Arzulanmış - Морган Райс 2 стр.


Yanından geçen birinin kolunu yakaladı, merakından çatlamak üzereydi.

Adam, birden durdurulmasına şaşırarak yüzünü Caitlin’e döndü.

“Kusura bakmayın ama hangi yıldayız acaba?” deyiverdi Caitlin. Kendi sesini duyduğunda boğazının ne kadar kuruduğunu ve nasıl acınası bir hâlde göründüğünü fark etti.

Bunu sormaktan bile utanmıştı. Deli gibi göründüğünü biliyordu.

“Yıl?” diye tekrarladı kafası karışan adam.

“Ah… Özür dilerim ama bir türlü hatırlayamıyorum.” Adam, Caitlin’e hızlıca bir göz attı. Onunla ilgili bir şeylerin yolunda olmadığını anlamış gibi kafasını sallıyordu.

“1789 yılındayız tabii ki! Yeni bir yıla girmeye de yakın değiliz üstelik, karıştıracak ne var?” dedi alaycı bir şekilde ve yoluna geri döndü.

1789. Bu yılın gerçekleri Caitlin’in aklında sıralanmaya başladı. En son 1791 yılında olduğunu hatırladı. O kadar da uzağa gelmemişti, sadece 2 yıl.

Ama şimdi Paris’teydi. Venedik’ten tamamen farklı bir şehir. Neden burası? Neden bu yıl?

Beynini zorluyor, tarih derslerini hatırlamaya çalışıyordu. 1789’da Paris’te neler olmuştu? Hatırlayamayacağını anladığında utanmıştı. Bir kez daha, derslere yeterince ilgi göstermediği için kendine kızdı. Eğer günün birinde zamanda yolculuk edeceğini bilseydi, lise yıllarında tarih dersine sabahlara kadar çalışır, her şeyi ezberlemeye uğraşırdı.

Şu an bunları düşünmenin bir şey değiştirmeyeceğini fark etti. Şimdi, kendisi tarihin bir parçasıydı. Şimdi, tarihi ve kendini değiştirmek için bir şansa sahipti.

Geçmişin değiştirilebileceğini anlıyordu. Tarih kitaplarında bazı şeyler yazıyor diye, zamanda geriye gidilip düzeltilmeyecek değildi. Aslında çoktan değiştirmişti bile. Bu zamandaki bu görüntüsü bir şeyleri etkileyecekti mutlaka. Şu durumu da kendi çapında tarihte yerini alacaktı.

Böylece yapacağı her hareketin önemini daha iyi anladı.

Geçmiş, yeniden yaratılmak üzere onun ellerindeydi.

Caitlin çevresinin mükemmelliğine bakınca az da olsa rahatladı, hatta biraz da cesaretlendi. En azından güzel bir zamanda ve güzel bir yerdeydi. Taş devrine dönmemişti. Ayrıca bir boşluğun içinde de değildi. Etrafındaki her şey kusursuz görünüyordu. İnsanlar öyle güzel giyinmişlerdi ki kaldırım taşlarıyla donatılan sokakta meşalelerin ışıklarıyla parıldıyorlardı. Ve Catilin’in 18. yüzyıl Fransa’sıyla ilgili hatırladığı bir şey daha vardı. Bu dönem Fransa’nın hâlâ kral ve kraliçe tarafından yönetildiği en zengin zamanlarıydı.

Caitlin, Notre Dome’ın bir ada üzerinde olduğunu fark etti ve buradan uzaklaşması gerektiğini hissetti. Burası çok kalabalıktı ve onun biraz sakinliğe, tenha bir yere ihtiyacı vardı. Buradan uzaklaşabileceği küçük köprüler gördü ve birine doğru ilerlemeye başladı. Kendini, ‘Belki Caleb’in varlığı beni buraya yöneltiyordur,’ diye umutlandırıyordu.

Nehrin üzerinden geçerken, Paris’in meşalelerin ve ay ışığının altında ne kadar güzel göründüğünü fark ediyordu. Caleb’i düşündü. Tam o sırada yanında olmasını ve bu manzaraya onunla beraber bakıyor olmayı istiyordu.

