Çeliğin Hükümdarlığı - Морган Райс 3 стр.


Etrafındaki bütün kardeşleri saldırının bir parçasıydı; bin kişilik güçlü bu birlik Gümüş’ün tüm öfkesini içinde taşıyor, kutsal haçlarından vazgeçmiş bir halde McCloudlara Gümüş’ün neler yapabileceğini göstermeye, onlara bu saldırının bedelini sonsuza dek ödetmeye kararlı bir biçimde ilerliyordu. Kendrick işi bitene dek, tek bir McCloud’ın bile hayatta kalmayacağına yemin etti. Highlands’in onlara ait tarafı bir daha asla başkaldıramayacaktı.

Kendrick oraya yaklaşırken ileriye baktı ve yeni Lejyon askerlerinin cesurca savaştığını, Elden, O’Connor ve Conven’ın son derece kalabalık düşman askerlerine, McCloudlara karşı yılmadan savaştıklarını gördü. Kalbine bir gurur hissi doldu. Ama gördüğü kadarıyla, hepsi ölmek üzereydi.

Kendrick bağırdı ve adamlarına liderlik ederken atını daha da sert dehledi; askerlerin hepsi son bir azimle öne atıldı. Eline uzun bir mızrak aldı ve yeteri kadar yaklaşınca bunu fırlattı; McCloud generallerinden biri son anda dönüp mızrağın havada süzüldüğünü gördü ve mızrak zırhını delecek kadar sert bir biçimde kalbine saplandı.

Kendrick’in arkasındaki bin şövalyeden muazzam bir çığlık yükseldi: Gümüş artık oradaydı.

McCloudlar döndüler ve onları gördüler; ilk kez, bakışlarında gerçek bir korku ifadesi belirdi. Bin tane parıldayan Gümüş şövalyesi kusursuz bir birliktelikle atlarında ilerliyor, silahlarını çekmiş azılı katiller olarak bir fırtına gibi dağdan aşağı inerken bakışlarında zerre kadar tereddüt hissedilmiyordu. McCloudlar onlarla yüzleşmek için o yöne döndüler, ama tedirgin olmuşlardı.

Gümüş askerleri onlara, ana şehirlerine Kendrick’in liderliğinde vardı. Kendrick baltasını çekip ustalıkla savurdu ve birkaç askeri yaralayıp atlarından düşürdü; sonra diğer eliyle kılıcını çekti, kalabalığa girdi ve birkaç askerin zırhının savunmasız yerlerine kılıcını sapladı.

Gümüşler yaptıkları en iyi şeyi yapıp bir yıkım dalgası gibi düşman askerlerinin arasına daldı; hiçbiri savaşın tam orta yerine girene dek kendisini tamamıyla rahat hissetmiyordu. Bir Gümüş askeri için evinde olmak bu demekti. Etraflarındaki bütün McCloud askerlerini kılıçtan geçirip yaraladılar; düşmanlar onlara kıyasla amatör gibi kalmıştı ve çığlıkları giderek artarken her yönde yere yıkılıyorlardı.

Kimse fazlasıyla hızlı, usta, güçlü ve tekniklerinde uzman olan, tek bir ünite olarak yürümeye başladıklarından beri eğitimini aldıkları gibi savaşan gümüş askerlerini durduramıyordu. Hızları ve becerileri bu çok iyi eğitilmiş şövalyelerin yanında sıradan askerler gibi kalan McCloudları dehşete düşürmüştü. Elden, Conven, O’Connor ve destek birliği tarafından kurtarılan geriye kalan Lejyon askerleri tekrar ayağa kalktı; yaralı oldukları halde kalkıp savaşa katıldılar ve Gümüş’ün daha da hız kazanmasına katkıda bulundular.

Birkaç dakika içinde, yüzlerce McCloud yerde ölü yatıyordu ve geriye kalanlar da büyük bir paniğe kapılmıştı. Teker teker dönüp kaçmaya başladılar; McCloudlar şehir kapılarından dışarı akın ettiler ve Kraliyet Sarayı’ndan kaçmaya çalıştılar.

