Kılıç Ayini - Морган Райс 3 стр.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Gareth ıssız manzaranın içinden düşe kalka ilerlerken öksürüp tıksırıyordu, susuzluktan dudakları çatlamış, altlarında koyu halkalar oluşan gözleri çukura kaçmıştı. Yürek parçalayan bir kaç gün olmuştu bu ve bir kereden fazla ölmeyi beklemişti.

Gareth Silesia’da Andronicus’un adamlarından zar zor kaçmış, bunun için duvarın iyice içinde bir geçitte saklanarak zamanın gelmesini kollamıştı. Karanlığın içinde bir fare gibi kıvrılarak elverişli bir anın gelmesini beklemişti. Günlerdir orada olduğunu hissetmişti. Her şeye tanık olmuş, Thor bir ejderhanın sırtında gelip bütün o İmparatorluk adamlarını öldürürken olanları gördüklerine inanamadan hayretle izlemişti. Bunu takip eden karışıklık ve karmaşa içinde, Gareth kaçmak için beklediği şansı ele geçirmişti.

Gareth kimse bakmazken Silesia’nın arka kapısından sıvışmış ve güneye giden yolu tutarak, Kanyon’un kenarından ilerlemiş, bulunmamak için çoğu zaman ağaçlıkların içinden çıkmamıştı. Bu fark etmiyordu—yollar zaten terk edilmiş durumdaydı. Herkes doğuya gitmiş, Halka için büyük savaşa katılmaktaydı. Giderken, Gareth Andronicus’un adamlarının yol kenarında yanmış cesetlerini görerek buradaki, güneyin içlerindeki savaşın çoktan sonuçlanmış olduğunu anladı.

Gareth daha da güneye indi, içgüdüsü onu Kraliyet Sarayı’na doğru geriye çekiyordu… Ya da oradan geride kalmış olanlara. Burasının Andronicus’un adamları tarafından tahrip edildiğini, muhtemelen harabe haline gelmiş olduğunu biliyordu, fakat yine de oraya gitmek istiyordu. Silesia’dan uzaklaşmak ve güvenli bir liman bulabileceğini bildiği tek yere gitmek istiyordu. Diğer herkesin terk etmiş olduğu tek yere. Gareth’ın bir zamanlar hüküm sürmüş olduğu tek yere.

Günlerce yürüdükten sonra, zayıf ve açlıktan çılgın gibi, Gareth nihayet ağaçların arasından çıktı ve uzakta Kraliyet Sarayı’nı gördü. Duvarları yanmış ve dökülüyor olmasına rağmen en azından kısmen hala yerinde, işte orada gözlerinin önünde duruyordu. Bütün çevresi Andronicus’un adamlarının cesetleriyle doluydu, bu Thor’un daha önce oraya gelmiş olduğunun kanıtıydı. Bunun dışında, rüzgârın çıkardığı ıslık sesinden başka bir şey kalmamış durumda, bomboş görünüyordu.

Bu Gareth’ın çok işine geliyordu. Zaten şehre girmeyi düşünmemişti. Buraya hemen şehrin duvarlarının dışında saklı ufak bir yapı için gelmişti. Burası kendisinin bir çocuk olarak sık sık ziyaret ettiği bir yerdi: yerden bir kaç ayak yükselen ve çatısında ince ayrıntılarla kazınmış heykellerin bulunduğu yuvarlak, mermer bir yapı. Sanki topraktan yukarı fırlamış gibi böyle alçakta duruşuyla gözüne her zaman antik bir yapı gibi görünmüştü. Ve öyleydi de. Bu bir MacGil kripti, yeraltı türbesiydi. Babasının ve onun babasının gömülmüş olduğu yerdi.

Kript dokunulmadan bırakılacağını bildiği tek yapıydı. Ne de olsa, bir mezara saldırma zahmetine kim girerdi? Burası onun sığınma arayacağı ve kimsenin onu arama zahmetine girmeyeceğini bildiği geriye kalan tek yerdi. Saklanabileceği, tamamen kendi başına bırakılacağı bir yer. Ve kendi atalarıyla birlikte olabileceği bir yer. Gareth babasından ne kadar nefret etse de, garip bir şekilde, bu günlerde ona daha yakın olmak istediğini hissediyordu.

