Değdi mi?
Onları böyle çaresiz ve korkmuş görmek, değmiş miydi? Luke, bir gün önce bir darbeyi engellemişti. Başkan’ı neredeyse kesin bir ölümden kurtarmıştı, ama buna değer miydi?
“Luke?” dedi Becca, sanki onu tanımamış gibi.
Tabii ki tanımadı. Luke kaskını çıkardı.
“Luke,” dedi. Belki rahatlıktan, bir anlığına nefesi kesildi. Bilmiyordu. Böyle aşırı durumlarda insanlar garip sesler çıkarırlardı. Bu her zaman bir anlama geliyordu.
Luke silahını kaldırdı ve Becca ve Gunner’ın başlarının arasına doğrulttu. Adam başarılıydı. Luke’a vurabileceği bir şey göstermiyordu. Luke, yine de silahını indirmedi. Sabırlıca izledi. Bu başarı sonsuza dek süremezdi. Kimse sonsuza kadar başarısını sürdüremezdi.
Luke şu an hiçbir şey hissetmiyordu, sadece… sonsuz… sakinlik.
Rahatlığın vücudunu sardığını hissetmedi. Bu henüz sona ermemişti.
“Luke Stone?” dedi adam. Homurdandı. “Şaşırtıcı. Şu son birkaç günde aynı anda her yerdesin. Gerçekten, bu sen misin?”
Luke, adam Becca’nın arkasına saklandığı sırada onun yüzünü görür gibi olmuştu. Sol yanağı boyunca bir yara vardı. Üst kısmı yassı saçları vardı. Hayatını orduda geçirmişe benzer, keskin fiziksel özellikleri vardı.
“Kim bilmek istiyor?” dedi Luke.
“Bana Brown derler.”
Luke, başını onaylarcasına salladı. Aslında bir isim olmayan bir isim. Bir hayaletin ismi. “Pekala, Brown, bunu nasıl yapmak istersin?”
Luke, hemen alt katta polisin eve girdiğini duyabiliyordu.
“Sence seçenekler nedir?” dedi Brown.
Luke, hareketsizce ayakta duruyordu, silahıyla hala bir atış şansı için bekliyordu. “Ben iki seçenek görüyorum. Ya şu dakika ölürsün ya da şanslıysan, hapishanede, şu andan çok sonra.”
“Ve ya sevgili eşinin beynini üzerine patlatabilirim.”
Luke cevap vermedi. Sadece silahını tutuyordu. Kolu yorulmamıştı. Hiçbir zaman yorulmazdı. Ama polisler bir dakikaya yukarıda olurlardı ve bu, denklemi değiştirecekti.
“Ve bir saniye sonra sende ölü olacaksın.”
“Doğru,” dedi Brown. “Veya bunu yapabilirim.”
Serbest eliyle Becca’nın kucağına bir el bombası bıraktı.
Brown tam hızlıca kaçtı ki Luke elindeki silahı bırakıp el bombasına doğru atladı. Bir anda bombayı kaptığı gibi odanın arka duvarına doğru salladı ve sandalyeleri kapattı ve Becca ve Gunner’ı yere itti.
Becca çığlık attı.
Luke onları sertçe bir araya getirdi, nazik olma vakti değildi. Onları iyice birbirine yaklaştırdı ve üstlerine kapandı ve onları vücudu ve zırhıyla korumaya çalıştı.
Bir anlığına hiçbir şey olmayacak gibiydi. Belki de bu bir tezgahtı. Bomba sahteydi ve Brown denen adam şu an onlara silah doğrultmuştu bile. Hepsini öldürebilirdi.
BAAAAAM!
Odanın içinde sağır edici bir şekilde patlama geldi. Luke onlara daha sıkı sarıldı. Yer sallandı. Metal parçaları üzerine yağdı. Kafasını iyice aşağıya çekti. Boynunda açık kalan yerler parçalanmıştı. Onları korudu ve tuttu.
Hemen altında, o küçük ailesi, titredi, korku içinde korkmuş ve dona kalmışlardı.
Şimdi o piçi öldürme vaktiydi. Glock’u yerde, hemen yanında yatıyordu. Kaptığı gibi ayağa fırladı. Döndü.
