Ndura. Ormanın Oğlu - Javier Salazar Calle 2 стр.


Nitoka! diye bağırdılar tekrar tekrar. Enyi! Nitoka! Maarusi!1

Çok geçmeden, afallamış ve kafaları karışmış yolculardan bazıları uçaktan çıkmaya başladı. Adamlar yolcuları ite kaka yere yatırıp üzerlerini iyice aramaya koyuldu. Derken daha fazla isyancı çıkıp geldi. Yolculardan biri, bizim önümüzde oturan bir adam, heyecan yapıp ayağa kalkarak kaçmaya çalıştı. Gerillalar makineli tüfekleriyle birkaç kurşun sıkınca adam oracıkta can verip yere düştü. Tam o kargaşa anında, Juan uçaktan çıkıp herkesin baktığı yönün tersine koştu.

Basi!2 Basi! diye bağırdı isyancılardan bazıları onu fark edince.

Juan tam açıklığın kenarına ulaşmak üzereyken, liderleri gibi duran adam Nifyetua!3 diye bağırdı.

Adamlardan ikisi Juanın arkasından hemen ateş etti. Kurşunlardan biri kulağımda ıslık çalarak yanımdan geçti. Başımı eğerek, sanki bu beni kurşunlardan koruyacakmış gibi aptal bir düşünceye kapılıp gözlerimi sımsıkı kapadım. Juan benim olan biteni izlediğim yerden yalnızca üç metre ötede dizlerinin üzerine düştü ve tamamen yığılıp kalmadan önce, yerde çömelmiş duran bana bakmayı başarıp son gülümsemesini bana bahşetti.

Nitoka, maarusi! diye bağırmaya devam ettiler uçağa doğru.

Çığlık atmamak için çok büyük çaba sarf etmem gerekmedi çünkü tamamen dilim düğümlenmiş, felç olmuştum. O hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum ama hareket kabiliyetimi tekrar kazandığımda, sadece bir tek çıkış yolum kaldığını biliyordum: canımı kurtarmak için koşup kaçmak. İki sırt çantasını da alıp gür ormanın içine doğru mümkün olan en gizli şekilde yürümeye çalıştım fakat bunda çok da başarılı olamadım çünkü tökezliyordum ve tüm bedenim acıdan bitap düşmüştü, vücudumu tam anlamıyla kontrol etmekten acizdim. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama hayatta kalma ihtimalimi en üst düzeyde tutmak istiyorsam kendimi o vahşilerden mümkün olduğunca uzaklaştırmam gerektiği ortadaydı.

Korkunun, hem de ölüm korkusunun sürüklemesiyle, bacaklarım artık kaldıramayıncaya kadar yaklaşık iki saat yürüyüp kendimden geçerek yere yığıldım. Çantalar sanki taşla doluydu. Sol dizimde derinden gelen bir ağrı hissettim; futbol oynarken sakatlandığımdan beri dizim hiçbir zaman tam iyileşmemişti ve zorladığım zaman hâlâ ara ara sıkıntı çıkarıyordu. Çantamı açıp bir gazoz aldım. Hâlâ biraz soğuk gibiydi, açıp kana kana içtim. Terden sırılsıklam olmuştum, çenemden sel gibi ter akıyordu, sanki yağmur yağmış ya da havuzdan yeni çıkmış gibiydim. Hava almaya ihtiyacım olduğundan derin derin nefes almak için ağzımı açtım. Elimdeki içeceği fazla hızlı içip boğazıma kaçırınca şiddetli bir öksürük nöbetine tutuldum. Boğuluyor gibi oldum. Hâlâ biraz kesik kesik nefes alarak da olsa kendimi toparladığımda çevremdeki ışığın azaldığını fark ettim, hava kararıyordu. Alex kazada ölmüş, Juan kurşunlarla delik deşik edilmişti; en yakın iki arkadaşım hiç anlamadığım ve zerre umurumda olmayan salak saçma bir iç savaşta bir anda yitip gitmişti. Niye birbirlerini öldürmüyorlar? Neden biz? Neden ölenler arkadaşlarım Alexle Juan olmak zorunda? Piç kuruları! Bana bıraksalar tekmili birden yok olup gitsin, hiç karışmam. Onlar yüzünden şimdi bu boktan, nemli, bunaltıcı ve boğucu yerde, arkadaşlarım olmadan tek başıma kaldım. Neden ben? Neden onlar? O vahşilerin makineli tüfeklerle vurduğu Juan'ın ölümü sanki bir film sahnesiymiş gibi kafamda tekrar tekrar dönüyordu. Bana attığı o son bakışta gözlerindeki ışığın sönüşü Düşünmemeye, zihnimin derinlerine itmeye çalışsam da başaramadım. Daha birkaç saat önce birlikte seyahatimizin anılarını anlatıp gülüşüyorduk ama şimdi