Gareth açık alandan aceleyle geçti, paçavralaşmış pelerinini omuzlarına daha sıkı sararken esen soğuk bir rüzgâr titremesine yol açtı. Bir kış kuşunun keskin çığlığını duydu ve başını kaldırıp bakınca, yukarıda yükseklerde dönen iri, korkunç siyah yaratığı gördü. Kuşkusuz, attığı her adımda, gelecek yemeği olarak, kendisinin yere kapaklanmasını bekliyordu. Gareth onu suçlamakta zorluk çekiyordu. Son adımlarında yere düştü ve kuşa o an bulabileceği en iyi yemek olarak göründüğünden emindi.

Gareth nihayet binaya ulaştı, dünya etrafında dönerken, yorgunluktan neredeyse hezeyan içinde, ağır demir kapının tokmağını iki eliyle yakaladı ve bütün gücüyle çekti. Kapı gıcırdadı ve onu çekip açmak bütün gücünü aldı.

Gareth demir kapıyı arkasından çarparak aceleyle karanlığın içine girdi. Kapının çıkardığı ses arkasında yankılandı.

Duvardaki yanmayan meşaleyi kaptı, nerede durduğunu biliyordu, çakmak taşını çarpıp merdivenlerden gittikçe karanlığın daha derinlerine inerken basamakları görmesine ancak yetecek kadar ışık veren meşaleyi yaktı. Daha derine indikçe içerisi daha da soğuk ve daha esintili hale geldi. Rüzgâr bir yolunu bulup aşağıya kadar iniyor, yapının ufak çatlaklarında ıslık çalıyordu. Kendisini sanki ataları ona homurdanıyor, onu azarlıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamadı.

“BIRAKIN BENİ!” diye bağırdı onlara.

Sesi tekrar tekrar kriptin duvarlarında yankılandı.

“ÇOK GEÇMEDEN ÖDÜLÜNÜZE KAVUŞACAKSINIZ HEPİNİZ!”

Ancak rüzgâr hala ısrarla esmeyi sürdürdü.

Gareth, öfke içinde, en sonunda bütün atalarının mermer lahitler içinde yattığı, on ayaklık tavanıyla, kazılmış büyük mermer odaya erişinceye kadar daha derine indi. Gareth tam bir ciddiyetle, adımları mermer üzerinde yankılanarak, salonun en sonuna, babasının yatmakta olduğu yere doğru yürüdü.

Eski Gareth olsaydı, babasının lahdini parçalardı. Fakat şimdi, bilinmez bir sebeple, ona bir yakınlık hissetmeye başlıyordu. Bunu zar zor anlıyordu. Belki bu afyonun etkisinin azalmakta olmasındandı veya belki kendisinin de yakında ölmüş olacağını bilmesinden.

Gareth uzun lahdin yanına geldi ve başını aşağı eğerek bunun üzerine kapandı. Ağlamaya başlaması kendisini de şaşırttı.

Gareth, sesi boşluğun içinde yankılanarak “Seni özlüyorum baba” diye inledi.

Yaşlar yüzünden aşağı dökülerek, nihayet dizleri zayıflayıp yorgunluk içinde mermerin yanına çöküp sırtını mezara dayayarak oturuncaya kadar ağladı da ağladı. Rüzgâr sanki yanıt verir gibi uğuldadı ve Gareth gittikçe daha az yanan, karanlığın içinde minik bir alev haline gelen meşaleyi yere bıraktı. Gareth yakında her tarafın kapkara olacağını ve kendisinin de en çok sevdiği insanlara katılacağını biliyordu.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Steffen karamsar bir ruh hali içinde bomboş orman yolunda ilerliyor, ağır ağır Sığınma Kulesi’nden uzaklaşıyordu. Korumaya yemin ettiği kadını, Gwendolyn’i orada öyle bırakmak kalbini parçalıyordu. Onsuz o hiç bir şeydi. Onunla karşılaşmasından beri, nihayet hayatta kendisine bir amaç bulduğunu hissediyordu: ona göz kulak olmak, kendisi gibi basit bir hizmetkârın saflarda yükselmesine olanak sağladığı için hayatını ona borcunu geri ödemeye adamak. Her şeyden önemlisi, Gwendolyn’in görünüşüne bakarak hayatında ondan tiksinmeyen ve onu küçümsemeyen ilk insan olmasıydı.