Kendrick kaçmalarına izin vermemeye kararlıydı. Peşinde adamlarıyla şehir kapılarına koştu ve kaçanların yolunu tıkadığından emin oldu. Bir huni etkisi oluştu ve McCloudlar şehir kapıların sıkışık bölümüne vardıklarında katledildiler… Bunlar hışımla içeri akın ettikleri şehir kapılarıydı.

Kendrick iki kılıçla birden sağındaki ve solundaki askerleri öldürürken, çok geçmeden bütün McCloudlar’ın öleceğini biliyordu. Kraliyet Sarayı yine onlara ait olacaktı. Hayatını toprakları için tehlikeye atarken, hayatta olmanın anlamının bu olduğunu biliyordu.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Luanda uçsuz bucaksız Kanyon’u adım adım yürüyerek aşarken, elleri titriyordu. Attığı her adımla birlikte, hayatının sona ermeye yaklaştığını, bir dünyadan ayrılıp diğerine girmek üzere olduğunu hissediyordu. Ama diğer tarafa varmasına adımlar kalmışken, bu dünyada son adımlarını attığını hissediyordu.

Sadece birkaç adım ardında Romulus ve milyon askerden oluşan İmparatorluk ordusu vardı. Tepede bu dünyaya ait olmayan seslerle cıyaklayan düzinelerce ejderha vardı; bunlar Luanda’nın o güne dek gördüğü en vahşi yaratıklardı ve kanatlarını Kalkan olan o görünmez duvara vuruyorlardı. Luanda birkaç adım daha atıp Halka’dan ayrıldığında, Kalkan’ın sonsuza dek çökeceğini biliyordu.

Onu bekleyen kadere, Romulus’la gaddar adamlarının elinde kesin bir biçimde gerçekleşeceğini bildiği ölüme baktı. Ama bu sefer, artık hiçbir şey umurunda değildi. Sevdiği her şey çoktan elinden alınmıştı. Kocası, dünyada en çok sevdiği erkek olan Bronson öldürülmüştü… Tüm bunlar Gwendolyn’in suçuydu. Her şey için onu suçluyordu. Artık nihayet intikam alma vakti gelmişti.

Luanda Romulus’tan bir adım uzakta durdu ve ikisi göz göze kalıp görünmez hattın iki yanından birbirlerine baktılar. Romulus son derece heybetli bir adamdı; normal bir erkeğin iki misliydi, saf kastan oluşuyordu; omuzları o kadar kaslıydı ki, boynu gözükmüyordu. Suratı sırf çeneydi, mermerleri andıran donuk ve iri siyah gözleri vardı ve başı bedenine göre fazla büyüktü. Ona bir ejderhanın avına baktığı gibi bakınca, Luanda bu adamın onu paramparça edeceğinden emin oldu.

O yoğun sessizlikte birbirlerine baktılar ve Romulus’un suratına hem gaddar bir gülümseme, hem de bir şaşkınlık ifadesi yayıldı.

“Seni bir daha göreceğimi hiç sanmıyordum,” dedi. Sesi kalındı ve genizden geliyor, o meşum yerde yankılanıyordu.

Luanda gözlerini yumdu ve Romulus’u yok etmeye çalıştı. Kendi hayatını yok etmeye çalıştı.

Ama gözlerini açtığında, Romulus hala oradaydı.

“Kız kardeşim bana ihanet etti,” dedi Luanda alçak sesle. “Artık ihanet etme sırası bende.”

Gözlerini yumup köprüden diğer tarafa, Kanyon’un öte tarafına son bir adım attı.