Ne kadar olduğunu hatırlamıyorum, bir süre ağladım ama çok iyi geldi. Nihayet ağlamaktan kendimi alabildiğimde kendimi çok daha iyi hissediyordum. Yani, en azından daha sakindim. Hava iyiden iyiye kararıyor, loş orman karanlığa teslim oluyordu. Uyuyacak bir yer bulmak zorundaydım. En çok isyancılar beni bulur çekincesiyle yerde uyumaktan korkuyordum ama yılanlar, uluyan maymunlar ve kim bilir daha ne türlü vahşi aç yaratıkla ağaçta uyuma fikri de pek iç açıcı gelmiyordu. Bir karar vermek zorundaydım. Yılanlar mı silahlı öfkeli adamlar mı? Yılanlar kötünün iyisi gibi geldi, en azından henüz bana bir zararları dokunmamıştı. Benim tırmanabileceğim ama yılanları zorlayabilecek, bir de biraz kurulup uyuyabileceğim bir yeri olan bir ağaç aramaya başladım.

Etrafta inanılmaz çeşitli ağaç ve bitkinin olduğunu da tam o sırada fark ettim. En küçük ve ufacık bitkilerden, boyu 50 metreyi aşan, gövdesi diğerlerinin hepsinden büyük olan ve nerede bittiğini bile göremediğiniz ağaçlara kadar birçok farklı türden oluşan müthiş çeşitlilikte bir bitki örtüsü her yerden fışkırıyordu. Aralarında küme küme sık çiçekleri ve boyları birkaç metreye varan saçaklanmış renkli yapraklarıyla upuzun palmiye ağaçları da vardı4. En üstte boyları 30 metreye varan ağaçlarla bunlardan bile uzun ağaçlardan oluşan bir tabaka, onun altında bizim mezarlıklara diktiğimiz servilere benzer uzayıp giden şekilleriyle 10 20 metrelik ağaçlardan oluşan bir ikinci tabaka, ışığın çok az ulaşabildiği en altta da 5 6 metrelik ağaçlardan oluşan bir tabaka vardı. Bir de çalılıklarla tek tük de olsa birkaç genç ağaççık görülüyordu; bir yosun tabakası yer yer çalılıkların neredeyse tamamını kaplamıştı ve her yanda tüm ağaç gövdelerine tırmanıp dallardan sarkan bir odunsu sarmaşık (liyan) deryası vardı. Her yer çiçek her yer meyveydi ama genelde en yükseklerde oldukları için ben yetişemiyordum. Her türden hayvan da vardı; kolay kolay görünmeseler de ben kuş cıvıltılarını, maymunların tiz çığlıklarıyla onlardan biri geçince başımın üzerinde sallanan dalları, her tarafta çiçeklerin etrafında vızıldayan böcekleri, hatta uzaktan uzağa da olsa bazı kara hayvanlarının ayak seslerini duyabiliyordum. Dört bir yanda kelebekler ve envaiçeşit böcek kıpır kıpır dolanıyordu. O durumda olmasam öylesi güzel bir yerin tadını çıkarırdım ama o an her şey hayatta kalmamın önünde potansiyel bir engeldi. Tabi bir de her şey beni korkutuyordu.