Odanın arkasındaki duvar paramparça olmuş, kocaman bir delik açılmıştı. Luke buradan mavi gökyüzünü ve günışığını görebiliyordu. Ve aynı zamanda Brown denen adamın ortadan kaybolduğunu. Luke arta kalan parçaları kendine siper alarak bu açıklığa belirli bir açıyla yaklaştı. Deliğin kenarları parçalanmış tahta, alçı panel ve cam elyaf yalıtımını görebiliyordu. Yerde, muhtemelen birkaç parçaya bölünmüş halde bir adam göreceğini sanıyordu. Ama hayır. Kimse yoktu.
Bir anlığına Luke, bir şeyin suya atladığını gördüğünü düşündü. Biri suya atlayıp kayıplara karışmış olabilirdi. Luke daha net görebilmek için gözlerini kırptı ve tekrar baktı. Emin olamadı.
İki türlü de Brown denen adam gitmişti.
3. BÖLÜM
9:03
Bethesda Donanma Tıp Merkezi Bethesda, Maryland
Dizüstü bilgisayarın ekran ışığı, hastanenin tek kişilik odalarından birinin yarı karanlığında titredi. Luke rahatsız bir sandalyede arkasına yaslanmış, ekrana bakıyordu, bilgisayardan kulaklarına bir çift beyaz uzanıyordu.
Zar zor nefes almakla beraber minnet ve ferahlık içindeydi. Son dört, beş saat boyunca zorla nefes almaya çalışmaktan göğsü ağrımıştı. Arada bir ağlamayı düşündü, ama henüz böyle bir şey olmamıştı. Belki daha sonra.
Odada iki yatak vardı. Luke araya birini sokmuştu ve şimdi Becca ve Gunner yatakta uzanmışlar, derince uyuyorlardı. Yatıştırıcı almışlardı ama bunun önemi yoktu. İkisi de kaçırıldıklarından Luke eve girene kadar bir an bile gözlerini kırpmamışlardı.
Şiddetli bir korku içerisinde on sekiz saat geçirmişlerdi. Şimdi ise derin uykudalardı. Ve bu durum uzun bir süre daha devam edecekti.
İkisi de yaralanmamıştı. Evet, bu olayın üzerlerinde bıraktığı duygusal izleri uzun süre taşıyacaklardı ama fiziksel bir yaraları yoktu. Kötü adamlar ellerindeki koza zarar vermemişlerdi. Belki bunda Don Morris’in parmağı vardı, onları korumuştu.
Kısa bir süreliğine Don’u düşündü. Olaylar artık yaşanıp bittiğine göre bunu yapmak uygun göründü. Don, Luke’un en büyük akıl hocasıydı. Luke’un hayatında Don’un sürekli bir yeri vardı; Luke yirmi yedi yaşında Delta Gücü’ne katılığı günden bu sabaha kadar, on iki yıl boyunca birliktelerdi. Don, FBI Özel Müdahale Timi’ni kurduğunda Luke için özel bir yer ayırmıştı. Dahası—onu işe almış, ne yapıp etmiş ve onu Delta’dan çalmıştı.
Ama Don bir noktada dönmüştü ve Luke bunu göremedi. Don, hükümeti devirmeye çalışan komploculardan biriydi. Luke, bir gün Don’un bütün bunları yapmasındaki mantığı anlayabilirdi, ama o gün bugün değildi.
Önündeki bilgisayar ekranında “yeni Beyaz Saray” denilen kalabalık medya odasını gösteren canlı yayını izliyordu. Odada en fazla yüz adet sandalye vardı. Gittikçe artan bir açıyla önden arkaya doğru gidiyordu, bir sinema salonu olarak da kullanılabilirdi. Bütün koltuklar doluydu. Arka duvarda yaslanacak yer kalmamıştı. Kalabalık, sahnenin yanını kaplamıştı.
İçinde bulundukları evin fotoğrafları ekranda göründü. Kuleli, Kraliçe-Anne tarzı 1850’lerden kalma güzel bir malikaneydi. Washington, DC’de, Donanma Gözlem arazisinde bulunuyordu. Çoğunlukla beyaz renkteydi.