Bunu yapar yapmaz, ardında gök gürültüsünü andıran müthiş bir ses duydu; dönerek yükselen bir pus tıpkı kabaran kocaman bir dalga gibi Kanyon’un ta dibinden yukarı çıktı ve bir anda yine yere alçaldı. Toprak yarılıyormuş gibi bir ses geldi ve Luanda bu kez Kalkan’ın çöktüğüne kanaat getirdi. Artık Romulus’un ordusuyla Halka arasında hiçbir şey kalmamıştı. Kalkan sonsuza dek çökmüştü.

Romulus bir adım karşısında cesurca duran, gözünü bile kırpmadan, küstahça ona bakan Luanda’ya tepeden baktı. Luanda korkuyordu, ama bunu belli etmiyordu. Romulus’a bu tatmin hissini bahşetmek istemiyordu. Suratına dik dik bakarken Romulus’un onu öldürmesini istiyordu. En azından, böylelikle bir şey sahibi olabilirdi. Romulus’un işini bir an önce bitirmesini istiyordu.

Ama Romulus daha da gülümsedi ve Luanda’nın tahmin ettiği gibi köprüye değil, onun suratına bakmaya devam etti.

“Ne istersen yap,” dedi Luanda şaşkınlıkla. “Kalkan çöktü. Halka sana ait. Beni öldürmeyecek misin?”

Romulus başını salladı.

“Düşündüğüm gibi değilmişsin,” dedi onu süzerek. “Yaşamana, hatta karım olmana bile izin verebilirim.”

Luanda bunu duyunca midesi kalktı; yaratmak istediği tepki bu değildi.

Başını geriye atıp Romulus’un suratına tükürdü ve bu hareketinin ölümle sonuçlanacağını umdu.

Romulus elinin tersiyle suratını sildi ve Luanda suratına Romulus’un daha önce yaptığı gibi bir yumruk atıp çenesini kırmasını bekledi… Ona iyi davranmaktan başka her şeyi yapmasını bekledi. Ama Romulus öne adım attı, onu saçlarının arkasından tuttu, kendisine çekti ve sert bir biçimde öptü.

Romulus’un kaba, çatlak, bir yılan gibi sadece kastan oluşan dudaklarını dudaklarında hissetti; Romulus onu giderek daha sert öptüğü için neredeyse nefes alamaz hale geldi.

En sonunda, Romulus geri çekildi… Ama bunu yaparken, elini tersiyle ona öylesine sert bir tokat attı ki Luanda yüzünün yandığını hissetti.

Dehşet içinde ona baktı. Midesi kalkmış bir halde ne yaptığını anlayamadı.

“Onu zincire vurun ve yanımdan ayırmayın,” diye emir Verdi Romulus. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, adamları öne çıkıp Luanda’nın ellerini arkasından zincirlediler.

Romulus’un gözleri adamlarının karşısına çıkarken keyifle irileşti ve kendisini hazırlayarak köprüye ilk adımını attı.


Onu durduracak Kalkan kalmamıştı. Güven ve emniyet içinde orada durdu.

Suratında önce bir gülümseme belirdi, sonra kahkahalarla gülmeye başladı; kaslı kollarını iki yana açtı ve başını geriye attı. Zafer kazanmış halde attığı gür kahkahalar Kanton’un dört bir yanında yankılandı.

“Artık benim!” diye gürledi. “Hepsi benim!”

Sesi tekrar tekrar yankılandı.

“Askerler,” dedi. “İstila edin!”