Kısa bir arayışın ardından işimi görür gibi duran bir ağaç bulup sırtımda iki çantayla tırmandım. Çantalar inanılmaz bir şekilde ağır geliyordu ve dizim de biraz ara vermem için yalvarıyordu. Kendimi güvende hissedecek ama gece düşersem ölmeyecek ya da ciddi şekilde yaralanmayacak kadar yükseğe tırmandığımda neredeyse birbirine paralel şekilde yan yana uzayan iki ağır dalın arasına elimden geldiğince sokuldum ve uçaktan getirmiş olduğum küçük örtülerden biriyle üzerimi biraz örtüp ötekini de yastık yaptım. Her zamanki gibi kendilerine özgü bir şekilde gökte debelenircesine kanat çırpıp içgüdülerini kullanarak delirmiş gibi pır pır uçuşan devasa sayıda büyük ve koyu kahverengi yarasa görülüyordu5. Nasıl sayılırlardı bilmiyorum ama binlercesi olsa gerekti. Çoğunlukla palmiye ağaçlarında duraklıyorlar ve zannedersem onların meyvelerini yiyor ya da meyveleri yiyen böcekleri avlıyorlardı.

On beş yirmi dakikalık kısa nöbetler hâlinde herhâlde iki saat kadar uyumuşumdur. Dört bir yandan gelen sesler rahat vermedi; ayak sesleri, insan sesleri, gaklamalar, acı çığlıklar, vızıltılar, fısıltılar ve durmadan bir yükselip bir alçalan mırıltılar duyup durdum. Birkaç kez bir çocuğun canhıraş ağlamalarını ve fillerin hortumlarını öttürdüğünü duyduğumu bile zannettim. Bunlarının tümü gerçek miydi yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum. Zaman zaman, uyku arasında vahşi bir yaratık beni mideye indirecekmiş gibi huzursuz edici bir kükreme duyuyordum. Bazen de ıstıraptan soluğum kesiliyor, neredeyse gerçekten canım acıyana kadar kalbimde bir sıkışma hissediyordum. Etrafımdaki her ses, her hareket, her şey bir işkence gibi, aniden bastıran bir boğulma hissi gibi geliyordu. Birazcık uykuya dalabildiğim an bir şey oluyor, korku içinde uyanıyordum. Bazen kasvetli gecenin karanlığında parlayan gözler gördüğümde moralimi bozmamak adına gözlerin sadece bir baykuşa ya da o bölgede bulunan kuş türlerinden birine ait olduğunu düşünmeye çalışsam da moralimi yüksek tutma çabalarım kısa sürdü; sonrasında kedigiller ailesinin niyeti bozmuş üyeleri ya da avlanmakta olan tehlikeli bir yılan görüp durdum. Zaman zaman da yakınlardan gelen silah sesleriyle kesik kesik patlamalar duyuyordum ama dikkatle dinlediğimde aslında duyacak hiçbir şey olmadığı ortaya çıkıyordu.

On beş yirmi dakikalık kısa nöbetler hâlinde herhâlde iki saat kadar uyumuşumdur. Dört bir yandan gelen sesler rahat vermedi; ayak sesleri, insan sesleri, gaklamalar, acı çığlıklar, vızıltılar, fısıltılar ve durmadan bir yükselip bir alçalan mırıltılar duyup durdum. Birkaç kez bir çocuğun canhıraş ağlamalarını ve fillerin hortumlarını öttürdüğünü duyduğumu bile zannettim. Bunlarının tümü gerçek miydi yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum. Zaman zaman, uyku arasında vahşi bir yaratık beni mideye indirecekmiş gibi huzursuz edici bir kükreme duyuyordum. Bazen de ıstıraptan soluğum kesiliyor, neredeyse gerçekten canım acıyana kadar kalbimde bir sıkışma hissediyordum. Etrafımdaki her ses, her hareket, her şey bir işkence gibi, aniden bastıran bir boğulma hissi gibi geliyordu. Birazcık uykuya dalabildiğim an bir şey oluyor, korku içinde uyanıyordum. Bazen kasvetli gecenin karanlığında parlayan gözler gördüğümde moralimi bozmamak adına gözlerin sadece bir baykuşa ya da o bölgede bulunan kuş türlerinden birine ait olduğunu düşünmeye çalışsam da moralimi yüksek tutma çabalarım kısa sürdü; sonrasında kedigiller ailesinin niyeti bozmuş üyeleri ya da avlanmakta olan tehlikeli bir yılan görüp durdum. Zaman zaman da yakınlardan gelen silah sesleriyle kesik kesik patlamalar duyuyordum ama dikkatle dinlediğimde aslında duyacak hiçbir şey olmadığı ortaya çıkıyordu.

Javier, diye seslendiğini duydum AIexin.

Uykumdan afallamış hâlde kalkıp Efendim? Neredesin? dedim.