Luke bu ev hakkında bazı şeyler biliyordu. Burası onlarca yıl boyunca Birleşik Devletler Başkan Yardımcısına resmi ev sahipliği yapmıştı. Şimdi, ve öngörülebilir gelecek boyunca Başkanın evi olacaktı.
Ekranda tekrar medya odası göründü. Eski Başkan Yardımcısı, bu sabah görev yeminini etmiş ve Başkan olarak sahneye çıkmıştı. Başkan olarak Amerikan halkıyla ilk buluşmasıydı. Koyu mavi bir elbise giymişti, saçları çene hizasından küt kesilmişti. Kıyafetinde potluk vardı bu da içinde kurşun geçirmez materyal olduğu anlamına geliyordu.
Gözlerinde bir şekilde hem sert ve katı hem de yumuşak bakışlar vardı—danışmanları muhtemelen ona aynı anda kızgın, cesur ve umut dolu görünmesini salık vermişlerdi. Bir makyöz yüzündeki yanıkları kapatmıştı. Yaraları görebilmek için onların nerede olduğunu bilmek gerekirdi. Susan odadaki en güzel kadındı, hayatı boyunca da böyle olmuştu zaten.
Öz geçmişi etkileyiciydi. İçinde; genç yaşlarında yaptığı süper modellik, bir teknoloji milyarderinin karısı olmak, bir anne olmak, Kaliforniya’dan Birleşik Devletler Senatörlüğü, Başkan Yardımcılığı, ve şimdi de, bir anda, Başkanlık. Eski Başkan Thomas Hayes bir yeraltı yangınında can vermişti ve Susan hayatta olduğu için şanslıydı.
Luke, onun hayatını dün iki kere kurtarmıştı.
Bilgisayarının sesi şu ana kadar kapalıydı, ve şimdi açtı.
Kurşun geçirmez cam panellerle çevrelenmişti. Onunla birlikte sahnede on Gizli Servis Ajanı duruyordu. Odadaki dolduran gazeteciler onu ayakta alkışlıyordu. TV spikerleri düşük tondan konuşuyorlardı. Kamera, Susan’ın kocası Pierre ve iki kızına döndü.
Sonra tekrar Başkana: kalabalığı sessizleştirmek için ellerini havaya kaldırmıştı. İstemese de, yüzünde parlak bir gülümseme belirdi. Kalabalık yine heyecanlandı. Bu, tanıdıkları Susan Hopkins’di: gündüz programlarına çıkmayı, kurdele törenlerine katılmayı, Parti mitinglerine gitmeyi seven, coşku dolu Susan Hopkins. Şimdi ise küçük ellerini yumruk yapmış ve onları bir hakem edasıyla kafasının üzerine kaldırmıştı.
Kamera pan yaptı. Katılaşmış Washington, DC ve ulusal gazeteciler, insanoğlunun bildiği en bıkkın insan grubu dolu gözlerle ayağa kalkmışlardı. Bazıları açık açık ağlıyordu. Luke bir anlığına çizgili bir takım giymiş ve koltuk değneklerine dayanmış olan Ed Newsam’ı gördü. O da davet edilmişti ama burada, hastanede olmayı tercih etmişti. Başka bir yerde olmak söz konusu olamazdı.
Susan mikrofona geldi. Kalabalık, sadece Susan’ın sesi duyulacak kadar sustu. Kürsüye ellerini koydu, kendini sağlama almak istiyordu sanki.
“Hala buradayız,” dedi, sesi titriyordu.
Kalabalık şimdi tekrar coşkuyla patladı.
“Ve biliniz ki hiçbir yere gitmiyoruz.”
Sağır eden bir gürültü koptu. Luke kulaklığına gelen sesi kıstı.
“İstiyorum ki...” dedi Susan ve tekrar sustu. Bekledi. Alkış devam ediyordu. Bekledi. Mikrofondan bir adım uzaklaştı, gülümsedi ve yanındaki Gizli Servis elemanlarından uzun olanına bir şeyler söyledi. Luke bu adamı tanıyordu. İsmi Charles Berg’di. Susan’ın hayatının kurtulmasında o da yardımcı olmuştu. On sekiz saat boyunca Susan’ın hayatı kesintisiz bir şekilde tehlike içerisindeydi.
