Ndura. Ormanın Oğlu - Javier Salazar Calle



Ndura.

Ormanın oğlu.

Yazar

Javier Salazar Calle

Kapak tasarımı © Sara García

Orijinal adı: Ndura. Hijo de la selva.

Telif hakkı © Javier Salazar Calle, 2014

İngilizceden çeviren: Abdullah Karaakın

2. Basım

Yazarı aşağıdaki mecralarda takip edebilirsiniz:

 Web: https://www.javiersalazarcalle.com

 Facebook: https://www.facebook.com/jsalazarcalle

 Twitter: https://twitter.com/Jsalazarcalle

 LinkedIn: https://es.linkedin.com/in/javiersalazarcalle

 YouTube: http://www.youtube.com/user/javiersalazarcalle

Tüm hakları saklıdır. Bu eserin telif hakkı sahibinin izni alınmadan elektronik, mekanik, fotokopi, manyetik ve optik kayıt yöntemleri veya başka herhangi bir veri saklama veya erişim sistemi de dâhil herhangi bir şekilde ve yöntemle kısmen ya da tamamen çoğaltılması kesinlikle yasaktır.

Tıpkı benim gibi yerlerinden kalkmadan macera yaşamayı seven herkese ithafen zira bu dünyada hayal gücünün galip gelmesine imkân tanıyorlar.

Özellikle yıllar önce bu dünyadan göçen en yakın arkadaşıma ve onun ismini taşıyan, benim de büyük ümitler beslediğim oğlum Alexe.

Macera başlasın


0. GÜN

Afrikanın bağrında, bir ağacın gövdesine yaslanmış oturuyorum. Ateşler içinde kıvranırken titremeler de sıklaşıyor, her yanımı saran bir ağrıdan başka bir şey hissedemiyorum. Titremelere engel olamıyorum. Bir tepenin başındayım. Arkamda gür, yaban, amansız bir orman. Önümdeki manzara sanki bir efsun kalkmışçasına birden beliriyor; orada burada birkaç çotukla beraber yoğun kerestecilikten arta kalanlar, artık yerlerinde yeller esen şeylere dair ufak bir fikir veriyor. Tepenin dibinde, yeni yeni beliren bir şehrin ilk evlerini seçebiliyorum. Yaprak ve tuğlalarla harmanlanmış çamur. Medeniyet.

Evimden, çevremden, ailemden, kız arkadaşımdan, arkadaşlarımdan binlerce kilometre uzaktayım. Su içmek için çeşmeyi açıvermenin, yemek yemek için barın birine girip sipariş vermenin yeterli olduğu o rahat hayattan uzakta. Yatakta, sıcak, kuru ama en önemlisi de güvenli bir yatakta uyumaktan çok uzakta. Öyle özlüyorum ki o dinginliği! Akşam işten çıkınca kalan vaktimi nasıl değerlendirsem diye düşünmenin hayatımdaki tek belirsizlik olduğu zamanları. Şimdi önceki meşguliyetlerim çok saçma geliyor: ev kredisi, maaş, arkadaşlar arası tartışmalar, sevmediğim yemekler, futbol maçı ama en çok da yemekler

Hayatta kalma ihtiyacının insanın bakış açısını değiştirdiği ortada. En azından bende öyle oldu. İyi de evden bu kadar uzakta, Orta Afrika ormanlarının sınırında ölmek de ne? Kendimi nasıl bu Dantevari ve görünüşe bakılırsa çaresiz duruma düşürdüm? Bu hikâye nasıl başladı?

Şimdi beni ölümün kıyısına, öteki tarafa transit gitmeye, çok büyük ihtimalle defterimin dürülmesine sürükleyen badireleri zihnimde canlandırıyorum.