Javier, dendiğini duydum yine.

Huzursuzluk, heves ve arkadaşımı görmenin gergin heyecanıyla dönüp etrafıma baktım. Ta ki Alexin öldüğünü ve benim de ormanın göbeğinde çaresiz yapayalnız kaldığımı hatırlayana kadar. Kimsenin yardımıma koşabilecek olmaması, içimdeki acıyı, umutsuzluğumu paylaşacak birinin olmaması beni korkutuyordu. Paniğin beni ele geçirmesine izin veremezdim, hayatta kalmak için kötü düşünceleri aklımdan çıkarmak zorundaydım ama yapamadım. Boğucu bir yalnızlık hissi beni korkuya daha da teslim olmaya zorladı.

Javier, Javier.

Adımı seslenişi gece boyunca bitmedi, bir şey sorar, beni bir şeye davet eder gibiydi. Ne yöne gideceğimi bilsem onunla giderdim.

2. GÜN

ORMANIN HARİKALARINI KEŞFEDİŞİM

Hayır, öldürme onu! diye bağırdım ağaçtan küt diye düşüp yere çarpmama neden olan şiddetli bir titremeyle.

Ağaçtan düşmenin verdiği acıya aldırış etmeden kendi kuruntumdan kurtulmak için bir o yana bir bu yana silkindim. Aklım tamamen bulanmış hâlde etrafıma bakındım ve yaralı bir hayvan gibi inleyerek yere çömelmiş şekilde bir an öylece kaldım. Tutulmuş sırtımı ovarken gördüğümün sadece bir kâbus olduğunu, ama çok gerçekçi bir kâbus olduğunu, fark ettim çünkü rüyamda Juanın ölümü ve uçak kazasını yeniden yaşamış, Alexin hareketsiz bedenini yeniden kollarıma almıştım. Alnımdan boncuk boncuk terler akıyor, ellerim titriyordu. Bir süre derin derin nefesler aldıktan sonra yola devam etmeye karar verdim. Tek dileğim hayatımdan bir parçayı kaybettiğim uçaktan olabildiğince uzaklaşmaktı. Geçmişim berbat olmuş, geleceğimi ise kasvet bürümüştü.

Uyuduğum pozisyondan mı, ağaçtan düştüğümden mi yoksa her ikisinden mi bilinmez, sırtım bayağı bir ağrıyordu ve pek tadım yoktu. Sızlanmaya devam ederek çantaları almak için ağaca geri tırmandığımda yiyecek dolu olan çantanın kayıp olduğunu fark ettim. Şaşkınlıktan sarsılıp az kalsın ağaçtan tekrar düşüyordum. O çanta olmadan hiçbir şey yapamazdım. Beni bir korku sardı, dallar arasında çantayı aradım ve tam da artık bulamayacağım derken yere düşmüş ve içinde ne var ne yoksa etrafa saçılmış olduğunu gördüm. Muhtemelen ya ağaçtan düşerken benimle birlikte sürükleyip ya da gece uykumda dönüp çantayı aşağı ben atmıştım. Öteki çantayı omzuma takıp dikkatle aşağı indim ve görebildiğim ne varsa topladım: üç kutu meşrubat, bir tane soğuk sandviç, yarısı yenmiş ve her yerini karınca talamış birkaç kurabiye, salatada kullanmalık paket tuzların olduğu bir kutu ve sonradan ayva dolu olduğu anlaşılan iki kutu. Hayvanlar götürmüş olacak ki gerisi kaybolmuştu. Ben de çantanın gece düştüğü sonucuna vardım.

Elimdekileri sayarak işime neyin yayıp neleri atabileceğimi görmeye karar verdim. Gereksiz ağırlık taşımak saçma gelmişti ve elimin altında ne var ne yok bilmem gerekiyordu. Çantamdan yiyeceğin dışında babama almış olduğum bıçak, ahşap figürlerin tamamı, Orta Afrika gezi rehberi, bir paket peçete, 8X30 ebadında bir dürbün, haki kumaştan bir bez şapka ve bir I love Namibia tişörtü çıktı. İlaç kitinde hâlâ yarısı dolu bir kutu aspirin, hiç açılmamış bir kutu ishal ilacı, bir bandaj, üç yara bandı ve birkaç tane mide bulantısı hapı vardı. Tabi bir de belgeler. Juan'ın çantasında da kendi belgeleriyle uçaktan aldığı üç battaniye ve yastık, Svahilice konuşma kılavuzu, güneş gözlüğü, bir şapka, çikolatalar, neredeyse boşalmış bir litrelik plastik su şişesi, bir tane çatal, bir tane büyük birkaç tane de küçük ahşap fil figürü, neredeyse dolu bir sigara paketi ve bir de çakmak vardı.