Suyu izleyerek köprüyü geçerken anılar bir anda Caitlen’e hücum etti. Pollopel’i ve Hudson Nehri’ndeki o geceyi düşündü, ayın nehri aydınlatışını… O an, içinde birden suya atlama hissi uyandı. Kanatlarını test etmek istiyordu. Tekrar uçup uçamayacağını bilmek istiyordu.

Ama oldukça zayıf ve aç olduğunu anladı, ayrıca geriye doğru yaslandığında kanatlarını hissedemiyordu bile. Zamanda yaptığı yolculuğun yeteneklerini, güçlerini etkilediğinden endişe etti. Daha önce hissettiği kadar güçlü hissedemiyordu. Aslında, tam da bir insan gibi hissediyordu. Zayıf. Hassas. Kırılgan. Bu hisleri hiç sevememişti.

Nehri geçtikten sonra şehrin sokaklarında umutsuzca birkaç saat dolandı. Kuzeye yönelerek, nehirden uzağa iç içe girmiş sokakların arasında döne dolaşa ilerledi. Şehir Caitlin’i büyülemişti. Bazı açılardan 1791’in Venedik ve Floransa’sına benziyordu. Paris de o şehirler gibi aynı kalmıştı ve 21. yüzyılda bile aynı kalacaktı. Buraya hiç gelmemişti ama fotoğraflarını görmüştü. Gördüğü bazı binaları tanıdığında şaşırıyordu.

Buradaki sokaklar kaldırım taşlarıyla döşeli, atlar ve at arabalarıyla doluydu. İnsanlar gösterişli elbiseler içinde dünyadaki bütün zaman kendilerine aitmiş gibi sakin sakin dolanıyordu. Buna benzeyen diğer bütün şehirlerde olduğu gibi burada da bir tesisat sistemi yoktu ve Caitlin yollardaki atıkları görmekten ve yazın sıcağında hissedilen kötü kokuyla irkilmekten kendini alıkoyamıyordu. Polly’nin ona Venedik’te verdiği küçük potpuri paketlerinden biri keşke yanında olsaydı, diye içinden geçiriyordu.

Ama diğer bütün şehirlerin aksine Paris başlı başına bir dünyaydı. Burada sokaklar daha geniş, binalar daha alçak ve her şey daha güzel dizayn edilmişti. Şehir kendini daha eski, değerli ve güzel hissettiriyordu. Ayrıca daha az kalabalıktı, Notre Dame’dan uzaklaştıkça daha az insana rastlar olmuştu. Bu sakinlik belki de gecenin geç saatleri olduğu içindi ama sokaklar neredeyse bomboştu.

Yorgunluktan bitap düşene kadar, etrafta onu Caleb’e yönlendirebilecek herhangi bir iz bulmak amacıyla yürüyüp durdu. Ama hiçbir şey yoktu.

Her yirmi blokta çevresi değişiyor, çevrenin hissettirdikleri de değişiyordu. Kuzeye doğru ilerledikçe kendini bir yokuşun başında buldu. Yeni bir bölge gibiydi. Daracık sokaklarda birçok bar sıralanmıştı. Köşe başındaki barın yanından geçerken yerde, kendinden geçmiş, bilinçsiz şekilde yatan, sarhoş bir adam gördü. Sokak bomboştu. Tam o sırada yaşanabilecek en kötü açlık sancısı Caitlin’i yakaladı. Midesini ikiye bölüyorlarmış gibi hissediyordu.

Gözleri, yerde yatan adama kilitlendi. Boynundaki damarda akan kanı hissediyordu. O sırada adama saldırıp, açlık hissini doyurmaktan daha fazla isteyebileceği hiçbir şey yoktu. Hissettiği duygu, ani bir istekten daha çok vücudunun ona verdiği bir emir gibiydi. Vücudu bunu yapması için ona bağırıyordu.

Caitlin başka bir yere bakmak için bütün gücüyle uğraşıyordu. Bir insanı incitmektense açlıktan ölmeyi tercih ederdi.