1. GÜN

BU MÜTHİŞ HİKÂYENİN BAŞLANGICI

Kolumdaki saate baktım. İspanyaya dönüş uçuşumuza iki saat var. Alex ve Juanla birlikte çoktan Windhoek'teki havaalanının alışveriş bölümüne gelmiş, yerli paranın son kuruşlarını harcayıp yeri gelmişken de insanın hep son ana kadar ertelediği o hediye alma faslını gerçekleştiriyorduk. Yemeğimizi çoktan yemiştik. Yapılacak bir tek alışveriş kalmıştı. Babama tahta kabzasına ülkenin adı Namibya kazılı bir bıçak aldım. Kalanlara da tahtadan incelikle yontulmuş envaiçeşit hayvan figürü aldım. Kız arkadaşım Elenaya özel olarak ise, Afrika savanındaki tipik bir köyden güzel bir el işi yontulmuş zürafa figürü aldım. Alex bir ağız tüfeğiyle bir sürü ok aldı. Söylediğine bakılırsa, kendi hedef tahtasında oynayıp işe biraz renk katıp bir bakıma kabile havası vererek kendi kendini teşvik etmek içinmiş. Bir saat boyunca sırtımızda çantalar oradan oraya dolaşıp bu egzotik ülkedeki son anlarımızın tadını çıkardık. Hem de ta uçağa biniş saati gelene. Bagajımızı zaten teslim etmiş olduğumuzdan, doğrudan söylenilen kapıya giderek dört motorlu ve pervaneli eski model uçağın birkaç fotoğrafını çektikten sonra, içerdeki yerlerimizi almamız çok sürmedi. Vahşi Afrika savanında arazi aracıyla çıktığımız on beş günlük safari artık bitiyordu ve bu toprakları özleyecek olmamıza karşın sıcak suyla duş almanın ve İspanyol usulü iyi yemekler yemenin hasretini çekiyorduk. Her ne olursa olsun, ayrılışımızın zamanlaması çok talihsizdi çünkü söylenene bakılırsa birkaç gün daha kalıyor olsaydık onlarca yıldır görülen en muhteşem güneş tutulmalarından birine, hem de tutulmanın en net görüldüğü Afrikada şahit olacaktık.

Bu üçlünün en cesur ve maceraperesti bendim, neticede onları buraya gelmeye ikna eden de ben olmuştum. Ama maceraperest olmak başka, bir yere yanında birisi olmadan gitmek başka. İlk başta, sığınacak tek bir gölge bulunmayan, havanın gün boyu 40 derece olduğu bir yerde, hiç de konforlu görünmeyen bir fotoğraf safarisi için Kuzey İtalyadaki rahat tatil planlarını feda etmek istemediler. Safari bittiğindeyse hiç pişman olmuşa benzemiyor, aksine, yine olsa hiç düşünmeden yine yaparmış gibi duruyorlardı.

Bindiğimiz makine bizi 1.000 kilometreden fazla kuzeye, eve dönmek üzere modern ve konforlu Avrupa havayollarına aktarma yapacağımız başka bir uluslararası havaalanına götürüyordu.

Kalkıştan sonra, Alexin dijital fotoğraf makinesinden seyahatimizde çektiğimiz fotoğraflara bakarak kendimizi eğledik. Aralarında Alexle Juanın hırçın bir öküz başlı antilop onları kovalarken dehşete düşmüş şekilde kaçtığı müthiş komik bir fotoğraf da vardı. Onlar anılar ve gülüşmeler arasında fotoğraflara bakmayı sürdürürken, ben de pencereden dışarı bakıp geçip giden bulutları izleyerek düşüncelere daldım. Okul yıllarından tanıdığım en iyi iki arkadaşımla inanılmaz bir ülkede yaşadığımız harikulâde bir maceradan eve dönüyor olmak çok güzel bir histi. Yemek yerken izlemeye bayıldığım o National Geographic programlarında olmak gibi bir şeydi. Bir 4x4e binip öküz başlı antilopların büyük göçlerinin izlerinin takip edildiği, fil sürülerinin fotoğraflandığı, vahşi Afrika savanının sıcağında birkaç metre ötedeki meşhur aslanların izlendiği bir safari. Su aygırlarının kavgalarını, gergin bir bekleyişle av arayan timsahları, bir parça leş için heyecanlanan sırtlanları, ölmüş bir şeyin üzerinde daireler çizen akbabaları, ilginç sürüngenleri ve her türden böceği görmüştük. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kamp kurup çadırlarda kalmış, yıldızlarla bezeli apaçık bir göğün altında kamp ateşinin ışığında akşam yemeği yemiştik. Ne muazzam bir deneyimdi! Özellikle de Etosha Ulusal Parkına gidişimiz.

Aşağıda, o ana dek gördüklerimize tezat oluşturan devasa yeşil bir leke vardı; ekvator bölgesinden geçiyorduk. Her yanı uçsuz bucaksız gür bir orman kaplamıştı. Bir sonraki seyahatimizin hedefi buna benzer bir şey olabilirdi, mesela inanılmaz canlı çeşitliliğinin tadını çıkarmak için molalar vererek Amazon Nehri boyunca tekneyle gezebilirdik. Ne de olsa ağaçsız bir savanın devasa enginliğini artık görmüş olduğumuzdan, şimdi de bitki deryasının ve bereketli yaşamın ihtişamını görmeyi istiyordum. Geçit vermez ormanda palalarla yol açıp ilerleyebilmeyi, yiyecek bulmayı öğrenmeyi, bizim medeniyetimizle hiçbir alışverişi bulunmayan kabileleri tanımayı, egzotik hayvan ve bitkileri görmeyi istiyordum. Fakat bu ancak önümüzdeki yıl olabilirdi, tabi arkadaşlarımı benimle gelmeye bir kez daha ikna edebilirsem. Ama hakkını yememek lâzım, Kuzey İtalya da o kadar kötü bir plan değildi şimdi.