Steffen onun Kuleye güven içinde ulaşmasına yardımcı olduğu için gurur duymaktaydı. Fakat onu orada bırakmak içinde bir boşluk yaratmıştı. Şimdi nereye gidecekti? Ne yapacaktı?

Korumak için yanında o olmadan, hayatı bir kez daha amaçsız hale gelmişti. Kraliyet Sarayı’na veya Silesia’ya geri gidemezdi: Andronicus her ikisini de mağlûp etmişti ve Silesia’dan kaçarken gördüğü tahribatı hatırladı. Aklında kalan son şey, kendi halkının hepsinin esir veya köle durumuna düşmesiydi. Geri dönmenin bir yararı olmayacaktı.  Ayrıca, Steffen tekrar Halka’yı geçmek ve Gwendolyn’den o kadar uzakta olmak istemiyordu.

Steffen nereye gideceği aklına gelinceye kadar dolambaçlı orman patikalarından geçip, aklını başına toplamaya çalışarak, saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Bir tepeye, en yüksek noktasına kadar, kuzeye giden kır yolunu izledi ve bu gözetleme noktasından uzakta başka bir tepenin üstünde ufak bir kasaba bulunduğunu fark etti. Buna yollandı ve kasabaya erişirken dönüp baktığında, burasının ihtiyacı olan şeye sahip bulunduğunu gördü: Sığınma Kulesi’nin mükemmel bir manzarası.  Eğer Gwendolyn bir gün oradan ayrılmaya çalışırsa, ona refakat etmek, onu korumak için orada bulunabilecek şekilde yakında olmak istiyordu. Netice itibariyle, kendisinin bağlılık ve sadakati şimdi ona karşıydı. Bir orduya veya bir şehre değil, sadece ona. O kendisinin milletiydi.

Steffen ufak, mütevazı köye erişirken, burada kalmaya karar verdi, daima Kuleyi gözleyebileceği ve onun için gözlerini dört açacağı bu yerde. Kapılardan geçerken burasının ne olduğu belirsiz, yoksul bir yer olduğunu gördü. Halka’nın en uzak çevresindeki bu ufacık köy güney ormanının içine öyle bir gizlenmişti ki, Andronicus’un adamları kuşkusuz bu tarafa gelme zahmetine bile katlanmamışlardı.

Steffen düzinelerle köylünün şaşkın bakışları altında köye ulaştı. Yüzleri cehaletle ve merhamet yoksunluğu ile şekillenmiş köylüler ağızları açık ve doğduğundan beri başkalarından gördüğü o tanıdık aşağılama ve istihza ile ona bakıyorlardı. Hepsi birden onun görünüşünü incelerken, onların kendisiyle alay eden gözlerini görebiliyordu.

Steffen dönüp kaçmak istedi, fakat kendisini bunu yapmamak için zorladı. Kule’ye yakın olması gerekiyordu ve Gwendolyn’in hatırına, her şeye katlanabilirdi.

Bir köylü, diğerleri gibi paçavralar içinde kırklarında iri yarı bir adam, döndü ve niyeti bozuk bir şekilde ona doğru geldi.

“Bakalım neymiş bu, bir tür deforme bir adam?”

Diğerleri de dönüp yaklaşarak güldüler.

Steffen sükûnetini korudu, bütün hayatı boyunca gördüğü böyle bir karşılamayı beklemekteydi. İnsanlar ne kadar taşralıysa, kendisiyle alay etmekten o kadar hoşlandıklarını fark etmişti.