Buralarda avlanabileceği bir orman var mıdır düşüncesiyle etrafını incelemeye başladı. Şehrin içinde kirli sokaklara ve birkaç parka rastlamasına rağmen ormana benzer bir bölge görememişti.

Tam o sırada barın kapısı açıldı ve bir adam, garsonlar tarafından dışarıya fırlatıldı. Sarhoş olduğu belliydi, garsonlara küfür yağdırıyordu.

Sonra birkaç adım geri çekildi ve bakışlarını Caitlen’e çevirdi.

Yapılı bir vücudu vardı ve Caitlin’e kötü niyetli gözlerle bakıyordu.

Caitlin gerildiğini hissetti. Güçlerine hâlâ sahip olup olmadığına dair merakı canlanmıştı.

Arkasını dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladı ama adamın onu takip ettiğini hissediyordu. Caitlin arkasını dönemeden adam onu sıkıca saracak bir şekilde yakaladı. Adamın nefesindeki iğrenç kokuyu omzunun üstünden hissedebiliyordu.

Adam sarhoş olduğu için, Caitlin’e tutunuyor olmasına rağmen bir an sendeledi. Caitlin o sırada odaklandı ve Pollopel’de, Aiden’ın ona öğrettiği tekniklerden birini kullanıp, bir adım kenara çekilerek adamı tuttu ve alaşağı etti. Adam sırt üstü yere yapıştı.

Caitlin birdenbire, birçok dövüşçüyle karşı karşıya kaldığı Roma, Kolezyum’da yaşadıklarına bir geri dönüş yaşadı. O kadar netti ki bir anlığına gerçekte nerede olduğunu unutuverdi.

Hemen kendini toparladı. Sarhoş adam sallanıyor olmasına rağmen ayağa kalkmıştı ve ona doğru hamle yapıyordu. Caitlin son adıma kadar yaklaşmasına izin verdi ve yine kenara çekilip, bir anda adamı havada döndürdü ve suratının üzerine yapıştırdı.

Adam iyice afallamıştı. Ayaklanıp tekrar kendine gelemeden Caitlin oradan uzaklaştı. Adamı bir güzel benzettiği için mutluydu ama bir yandan da olayın şokundaydı. Hâlâ Roma’ya dair geri dönüşler yaşıyor olması onu endişelendirmişti. Doğaüstü güçlerine dair bir şey de henüz hissetmemişti. Halen bir insan kadar kırılgan hissediyordu. Bunun düşüncesi bile Caitlin’i diğer her şeyden daha çok korkutmaya yetiyordu. Gerçekten de tamamen yalnız başına kalmıştı.

Nereye gideceğine, ne yapacağına dair aceleci ve telaşlı bir hâl alarak etrafına bakınmaya başladı. Az önce hızlıca geldiği yol yüzünden bacakları ağrıyordu ve umutsuzluk hissetmeye başlamıştı.

Ve tam o anda orayı gördü. Kafasını kaldırdı ve önünde yükselen yokuş bir yol gördü. Bu yokuşun sonunda kocaman bir ortaçağ manastırı duruyordu. Nasıl olduğunu açıklayamayacak bir şekilde onun içine çekiliyormuş gibi hissediyordu. Yokuş göz korkutucu görünüyordu ama Caitlin gidebileceği başka bir seçenek bulamıyordu.

Daha önce hiç olmadığı kadar yorgun bir şekilde, kafasında keşke uçabilseydim düşüncesiyle yokuşu tırmandı.

Sonunda manastırın girişine ulaşabilmişti. Başını kaldırıp kocaman, meşe kapılara baktı. Tarihi bir yere benziyordu. 1789 yılında olduğunu biliyordu. Önünde dikilen bin yıllık yapı, yüzünde şaşkın bir bakış ortaya çıkarmıştı.

Nedenini bilmediği bir şekilde buraya çekiliyormuş gibi hissediyordu. Gidecek başka bir yeri olmadığını bildiği için cesaretini toplayıp yavaşça kapıyı tıklattı.

Cevap yoktu.

Kapı kolunu çevirdi ve açık olmasına şaşırarak içeriye girdi.