Patlama sesine benzer büyük bir gürültü, sonra da uçağın yaptığı ani bir manevra beni hayal dünyamdan çekip aldı. Uçak yalpalamaya başladı ve çok geçmeden kendimi lunaparktaki hız trenine binmiş gibi hissettim. Kendimi koridorun ortasında, bir kadının üzerinde yatar buldum. Hemen ayağa kalkıp bir daha düşmemeye çalışarak koltuğuma döndüm. Her tarafta paniğe kapılmış insanların çığlıkları yankılanıyordu. Bir hengâmedir koptu.

Yangın, yangın, kanattan vurulduk! diye bağırdı koridorun öteki tarafından biri.

Sağ taraftan! diye işaret etti başka bir yolcu.

Önce neden bahsettiğini anlamasam da, onun bulunduğu yerdeki pencereden dışarı bakınca bir duman bulutunun ortalığı zifiri karanlığa, felâket bir gece karanlığına boğduğunu gördüm. Uçağın hareketleri gitgide keskinleşiyordu. Kimileri bağırmaya başladı. Pilotun hoparlörlerden gelen gergin ve zar zor seçilen sesini duyduk: üzerinden geçmekte olduğumuz Kongodaki gerillaların attığı füzeyle vurulduğumuzu ve acil iniş yapacağımızı bildiriyordu. Kadının birine sinir krizi gelince, iki hostes, bir adamın yardımıyla kadını zorla koltuğunda tutmak zorunda kalmıştı. Biz üçümüz hemen oturup kemerlerimizi bağlayarak uçağa ilk bindiğimizde hostesin gösterdiği pozisyonu alıp başımız dizlerimizin üzerinde, insanın içini ferahlatmaktan bayağı uzak olan metal zemini seyreder hâlde bekledik. Dehşete düşmüştük. O rahatsız pozisyonda beklerken, haberlerde, ülkenin elmas madenlerinden bazılarını, hatta cep telefonu hatlarının, mikroçiplerin ve nükleer enerji santrali parçalarının yapımında elzem olan bir metali içeren değerli koltan cevheri madenlerinin de bazılarını ellerinde tutarak zengin olan bu isyancılardan bahsettiklerini anımsadım. Tüm komşu ülkelerin bir çıkarı bulunan, yirmi yılı aşkın süredir devam eden ve hiç bitecekmiş gibi de durmayan kanlı bir iç savaş gibi bir şey vardı.

Aldığım darbeler o kadar kuvvetliydi ki beni art arda müthiş bir şiddetle öne savurunca emniyet kemerim vücudumu sıkarak soluğumu kesti ve önümdeki koltuğa başımı çarptım. Uçağın burnunun aşağı çevrildiğini hissettim ve uçak tam o anda vida gibi döne döne alçalmaya başladı. Kıyamet gibi bir gürültü kopuyordu, sanki binlerce motor aynı anda son güç çalışmaya başlamıştı. Yerle temas etmeden hemen önce, pilot hoparlörden son bir uyarı yaparak tespit etmiş olduğu bir açıklığa acil iniş yapacağını bildirdi. Aklımdan en son geçen şey hepimizin çarpışmadan öleceğiydi. Sonrası tam bir kaos, güm güm sesler, darbeler ve karanlık

Kendime geldiğimde başımda feci bir ağrı vardı. Elimi alnıma götürünce biraz kanadığını fark ettim. Üstelik tüm vücudumda ezik ve sıyrıklar vardı. Ama en kötüsü de emniyet kemerinin baskı yaptığı yerde açılmış çıplak tenimdeki su toplamış koca kabartıydı. Parmaklarımı üzerinde gezdirince acıdan dişlerimi sıkmama neden olan keskin bir batma hissi oluştu. Arkadaşlarıma baktım; Juan şoka girmiş gibiydi, homurdanıp yakınarak ufak ufak hareket ediyordu. Alex Alexte hiç hareket yoktu, hayat ve neşe dolu yüzü tamamen solmuş ve kaskatı kesilmişti, ensesinden oluk oluk kan akıyordu. Çaresizlik içinde tekrar tekrar seslendim ona. Yüzüne dokundum, kaskatıydı. Tutup hafifçe sarstım, adını seslendim, yalvarıp yakardım. Alex ölmüştü, basbayağı, ölmüştü. Bu söz kafamın içinde sanki kendi kendine çoğalır gibi yankılanıp durdu: Ölmüştü.