Birlikleri aniden hızla yanından geçtiler; attıkları muhteşem çığlıklara gökte kanat çırpıp Kanyon’un ta yükseklerinde uçan ejderha sürüsünün sesleri eşlik etti. Dönen pusa tiz cıyaklamalarla girdiler ve bu muhteşem ses göklere ulaşırken, artık tüm dünyaya Halka’nın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlattılar.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Alistair dev okyanus dalgaları tekrar tekrar yanından geçerken hafifçe yukarı aşağı sallanan kocaman geminin pruvasında Erec’in kollarında yatıyordu. Başını büyülenmiş gibi karanlık göğü kaplamış ve uzaklarda parıldayan milyon tane kırmızı yıldıza dikti; ılık okyanus esintisi geldi, onu okşadı ve rahatlatarak uykusunu getirdi. Mutlu hissediyordu. Orada Erec’le birlikte olduğu için, tün dünyası huzura kavuşmuştu; dünyanın o noktasında, o uçsuz bucaksız okyanusta, dünyanın tüm sorunları sona ermiş gibiydi. İkisini bitmek bilmez sorunlar ayırmıştı, ama en sonunda hayallerini gerçekleşmek üzereydi. Birlikteydiler ve aralarına girecek birisi, ya da bir şey kalmamıştı. Çoktan okyanusa açılmışlar, Erec’in anavatanı olan adalara doğru gidiyorlardı. Oraya vardıklarında evleneceklerdi. Dünyada bundan daha fazla istediği hiçbir şey yoktu.

Erec ona sıkı sıkı sarıldı; ikisi birlikte geriye yaslanırken, evrene bakarken ve hafif okyanus pusu etraflarını sararken Alistair ona biraz daha sokuldu. Sessiz okyanuslu gecede, göz kapakları ağırlaştı.

Berrak göğe bakarken, dünyanın ne kadar büyük olduğunu düşündü; ağabeyi Thorgrin’i, nasıl dışarıda bir yerde olduğunu düşündü ve tam olarak nerede olduğunu merak etti. Onun annelerini görmeye gittiğini biliyordu. Onu bulabilecek miydi? Anneleri nasıl birisiydi? Gerçekten var mıydı?

Bir yanı bu yolculukta ağabeyine katılmak ve anneleriyle tanışmak istiyordu; diğer yanıysa çoktan Halka’yı özlemişti ve tanıdık topraklarda evine dönmeyi istiyordu. Ama en çok da heyecanlıydı; hayata Erec’le birlikte yeni bir yerde, dünyanın yeni bir bölgesinde başlayacağı için heyecanlıydı. Halkıyla tanışacağı, anavatanının nasıl bir yer olacağını göreceği için heyecan hissediyordu. Acaba Güney Adaları’nda kimler yaşıyor, diye düşündü. Halkı nasıl insanlardı? Ailesi onu geri Kabul edecek miydi? Alistair konusunda mutlu olacaklar mıydı, yoksa onu tehditkâr mı bulacaklardı? Evlilik fikrine sıcak bakacaklar mıydı? Yoksa Erec için kendi halklarından bir başka kadını mı hayal etmişlerdi?

En kötüsü, en çok korktuğu şey de güçlerini öğrendiklerinde onun hakkında ne düşünecekleriydi. Bir Druid olduğunu öğrendiklerinde ne yapacaklardı? Onu herkes gibi bir ucube, bir yabancı gibi mi göreceklerdi?

“Bana yine halkını anlatsana,” dedi Alistair Erec’e.

Erec önce ona, sonra yine göğe baktı.

“Neyi bilmek istersin?”

“Aileni anlat.”

Erec uzunca bir süre sessizce düşündü. En sonunda, konuşmaya başladı:

“Babam muhteşem bir adamdır. Benim yaşımdan beri halkımızın kralıdır. Yaklaşan ölümü adamızı sonsuza dek değiştirecek.”

“Başka akrabaların var mı?”

Erec uzunca bir süre tereddüt etti, ama sonra evet der gibi başını salladı.

“Evet, bir kız kardeşim var… Bir de erkek kardeşim.” Duraksadı. “Kız kardeşim ve ben büyürken çok yakındık. Ama seni uyarmam gerek; kendisi çok sahiplenicidir ve çok çabuk kıskanır. Yabancılara karşı temkinlidir ve ailemize yeni kişilerin katılmasından hoşlanmaz. Erkek kardeşimse…” Erec lafını tamamlamadı.

Alistair onu dürttü.

“Ne oldu?”