Ses biraz azaldığında Susan, kürsüye tekrar yaklaştı.
“Buradan gitmeden önce benimle birlikte bir şey yapmanızı istiyorum,” dedi. “Yapacak mısınız? ‘Tanrı Amerika’yı Korusun’ söyleyeceğiz. Her zaman en sevdiğim şarkı olmuştur.” Sesi çatladı. “Ve bu akşam bu şarkıyı söylemek isterim. Benimle söyleyecek misiniz?”
Kalabalık onay verircesine kükredi.
Söylemeye başladı. Yardım almadan, o küçük ve eğitimsiz sesiyle söyledi. Yanında ünlü bir şarkıcı yoktu. Ona eşlik eden birinci sınıf müzisyenler yoktu. Odadaki kalabalığın, dünya çapında ekranlardaki milyonların karşısında tek başına söyledi.
“‘Tanrı Amerika’yı korusun,’” diye başladı. Sesi küçük bir kızınki gibi çıkıyordu. “‘Sevdiğim vatan.’”
Gökdelenlerin arasında yükseğe gerilmiş bir ipe çıkan bir cambazı izlemek gibiydi. İnanmıştı. Luke boğazında bir düğüm hissetti.
Kalabalık onu yalnız bırakmadı, bir sel gibi bir anda ona katıldılar. Dahası, daha güçlü sesler de ona katılmıştı. Ve o, onları yönetiyordu.
Karanlık odanın dışında, hastane koridorunun sonunda görev başındakiler de söylemeye başladılar.
Luke’un yanındaki yatakta yatan Becca uyandı. Gözleri açılmıştı ve bir anlığına nefesi kesilmiş gibi ses çıkardı. Başını hızla sağa ve sola çevirdi. Yataktan fırlamaya hazırdı. Luke’un orada olduğunu görmüştü ama sanki onu tanımamıştı.
Luke kulaklıklarını çıkardı. “Becca,” dedi.
“Luke?”
“Evet.”
“Bana sarılır mısın?”
“Evet.”
Dizüstü bilgisayarı kapattı. Becca’nın yanına, yatağa uzandı. Vücudu sıcaktı. Ona baktı, bir süper model kadar güzeldi. Becca ona sıkıca sokuldu. Luke da onu güçlü kollarıyla sımsıkı sardı. O kadar sıkı tutuyordu ki sanki Becca olmak istiyordu.
Bu, Başkan’ı izlemekten daha iyiydi.
Koridorun sonunda, barlarda, restoranlarda, evlerde, arabalarda ve ülkenin her yerinde insanlar şarkı söylüyordu.
4. BÖLÜM
7 Haziran
Akşamüstü 8:51
Galveston Ulusal Laboratuvarı, Teksas Üniversitesi Tıp Dalı – Galveston, Teksas
“Yine geç saatlere kadar çalışıyorsun Aabha?” dedi bir ses Cennetten.
Bu siyah saçlı, egzotik kadının dünya üstü bir güzelliği vardı. İsmi Hintçe güzel anlamına geliyordu.
Ses onu ürkütmüştü ve vücudu istemsizce zıpladı. Beyaz, hava geçirmeyen koruyucu kıyafetiyle Galveston Ulusal Laboratuvarında Biyogüvenlik Seviye 4 tesisindeydi. Onu koruyan kıyafetin içinde astronot gibi görünüyordu. Bu şeyi giymeyi hiçbir zaman sevmedi. İçinde kapana kısılmış gibi hissediyordu. Ama işinin getirdiği bir zorunluluktu.
Kıyafet tavandan inen sarı bir hortuma bağlıydı. Hortum dışarıdan kıyafete sürekli temiz hava pompalıyordu. Kıyafet delinse veya yırtılsa bile içindeki pozitif basınç laboratuvardaki havayı dışarıda tutuyordu.
