nin, görevini tamamlamanın, meclisinin kahramanı olma- nın sadece birkaç saniye uzağındaydı.
Sonrasında ise Kyle ve o rezil ortağı Sergei, içeri girip onu alt ederek kılıcı ellerinden çalacaklardı. Adil değildi bu. Böy- le bir şeyi nasıl öngörebilirdi ki?
Ya şimdi neydi? Kötü adam. Kılıcın kayıp gitmesine mani olmayan kişi. Görevinde başarısız olmuş olan. Ah evet, öde- necek fatura büyüktü. Bundan şüphesi yoktu.
Artık tek istediği Sam’in güvende olmasıydı. Yere düşüp bayılmıştı ve Samantha da onu tüm yol boyunca taşıyıp bu- raya getirmişti. Sam’i yakınında istemişti. Henüz gitmesine izin vermeye hazır değildi ve onu başka nereye götürebilece- ğini bilmiyordu. İçeri sızıp epey yerin altındaki meclislerin boş bir odasına onu saklamıştı. Kimse onu görmemişti, en azından onun bildiği kadarıyla hiç kimse. Orada, bu vam- pirlerin dikizleyici bakışlarından uzakta, güvende olacaktı. Rexius’a raporunu verip cezasına katlanmasının ardından gün ışıyıncaya kadar bekleyecek ve herkes uyurken Sam ile birlikte kaçacaktı.
Elbette, öyle tak diye kaçamazdı. Önce raporunu ver- meli, cezasına katlanmalıydı; yoksa meclis peşine düşer ve o da hayatını kaçarak geçirmek zorunda kalırdı. Bir kez ceza aldıktan sonra kimse onları takip etmezdi. Ardından Sam’i yanına alabilir ve ikisi buradan uzaklara kaçıp birlikte bir yerlere yerleşebilirlerdi, sadece ikisi.
Şu çocuğun, yani Sam’in hislerini böyle damardan yakalayabileceğini hiç ummamıştı. Şimdi önceliklerini düşünürken ilk başta onu düşünüyordu. Onunla olmak istiyordu. Onunla olmaya ihtiyaç duyuyordu. İşin doğru- su, her ne kadar -kendininkiler dâhil- kulağa delice gelse de onsuz bir hayatı gözünde canlandıramıyordu. Kendine kızıyordu. İşlerin bu noktaya gelmesine izin vermiş oldu- ğunu fark etmemişti. Ergen bir çocukla bir ilişki, daha da kötüsü, bir insanla! Bu yüzden kendinden nefret edi- yordu. Ama olan olmuştu işte. Hislerini değiştirmesinin mümkünü yoktu.
Yavaşça Rexius’un tahtına doğru yaklaşıp cezası için ha- zırlanırken bu düşünce ona güç verdi. Akıl almaz bir acıya katlanacaktı, bunu biliyordu; fakat Sam’i düşünmek bun- lar olurken onu ayakta tutardı. Elinde geri döneceği bir şeyi olacaktı. Sam de tüm bunlardan uzakta, güvende olacaktı. Bunu katlanılır kılan şey de buydu.
İyi de acaba cezasını çektikten sonra Sam onu hâlâ sever miydi? Eğer Rexius’u birazcık olsun tanıyorsa, iorik asit mu- amelesini ona saklamış olacak ve yüzünü mümkün olan en fena şekilde yaralayacaktı. Görüntüsünün en güzel kısmını yitirebilirdi ne de olsa. Sam onu hâlâ sever miydi o zaman? Öyle olacağını umuyordu.
Yüzlerce vampir ne olacağını görmek için hevesli bir şe- kilde yerlerini alırken odaya bir sessizlik çöktü. Samantha, Rexius’a doğru birkaç adım atıp bir dizinin üstünde çöme- lerek başını eğdi.
Birkaç adım uzaktaki Rexius, buz mavisi gözleriyle onun içini delip geçercesine tahtından baktı. Her ne kadar Samant- ha bunun muhtemelen birkaç saniye olduğunu biliyorduysa da dakikalarca ona bakmaya devam etmiş gibi geldi. Başını önde eğik tuttu. Onun bakışlarına karşılık verilmemesi ge- rektiğini gayet iyi biliyordu.