“Asla tanışmayacağın çok iyi bir savaşçıdır. Ama benden küçüktür ve benimle hep yarış halindedir. Onu her zaman bir erkek kardeş olarak gördüm, ama o beni hep bir rakip, yolunu tıkayan birisi olarak gördü. Nedenini bilmiyorum. Ama durum böyle. Keşke daha yakın olabilseydik.”

Alistair şaşkınlıkla ona baktı. Birisinin Erec’e sevgi dışında bir hisle bakabileceğini aklı almıyordu.

“Durum hala böyle mi?” dedi.

Erec omuzlarını silkti. “Çocukluğumdan beri onları görmedim. Anavatanıma ilk kez geri dönüyorum; aradan neredeyse otuz güneş döngüsü geçti. Neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Ben daha ziyade Halka’nın bir ürünüyüm. Ama babam ölürse… Ailenin en büyük çocuğu benim. Halkım benim başa geçmemi bekleyecektir.”

Alistair duraksadı; buna karışıp karışmaması gerektiğini düşündü.

“Başa geçecek misin?”

Erec omuzlarını silkti.

“İstediğim bir şey değil. Ama babam isterse… Hayır diyemem.”

Alistair dikkatle ona baktı.

“Onu çok seviyorsun.”

Erec evet anlamında başını salladı. Alistair gözlerinin yıldızların altında parıldadığını görebiliyordu.

“Sadece gemimizin o ölmeden önce oraya varmasını diliyorum.”

Alistair bunu düşündü.

“Ya annen?” dedi. “O beni sever mi?”

Erec’in suratında kocaman bir gülümseme belirdi.

“Kızı gibi sever,” dedi. “Çünkü seni kadar çok sevdiğimi görecek.”

Öpüştüler ve Alistair geriye yaslanıp yıldızlara baktıktan sonra, Erec’in elini tutu.

“Sadece şunu hatırla, leydim. Seni seviyorum. Her şeyden çok seviyorum. Önemli olan tek şey bu. Halkın bize Güney Adaları’nın şahit olduğu en büyük düğünü yapacak; her türlü kutlamayı bizim için yapacaklar. Hepsi tarafından sevilip kucaklanacaksın.”

Alistair yıldızlara baktı, Erec’in elini sıkı sıkı tuttu ve düşündü. Erec’in onu çok sevdiğine dair bir şüphesi yoktu, ama onun halkını, Erec’in bile doğru dürüst tanımadığı halkını düşündü. Erec’in düşündüğü gibi ona kucak açacaklar mıydı? Alistair emin değildi.

Birden, paldır küldür ayak sesleri duydu. O yöne bakınca, gemi tayfasından birisini tırabzanlara yürüdüğünü, başının üstüne kocaman ölü bir balık kaldırıp suya attığını gördü. Aşağıdan hafif bir su sesi geldi ve çok geçmeden bir diğer balık sıçrayıp atılan balığı yerken biraz daha yüksek bir ses geldi.

Derken, okyanustan bir inlemeyi veya ağlama sesini andıran bir başka korkunç bir ses geldi ve su yine hareketlendi.

Alistair leş gibi, tıraşsız, üstünde paçavralar olan, dişleri eksik denizciye baktı; adam şapşal şapşal sırıtarak tırabzandan aşağı eğildi. Dönüp Alistair’e baktı; suratından kötü niyet akıyordu ve yıldızların ışığı altında tuhaf gözüküyordu. Alistair ona bakan adamı görünce, içini kötü bir his kapladı.

“Suya ne attın?” diye sordu Erec.

“Bir simka balığının iç organlarını,” dedi adam.

“Niye?”

“Zehirli,” dedi adam sırıtarak. “Onu yiyen her balık anında ölür.”

Alistair dehşet içinde ona baktı.

“İyi de balığı neden öldürdün?” diye sordu.

Adam daha da güldü.

“Ölmelerini izlemeyi seviyorum. Çığlık atmaları, yan yatıp süzülmeleri hoşuma gider. Eğlenceli bir manzara.”

Назад Дальше