O ıstırap içinde, üzerime çullanan hislerle bir tepki vermeye çalıştım. Aldığım darbelerden olacak, kafamda güm güm bir ses yankılandı.

Bir dakika, diye düşündüm, kafamda değil ki bu ses. Uzaklarda bir yerde davulların kendini tekrar eden bir ezgi çaldığını duyabiliyordum. Sanki birileri uzaktan birbiriyle iletişim kuruyordu.

Sıçtık! dedim kendi kendime.

Sendeleyerek ayağa kalktım, aklıma aniden bir fikir gelmişti. Eğer bizi gerillalar vurduysa gelip bizi esir alacak, hatta belki öldüreceklerdi. Derhâl oradan ayrılmamız gerekiyordu. İlk tepkim Alexi uyarmak olmuştu ama kafamı çevirip onu gördüğümde ölmüş olduğu bir kez daha yüzüme tokat gibi çarptı. Ancak birkaç saniye öylece dikildikten sonra tekrar hareket edebildim. Koltuğundan kalkmadan kâbus gören biri gibi birkaç kez kıpırdanmış olan Juana yaklaştım.

Juan, diye kekeledim, gitmemiz gerek.

Peki ya Alex? diye mırıldandı gözlerini açmadan.

Alex, Alex öldü Juan. diye cevap verdim olduğum yere yığılmamaya çalışarak. Gel hadi, Alex öldü, buradan gitmezsek biz de öleceğiz. Alex, öldü

O keşmekeşin ortasında takılıp tökezleyerek sırt çantamı arayıp buldum. Çantayı alıp uçağın arka kısmına gittim. Arkada uçağın bir tarafı yanıyordu ve aşırı sıcaktı. İçerisi inanılmaz garip pozisyonlarda oraya buraya savrulmuş, kimi yaralı kimi hareket etmeye çalışan insanlarla doluydu, kimileriyse ölmüştü. Dört bir yandan bağırtılar, iniltiler ve mırıldanmalar geliyordu. Mutfak kısmına gidip ne bulduysam çantaya doldurdum: kutu meşrubatlar, sandviçler, üzerinde yazı bulunmayan kutular ve bir çatal. Çanta dolduğunda Juanın bulunduğu yere gidip onun bir kadının üzerine düşmüş olan çantasını da aldım. İçine uçakta verilen battaniyelerden koydum. Sonra ilkyardım çantasını hatırlayıp mutfağa döndüm. Orada yerde duruyordu, içindeki her şey etrafa saçılmıştı. Yakınımda olan ne varsa toplayıp Juanı almaya gittim.

Hadi Juan, gidiyoruz.

Ben gelemem, diye fısıldadı, her yerim dökülüyor.

Juan hadi, kalkmak zorundasın, yoksa hepimizi öldürecekler. Şimdi çantaları dışarı bırakıp seni almaya geliyorum.

Tamam tamam, deneyeceğim. diye cevap verdi koltuğunda biraz sarsılarak.

İki çantayı da alıp çarpışmanın hengâmesinden tam olarak kendime gelememiş hâlde tökezleyerek oradan ayrıldım. Kendimi durup diğerlerine yardım etmekten alıkoymam gerekiyordu. Ne kadar zamanım kaldığını bilmiyor, sadece yaşamak istiyordum. Bir gün daha yaşayıp güneşin doğuşunu görmek istiyordum. Ormanlık alandaki bir açıklığın, bir kayranın bir yanına konmuştuk. Göründüğü kadarıyla, pilot ağaçların yokluğundan faydalanarak buraya inmeyi denemiş fakat biraz ıskalamıştı. Uçak da büyük ağaçlara çarptığında sol kanadını kaybetmişti. Uçaktan göğe upuzun bir duman yükseliyor, kilometrelerce öteden herkese yerimizi belli ediyordu. Ormanın biraz daha içlerine girip çantaları büyük bir ağacın dibine bıraktım. Sonra tam uçağa dönmek üzere arkamı döndüğümde bir grup silahlı zenci benim bulunduğum yerin tam karşısından açıklığa fırladı. Hemen çöküp bir ağaç gövdesinin arkasına gizlendim. Mideme hançer saplanmış gibi oldu. Kimi kamuflaj kimi de sivil kıyafetler giymiş gerillalar ellerindeki silahları doğrultup hiç durmadan bağırarak uçağın etrafını sardı. Söyledikleri tek kelimeyi anlamıyordum ama bulunduğumuz bölgeye bakılırsa Svahili dilinde olsa gerekti ya da kim bilir hangi dildi.

Дальше