Steffen geriye yaslandı ve bu köylülerin sadece acımasız değil, fakat saldırgan olmaları ihtimaline karşılık omzunda asılı yayının hazır durumda olduğundan emin olmak istedi. Eğer yapması gerekirse, göz açıp kapayıncaya kadar içlerinden bir kaçını yere indirebileceğini biliyordu. Fakat buraya şiddet için gelmemişti. Sığınacak yer bulmak için buradaydı.

Kalabalık ve gittikçe büyüyen bir tehditkâr köylü grubu etrafını sarmaya başlarken, biri “Rastgele bir çatlaktan daha fazla bir şey olabilir gibi görünüyor, değil mi?” diye sordu.

“Üzerindeki alametlerden, öyle olduğunu söyleyebilirim,” dedi bir başkası. “Bu kraliyet zırhı gibi görünüyor.”

“Ve şu yay—bu iyi bir deriden yapılmış.”

“Oklarına da diyecek yok. Uçları altın, öyle değil mi?”

Bir kaç adım uzakta durup tehditkâr şekilde sert sert bakmaya devam ettiler. Bunlar ona bir çocukken kendisine eziyet eden zorbaları hatırlatıyordu.

“Peki, kimsin sen çatlak?” dedi içlerinden biri tepeden bakarak.

Steffen derin bir nefes aldı, sakin kalmaya azimliydi.

“Size zarar vermek niyetinde değilim” diye başladı.

Grup hep birden gülmeye başladı.

“Zarar vermek mi? Sen mi? Bize ne gibi bir zarar verebilirsin ki?”

“Sen bizim civcivlerimize bile zarar veremezsin!” diye güldü bir başkası.

Gülüşme arttıkça Steffen’ın yüzü kıpkırmızı oldu; fakat kendisini tahrik etmelerine izin vermeyecekti.

“Kalacak bir yere ve yiyeceğe ihtiyacım var. Çalışmak için nasırlı ellerim ve güçlü bir sırtım var. Bana bir görev verin ve kendi başımın çaresine bakarım. Fazla bir şeye ihtiyacım yok. Hemen herkes kadar.”

Steffen yeniden kendisini zihinsel çalışmalar içinde kaybetmek istiyordu, aynen bütün o yıllar boyunca bodrumda Kral MacGil’e hizmet ederek yaptığı gibi. Bu aklını olaylardan başka yere çevirmesine yardımcı olurdu. Gwendolyn’le hiç karşılaşmadan önce yapmaya hazır olduğu gibi, ağır iş yapabilir ve isimsiz bir hayat yaşayabilirdi.

İçlerinden biri gülerek “Sen kendine adam mı diyorsun?” diye seslendi.

“Belki onu bir işe koşabiliriz,” diye seslendi bir başkası.

Steffen ümitle ona baktı.

“Yani, bizim köpeklerimize veya civcivlerimize karşı dövüşmesi için!”

Hepsi birden güldüler.

“Bunu görmek için büyük bir miktar öderdim!”

“Orada bir savaş var, eğer dikkat etmediyseniz,” diye yanıt verdi Steffen soğukkanlılıkla. “Eminim, bunun gibi ilkel bir taşra kasabasında dahi, erzaklara göz kulak olması için fazladan birisine ihtiyacınız olabilir.”

Köylüler şaşkın vaziyette birbirlerine baktılar.

“Tabii savaştan haberimiz var,” dedi biri, “fakat bizim köyümüz çok ufak. Ordular buraya gelme zahmetine katlanmazlar.”

“Senin konuşma tarzını beğenmedim,” dedi bir diğeri. “Hep süslü püslü? Biraz okuldan geçmişsin gibi geliyor. Bizden daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Ben herkesten daha iyi değilim,” dedi Steffen.

“O kadarı aşikâr,” diye güldü bir başkası.

Köylülerden biri ciddi bir ses tonuyla, “Bu kadar tıraş yeter!” diye bağırdı.

İleri çıktı ve diğerlerini güçlü bir elle kenara itti. Diğerlerinden daha yaşlıydı ve ciddi bir adama benziyordu. Onun ortaya çıkmasıyla kalabalık sessizleşti.