“Bak sen” diye söze girdi Rexius havayı yaran çatal sesiyle, “piliç kızarmak için eve dönmüş.”
Samantha’yı süzdüğü birkaç sessizlikle dolu dakika bunu takip etti. Samantha ona derdini açıklayacak kadar salak de- ğildi. Sadece kafasını aşağıda tuttu.
“Seni basit bir göreve yolladım” diye devam etti. “Kyle’ın başarısızlıklarından sonra güvenebileceğim birine ihtiyacım vardı. En değerli askerimdin. Hiç yüzümü kara çıkarmadın, binlerce yıldır” dedi gözlerini ayırmadan. “Fakat bu sefer, bu basit görevde nasıl olduysa mağlup olmayı başardın. Hem de ne mağlubiyet!”
Samantha tekrardan kafasını eğdi.
“Pekâlâ. Kılıca tam olarak ne olduğunu söyle bana. Ne- rede o?”
“Efendim” diye başladı söze yavaşça, “Caitlin denen kızı takip ettim. Ve Caleb’i de. İkisini de buldum. Kılıcı da bul- dum. Hatta Caitlin’in onu elinden bırakmasını sağladım. Yerdeydi, elimden birkaç adım uzakta. Birkaç saniye daha olsa size geri getirmem için kesinlikle avucumun içinde olacaktı.”
Samantha yutkundu. “Bir sonra olacak olanı öngöreme- dim. Hayrete düştüm, birden Kyle saldırınca…”
Vampirlerle dolu odayı bir uğultu sardı.
“Kılıcı yerden almama kalmadan” diye devam etti, “Kyle ortaya çıktı ve onu aldı. Kiliseden uçup gitti ve yapabilece- ğim hiçbir şey yoktu. Onu bulmayı denedim ama ortalıkta yoktu. Kılıç şimdi onun ellerinde.”
Odayı daha büyük bir uğultu kapladı. Odanın içindeki kaygı belli oluyordu.
“SESSİZLİK!” diye bağırdı bir ses.
Yavaşça uğultu dindi.
“Yani” dedi Rexius, “O kadar şeyden sonra Kyle’ın kılı- cı almasına izin verdin. Yani bilfiil kendi ellerinle kılıcı ona teslim ettin.”
Samantha bunu yapmaması gerektiğini biliyordu fakat kendini tutamadı. Kendi savunmak için bir şey söylemesi lazımdı. “Efendim, yapabileceğim bir şey yoktu…”
Rex yalnız kafasını sallayarak sözünü kesti. Samantha bu hareketten dehşete kapıldı. Bu, kötü şeylerin gelmekte oldu- ğunun habercisiydi.
“Senin sayende artık iki savaşa hazırlanmak zorundayım: Şu zavallı insanlarla yürütülecek savaş ve şimdi bir de Kyle ile yapılacak bir savaş.”
Odayı ağır bir sessizlik doldurdu ve Samantha cezasının eli kulağında olduğunu hissetti. Onunla yüzleşmeye hazırdı. Kafasının içinde Sam’in resmine ve onu tamamen öldüre- meyecekleri gerçeğine sıkı sıkı tutundu. Bunu asla yapama- yacaklardı. Bundan sonra bir hayat olacaktı, şöyle ya da böy- le bir hayat; Sam de onun bir parçası olacaktı.
“Sana ayırdığım çok özel bir ceza var” dedi Rexius yavaş- ça, hafif hafif sırıtarak.
Samantha arkasındaki çifte kapıların açıldığını duydu ve bakmak için arkasını döndü.
Kalbi paramparça oldu.
İşte oradaki, iki vampir tarafından sürüklenen elleri ve ayakları zincirli kişi Sam’di. Onu bulmuşlardı.