BGS-4 laboratuvarı dünyadaki en güvenlikli laboratuvardı. Bilim adamları burada halk sağlığı ve güvenliğini tehdit eden yüksek derecede bulaşıcı ve ölümcül organizmaları inceliyordu. Şimdi, mavi eldivenleriyle Aabha, kapalı bir deney tüpünde içinde insanlığın bildiği en ölümcül virüsü tutuyordu.
“Beni bilirsin,” dedi. Kıyafetin içinde bir mikrofon, içindeki kişinin sesini onu kapalı devre sistemden izleyen görevliye iletiyordu. “Gece kuşuyum.”
Kendisini gözetleyen kişiyi zihninde canlandırdı. İsmi Tom’du. Orta yaşlı, kilolu biriydi, onun boşandığını düşünüyordu. Gece yarısının sessizliğinde, bu büyük binada sadece ikisi vardı ve adamın onu izlemek dışında pek bir işi yoktu. Bunu düşündükçe ürküyordu.
Tüpü henüz dondurucudan çıkarmıştı. Dikkatlice biogüvenlik dolabına yaklaştı, normal şartlar altında tüpü açar ve içindekileri incelerdi.
Bu gece normal şartlar yoktu. Bu gece yıllar süren çalışmanın sonuçlarıydı. Amerikalıların deyimiyle Önemli Maç bu gece oynanacaktı.
Gece bekçisi Tom dahil, laboratuvardaki bütün iş arkadaşları onun isminin Aabha Rushdie olduğunu sanıyordu.
Hakikat bambaşkaydı.
Onun, Delhi'de zengin bir ilenin kızı olduğunu ve o genç bir kızken Londra'ya taşındığını sanıyorlardı. Gülünç. Böyle bir şey hiç olmamıştı.
Mikrobiyoloji dalında doktorası olduğunu ve King's College, Londra'da geniş çaplı bir BGS-4 eğitimi aldığını sanıyorlardı.
Elindeki tüpün içinde, son yıllarda Afrika'da büyük yıkım yaratan, dondurulmuş halde Ebola virüsü numunesi vardı. Sadece maymundan veya bir yarasadan veya bir insandan alınan bir örnek olsaydı... bu bile idare etmesi oldukça zor bir şey olurdu. Ama, hikayenin devamı vardı.
Duvardaki dijital saate baktı. Akşamüstü 8:54. Bir dakika kalmıştı. Kısacık bir oyalanma yetecekti.
“Tom?” dedi.
“Evet?” diye bir ses geldi.
“Dün akşam televizyonda Başkan'ı izledin mi?”
“İzledim.”
Aabha gülümsedi. “Ne düşünüyorsun?”
“Düşünmek? Sanıyorum ki sorunumuz var.”
“Gerçekten mi? Ben onu çok beğeniyorum. Benim ülkemde...”
Laboratuvar ışıkları herhangi bir uyarı vermeden gitti—yanıp sönmediler veya herhangi bir ses çıkarmadılar. Aabha birkaç saniyeliğine zifiri karanlıkta kaldı. Arka planda sürekli olarak çalışan laboratuvar havalandırması ve elektronik ekipmanın çıkardığı ses durmuştu. Sonuz bir sessizlik gelmişti.
Aabha doğru bir tonlama vermeye çalışarak seslendi.
“Tom? Tom?”
“Tamam, Aabha, sakin ol. Dayan. Deniyorum...Orada neler oluyor? Kameralar gitti.”
“Bilmiyorum. Sadece...”
Bir grup sarı renk acil durum ışık yandı, fanlar tekrar çalışmaya başladı. Düşük ışık bütün laboratuvarı ürkütücü ve karanlık bir yer haline çevirdi. Yarı karanlık içinde parlayan kırmızı çıkış ışıkları dışında her şey olabildiğince loş gözüküyordu.
“Wow” dedi. “Biraz korktum ama iyiyim. Çıkış ışıkları yanıyor. Onları takip etsem?”
“Olabilir. Ama bütün güvenlik protokollerini takip etmen gerekir, karanlık bile olsa. Kıyafet için kimyasal duş, ve senin de normal. Veya, bunları yapabileceğini düşünmüyorsan ben bizden birini içeri yollayana kadar ya da elektrikler gelene kadar beklemen gerekir.”