“Eğer dediğin gibiyse,” dedi adam derin, kaba sesiyle, “Fazladan bir el benim değirmenimde işime yarayabilir. Ücret günde bir torba tahıl ve bir testi su. Köy çocuklarının geri kalanlarıyla samanlıkta uyursun. Eğer bu işine geliyorsa, ben seni işe alırım.”

Steffen nihayet ciddi bir adam görmekten memnun olarak başıyla onayladı.

“Daha fazla hiç bir şey istemem,” dedi.

“Bu taraftan,” dedi adam, kalabalıkta yolunu açarak.

Steffen onu izledi ve kendini etrafı ergen çocuklar ve adamlarla dolu kocaman bir buğday değirmeninde buldu. Etraftakilerden her biri, ter ve kir içinde, çamurlu bir yol üzerinde duruyordu ve her biri bir çomağı yakalayıp onunla birlikte ileri yürüyerek iri bir tahta tekerleği itiyordu. Steffen orada durup işi gözden geçirdi ve bunun insanın sırtını kıran cinsten bir iş olacağını idrak etti. Bununla idare edebilirdi.

Steffen kabul edeceğini söylemek için adama döndü, fakat adam kabul edeceğini varsayarak çoktan gitmişti. Köylüler, bir kaç soruyla işlerine geri döndüler. Steffen ilerideki tekerleğe ve önünde yatan yeni hayata doğru baktı.

Bir an için, zayıf olmuş, kendisinin hayale dalıp gitmesine izin vermişti. Kalelerden, soylulardan ve rütbelerden oluşan bir hayat hayal etmişti. Kendisini Kraliçe için çalışan önemli bir kişi olarak görmüştü. Bu kadar yükseklere çıkacak yerde, işin doğrusunun ne olduğunu bilmeliydi. O, tabii, bunun için yaratılmamıştı. Hiç bir zaman öyle olmamıştı.  Gwendolyn’le karşılaşınca ona olan şey şans eseri bir rastlantıydı.  Şimdi, hayatı buna indirgenmişti. Fakat bu, en azından, bildiği bir hayattı. Anladığı bir hayat. Güçlüklerle dolu bir hayat. İçinde Gwendolyn olmadan, bu hayat kendisi için yeterince iyi olacaktı.

ALTINCI BÖLÜM

Bulutlardan hızla geçip Sığınma Kulesi’ne gittikçe yaklaşırlarken Thor, Mycoples’i daha hızlı gitmeye teşvik etti. Thor varlığının her zerresiyle Gwen’in tehlikede olduğunu hissediyordu. Titreşimin parmak uçlarından, bütün vücudundan geçerek kendisine bir şey söylediğini, kendisini uyardığını hissetti. Daha hızlı git diye kendisine fısıldıyordu.

Daha hızlı.

“Daha hızlı!” diye Thor Mycoples’i teşvik etti.

Mycoples buna karşılık hafifçe kükreyerek, büyük kanatlarını daha kuvvetle çırpmaya başladı. Thor’un sözcükleri ağzından çıkarması bile gerekmemişti—Mycoples daha o söylemeden her şeyi anlıyordu—fakat Thor yine de sözcükleri dile getirdi. Bunlar kendisini daha iyi hissetmesini sağladı. Kendisini çaresiz hissediyordu. Gwen’le ilgili olarak bir şeyin hiç yolunda gitmediğini ve her saniyenin önem taşıdığını seziyordu.

Nihayet bir bulut kümesinden çıktılar ve çıkarlarken Thor uzakta Sığınma Kulesi’ni görünce birden içinin rahatladığını hissetti.  Bu antik ve ürkütücü bir mimari eserdi, göğe yükselen tamamen yuvarlak, ince bir kule, neredeyse bulutlar kadar yükseğe çıkıyordu. Thor, buradan bile, antik, parlak siyah bir taştan yapılmış olan kuleden gelen gücü sezebiliyordu.

Daha yakına uçarlarken, aniden Thor yüksekte, kulenin tepesinde bir şey gördü. Bu bir insandı. Kenar çıkıntısının üzerinde elleri açık, avuçları yanlarındaydı. Rüzgârda hafifçe sallanıyordu.

Назад Дальше