Eski kapı yavaşça kapandı. Caitlin gözlerini birkaç dakika içinde karanlık, mağaramsı kiliseye alıştırdı. Etrafı inceledikçe büyüklüğüne ve görkemine şaşırıyordu. Halen gecenin geç saatleriydi ve bu sade, süssüz, komple taştan yapılmış kilise, mumların loş ışığıyla aydınlatılıyordu. Köşedeki sunak düzinelerce mumla çevrelenmişti.

Bunun dışında oldukça boş görünüyordu.

Caitlin bir anda burada ne yapıyor olduğunu düşündü. Burada olmasının özel bir sebebi mi vardı? Yoksa aklı gene ona oyun mu oynuyordu?

Yandaki kapı aniden açıldı ve Caitlin irkildi.

Kısa boylu, narin görünümlü bir rahibenin, beyaz kıyafeti ve beyaz başlığı içinde ona doğru yürüdüğünü görünce şaşırmıştı. Rahibe yavaşça yürüdü ve direkt Caitlin’in yanına geldi.

Beyaz başlığını açıp gülümseyerek Catilin’e baktı. Kocaman, masmavi gözleri vardı ve rahibe olabilmek için çok genç görünüyordu. Rahibe gülümsemeye devam ettikçe, Caitlin ondaki sıcaklığı hissetmeye başlamıştı. Ayrıca onun da kendisi gibi bir vampir olduğunu anlamıştı.

“Kardeş Paine, sizi burada görmek bir onur,” dedi nazikçe.

Ikinci Bölüm

Rahibe kilisenin içindeki uzun bir koridor boyunca ilerleyerek Caitlen’e yolu gösterirken, Caitlin gerçeküstü bir şeyler yaşadığını hissediyordu. Çok güzel bir yerdi burası ve etrafta beyaz kıyafetleri içinde gezinen rahibelerden anladığı kadarıyla aktif bir şekilde çalışan bir kiliseydi. Bir başka rahibe elindeki kabı yavaşça sallayarak etrafa tütsü kokusunu dağıtıyordu. Diğer köşede başkaları ise sakin ilahiler seslendiriyorlardı.

Birkaç dakikalık sessiz bir yürüyüşün ardından Caitlin rahibenin onu nereye götürdüğünü merak etti. Sonunda bir kapının önünde durdular. Rahibe kapıyı açtı ve küçük, sakin, Paris manzaralı bir oda ortaya çıktı. Burası Caitlin’e, Siena’da kaldığı yeri hatırlatmıştı.

“Yatağın üzerinde temiz kıyafetler bulabilirsin,” dedi rahibe. “Avluda banyo yapabileceğin bir yer var.” Ve eliyle işaret ederek, “Bu senin için,” dedi.

Caitlin nereyi işaret ettiğine baktı ve odanın köşesinde küçük bir masanın üzerinde beyaz bir sıvıyla dolu gümüş kadehi gördü. Rahibe gülümsüyordu.

“Güzel bir uyku için ihtiyacın olan her şey var. Bundan sonrası senin seçimine bağlı.”

“Seçimime mi?” diye sordu Caitlin.

“Bana bir anahtara sahip olduğun söylendi ve diğer üçünü de bulman gerekiyor. Ama görevi tamamlamayı kabul edip, yolculuğa devam etmeyi seçip seçmeyeceğin tamamen sana bağlı.”

“Bu senin için,” dedi ve etrafı taşlarla süslü, gümüş, silindir şeklindeki kılıfı Caitlin’e uzattı.

“Babandan bir mektup bu, yalnızca senin için. Yüzyıllardır bunu koruyoruz, hiç kimse açmadı.”

Caitlin, şaşkınlıkla ve ağırlığını avuçlarında hissederek kılıfı aldı.

“Görevine devam edeceğini umuyoruz,” dedi rahibe ve yavaşça ekledi: “Sana ihtiyacımız var.”

Yüzünü kapıya dönüp tam çıkacakken, “Dur!” dedi Caitlin. Rahibe olduğu yerde durdu.

“Paris’teyim, değil mi? 1789 yılında?” Rahibe gülümseyerek, “Evet,” dedi.