İki çantayı birden yanıma alamayacağımdan her şeyi daha iyi durumda olan kendi çantama doldurdum ama battaniyelerden birini, çok yer kaplayan bir yastığı ve o ortamda hiçbir işime yaramayacak ahşap figürleri yanıma almadım. Bunları gömüp üzerlerini çer çöple kapladım. Atılacaklardan bazılarını atarken her birinin kime ait olduğunu hatırladım: Elenaya, aileme ve arkadaşlarım Alexle Juana. Tekrar ağlamaya başlamam çok sürmedi çünkü hiçbirini bir daha göremeyecektim. Tabi Alexle Juanı çok geçmekten görürdüm; cennette ya da artık öldükten sonra nereye gidiliyorsa orda.

Çikolatalar sıcaktan tamamen erimişti, ben de hepsini birden yiyerek ambalajlarını yalayıp tertemiz ettim. Tatları inanılmaz güzel geldi. Şişede kalan azıcık suyu da içtim. O esnada durup bir sonraki adımımı düşünmek zorunda olduğumu fark ettim. Aklıma bazı sorular geldi: İsyancılar hayatta kaldığımı biliyor muydu? Nereye gitmeliydim?

İlk soruya hiçbir cevabım yoktu. Belki beni gören yolculardan birine itiraf ettirmişlerdi, belki etrafı kolaçan edip izimi ya da içtikten sonra (o an tek düşündüğüm şey kaçmak da olsa çok büyük bir hata yapıp) yere attığım meşrubat kutusunu bulmuşlardı, belki dört bir yana dağılmışlardı ve her şekilde beni bulacaklardı ya da belki hiçbir şey bilmiyorlardı. Ne olursa olsun artık daha dikkatli olmak ve nereye gidersem gideyim mümkün olduğunca az iz bırakmak zorundaydım.

Gideceğim yöne gelince, uçak döne döne inerken ufukta, ormandaki kocaman bir açıklıkta bir kasaba gördüğümü hatırlar gibiydim. Bilmediğim şeyse orasının isyancıların üssü olup olmadığıydı fakat bize saldırdıkları tarafa çok yakın olduğundan bu ihtimal çok olasıydı. Afrikanın güneyinden kuzeyine doğru gitmekte olduğumuzdan, kuzeye ilerlemeyi sürdürürsem ormanın sonuna ulaşıp başka bir ülkeye geçeceğimi ve yardım bulma olasılığımın artacağını hesap ettim. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. Alex'in içi içine sığmayan heyecanı, iyimserliği ve neşesi ile Juanın serinkanlı analitik düşünme kabiliyeti, sükûneti ve bir sorunla karşılaştığı zaman kullandığı karar alma becerileri tam o anda çok da işe yarardı. O an yanımda olmalarına, hiç yoktan peyda olmuş bu kaçışı olmayan belayla yüzleşmem için bana cesaret vermelerine nasıl da ihtiyacım vardı! İçinde bulunduğum durum onlarla çok daha kolay bir hâle gelirdi, hatta eve döndükten sonra anlatacağım bir macera bile olurdu ama onlar ölmüş, öldürülmüş, sinir bozucu sinekler gibi itlaf edilmiş, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Bense her şeye rağmen hayatta kalmak mecburiyetindeydim. Şerefsizler, o çocukları! Sakin, Javier, sakin! Sakinliğimi korumak zorundaydım, bir nebze de olsa şansım olsun istiyorsam tek seçeneğim buydu. Pekâlâ, güneş doğudan yükselip batıdan batar, yani eğer aşağı yukarı şu taraftan doğmuşsaaa şu taraftan batmıştır. Bu yön bulma yöntemiyle bir yere varırsam kabiliyetle falan alakası olmaz, tam bir mucize olurdu. Her neyse, emin olmak için görebildiğim en yüksek ağaçlardan birine tırmandım.

Назад Дальше