Ağzını kapatmışlardı; ses çıkarmak için ne kadar uğra- şırsa uğraşsın beceremiyordu. Gözleri korku ve dehşetle fal taşı gibi açılmıştı. Onu zincirlerini şıngırdatarak odanın öte kıyısına çektiler ve sıkıca tutup bakmaya zorladılar.
“Görünen o ki sadece kılıcı kaybetmekle kalmamışsın, onun yanında bir insana karşı bir şeyler de hissetmişsin, hem de ırkımızın tüm kurallarına rağmen” dedi Rexius. “Senin cezan Samantha, senin için en biricik olanın azap çekişini izlemek olacak. Senin için en biricik olanın kendin olmadı- ğını anlayabiliyorum. O kişi bu oğlan; şu zavallı, ufak insan evladı. Bu çocuğa fena azap çektireceğiz.”
Samantha’nın kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibiydi. Bu onun öngöremediği ve gerçekleşmesine izin veremeyece- ği bir şeydi, ne pahasına olursa olsun.
Sam’e eşlik edenlerin tarafına doğru zıplayarak birden ha- rekete geçti. Bir tanesine ulaşıp göğsüne bir tekme savurma- yı başardı. Vampir arkaya doğru uçtu.
Fakat diğerine saldırmasına fırsat kalmadan bir sürü vam- pir üstüne çullanmış, onu kavrayıp olduğu yere mıhlamış- lardı. Tüm gücüyle savaşsa da sayıları çok fazlaydı ve tüm o vampirlerin gücüyle tek başına mücadele edemezdi.
Çaresiz bir şekilde Sam’i tutup odanın ortasına doğru sü- rükleyişlerini izledi. Onu noktanın üstüne yerleştirdiler, tam olarak iorik asit muamelesine maruz kalacaklar için ayrılmış noktaya. Bir vampir üstünde bu ceza tarif edilmez şekilde acı vericiydi. Yaşam boyu geçmeyen izler bırakıyordu.
Ne var ki bir insanın üstünde hem acı ölçülemeyecek ka- dar büyük oluyor hem de ceza kesin ve korkunç bir ölümle son buluyordu. Sam’i infaza doğru sürüklemekteydiler. Onu da izlemesi için zorluyorlardı.
Sam noktanın üstüne zincirlenirken Rexius’un sırıtması tüm yüzüne yayıldı. Rexius’un kafa sallamasıyla refakatçiler- den biri ağzındaki bandı çıkardı.
Sam gözleri korku dolu bir halde dönüp hemen Samantha’ya baktı.
“Samantha!” diye bağırdı. “Lütfen! Beni kurtar!”
Samantha kendini tutamadı ve gözyaşlarına boğuldu. Ya-pabileceği hiç ama hiçbir şey yoktu.
Altı tane vampir, merdivenin üstünde kaynayan ve fo- kurdayan demir kazanı ileri sürdüler. Doğru pozisyona, tam Sam’in kafasının üstüne getirdiler.
Sam yukarı baktı. Gördüğü son şey, fokurdayan sıvının kazanı terk edip tam yüzüne doğru yol alışıydı.
Dördüncü Bölüm
Caitlin koşmaktaydı. Koştukça bileğine kadar gelen çiçek- lerden oluşan alanın içinden bir patika çiziyordu. Kan kırmızısı güneş, büyük bir top misali ufukta asılıydı.
Ufukta arkası güneşe dönük olan kişi babasıydı ya da en azından onun karaltısı. Hatları seçilmiyordu fakat Caitlin bu- nun o olduğunu biliyordu.
Caitlin nihayet onu göreceği, kucaklayacağı için yana tutuşa koşarken güneş çabucak battı, pek çabucak. Her şey çok hızlı olmuştu ve birkaç saniye içerisinde güneş tamamen batmıştı.
Kendini arazide, gecenin ortasında koşar halde buluver- di. Babası hâlâ orada bekliyordu. Caitlin onun kendisinin daha çabuk koşmasını istediğini, ona sarılmayı arzuladığını hissetti. Ne var ki bacakları ancak bu kadarına yetiyor ve ne kadar denerse denesin, babası gittikçe uzaklaşıyormuş gibi duruyordu.