“Peki neden? Neden buradayım? Neden bu yıldayım?”

“Sanırım bunu senin bulman gerekiyor. Ben burada basit bir hizmetçiden daha fazlası değilim.”

“Ama neden bu kiliseye çekiliyormuş gibi hissettim?”

“Montmarte’deki Aziz Peter Manastırı’ndasın. Binlerce yıldır burada olan, oldukça kutsal bir yerdir.”

“Neden?” diye ısrar ediyordu Caitlin.

“İsa’ya inananların yeminlerini ettiği yer burası. Hristiyanlığın doğduğu yer.”

Caitlin hiçbir şey diyemeden öylece duruyordu. Rahibe, “Hoş geldin,” diyerek nazikçe eğilip selamını verdi ve odadan çıkıp kapıyı kapattı.

Caitlin etrafına bakıp odayı inceliyordu. Gördüğü misafirperverliğe, temiz kıyafetlere, banyoya ve odanın köşesinde duran rahat yatağa minnettardı. Bir adım daha atabileceğini düşünmüyordu. Çok yorgundu, sonsuza kadar uyuyabileceğini hissediyordu.

Elindeki kılıfla birlikte odanın köşesine yürüdü ve onu masanın üzerine bıraktı. Mektup bekleyebilirdi ama açlığı artık bekleyecek durumda değildi.

Masadaki kadehi eline alıp incelemeye başladı. İçinde ne olduğunu biliyordu: beyaz kan.

Kadehi dudaklarına götürüp içti. Kırmızı kandan daha tatlıydı ve vücuduna, damarlarına daha çabuk karışıyordu. Birkaç dakika içinde yeniden doğmuş gibi hissetmeye başlamıştı. Hiç olmadığı kadar güçlüydü. Sonsuza kadar bundan içebilirdi.

Bitirince kadehi masaya bırakıp, mektup kılıfını eline aldı ve yatağına gitti. Uzandığında bacaklarının ne kadar yorulduğunu fark etti. Orada öylece uzanmak çok iyi gelmişti.

Birkaç saniyeliğine küçük, basit yastığa başını yaslayıp gözlerini kapattı. Hemen sonra, kılıfı açıp babasının mektubunu okumaya karar verdi.

Ama gözlerini kapadığı o anda bütün yorgunluğu onu bir anda sarıverdi. Denese de gözlerini açamadı. Birkaç dakika içinde uykuya dalmıştı.

* * *

Caitlin, elinde bir kılıç üzerinde savaş kıyafetleriyle Kolezyum’un ortasında ayaktaydı. Karşısına kim gelirse gelsin savaşmaya hazırdı, hatta savaşmaya dair bir istek duyuyordu. Ama etrafına baktığında stadyumun tamamen bomboş olduğunu gördü. Bütün sıralara tekrar bakmasına rağmen her yerin boş olduğunu görüyordu.

Caitlin gözlerini kapatıp açtığında artık Kolezyum’da değildi. Bu kez Vatikan’da, elinde kılıçla duruyordu ama üstündekiler savaş kıyafetleri değil, rahibe kıyafetleriydi. Sistine Şapeli’ndeydi.

Bulunduğu odada gözlerini gezdirdiğinde, bütün odanın düzgünce sıralanmış, beyaz cüppeleri içinde duran, masmavi gözlü vampirlerle dolu olduğunu gördü. Bütün dikkatlerini ona vermiş bir şekilde, sakin ve sessizce bekliyorlardı.

Caitlin elindeki kılıcı düşürdü ve kılıç çınlamaya benzer bir sesle yere indi. Başrahibe doğru yavaşça yürüdü ve elinden beyaz kanla dolu büyük kadehi aldı. İçi dolup taşarcasına içiyordu.

Birdenbire, Caitlin kendini çölün ortasında buldu. Yalın ayaklarıyla kumların arasında yürüyordu. Güneş tam tepesindeydi ve elinde kocaman bir anahtarı taşıyordu. Ama anahtar o kadar anormal bir şekilde büyüktü ki Caitlin’i yerin dibine doğru çekiyordu.

Назад Дальше