Adam döndü ve tayfanın geri kalanına ağır ağır gitti. Alistair onu izlerken, tüylerinin ürperdiğini hissetti.
“Ne oldu?” dedi Erec.
Alistair başını çevirip salladı ve o kötü histen kurtulmaya çalıştı. Ama başaramadı; Neyin işareti olduğunu bilmiyordu, ama hiç de iyiye işaret değildi.
“Hiçbir şey, lordum,” dedi.
Tekrar Erec’in kollarına sokuldu ve içinden kendisine her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Ama içinden bir ses, hiçbir şeyin yolunda olmadığını söylüyordu.
*
Erec geceleyin uyandı, geminin yavaşça ileri geri sallandığını hissetti ve derhal bir terslik olduğunu anladı. İçindeki savaşçı, bir şey olmadan hemen önce onu uyaran parçası öyle hissetmesine neden olmuştu. Küçüklüğünden beri bir şey olmadan önce hissederdi.
Derhal dikkatle doğruldu ve etrafına bakındı. Yanına bakınca, Alistair’in derin bir uykuda olduğunu gördü. Hava hala karanlıktı, gemi dalgalarda hala sallanıyordu, ama bir terslik vardı. Etrafına bakındı, ama tuhaf hiçbir şey görmedi.
Okyanusun ta orta yerinde ne tür bir tehlike olabilir, diye düşündü. Sadece bir rüyadan mı ibaretti?
İçgüdülerine güvenen Erec kılıcını almak için harekete geçti. Ama daha kılıcının kabzasını bile tutamadan, üstünde ağır bir ağ atıldığını ve her yerini kapladığını hissetti. Hayatında hissettiği en kalın iplerden örülmüştü ve bir adamı ezecek kadar ağırdı. Ağ bir anda her yanını sıkıca kapladı.
Erec bir şey yapmaya fırsat bulamadan, havaya kaldırıldığını hissetti; ağ onu bir hayvan gibi yakalamış, ipleri onu öylesine sıkı sıkı sarmıştı ki hareket bile edemiyordu; omuzları, kol ve ayak bilekleri ve ayakları hareket edemiyordu ve ağın içinde eziliyordu. Kendisini bir tuzağa yakalanmış bir hayvan gibi güverteden yirmi adım yukarıya çekilip orada sallandığını hissetti.
Erec neler olduğunu anlamaya çalışırken, kalbi göğsünden çıkacakmış gibi atıyordu. Aşağıya bakınca, Alistair’in uyanmak üzere olduğunu gördü.
“Alistair!” diye bağırdı.
Alistair aşağıda her yere baktı, en sonunda yukarıya bakıp da onu görünce suratı allak bullak oldu.
“EREC!” diye bağırdı şaşkınlıkla.
Erec elleri meşaleli birkaç düzine kadar tayfanın yaklaştığını gördü. Her birinin suratında tuhaf birer gülümseme belirmişti ve Alistair’e yaklaşırlarken gözleri meşum meşum parıldıyordu.
“Onu paylaşmasının vakti gelmişti,” dedi içlerinden biri.
“Bu prenses bir denizciyle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu öğreteceğim!” dedi bir başka denizci.
Grup kahkahalara boğuldu.
“Benden sonra,” dedi bir başkası.
“Önce ben tadına bakmadan olmaz,” dedi birisi.
Adamlar Alistair’e yaklaşırlarken, Erec var gücüyle kurtulmaya çalıştı. Ama nafile yere çaba sarf ediyordu. Omuzları ve kolları öylesine sıkışmıştı ki, hiçbir yerini kıpırdatamıyordu bile.
“ALISTAIR!” diye bağırdı çaresizlik içinde.
Yukarıda sallanırken, olanları izlemekten başka bir şey yapamadı.
Üç denizci arkadan Alistair’in üstüne atladı. Adamlar onu ayağa kaldırıp gömleğini yırtarlarken ve ellerini arkasında sıkıştırırken, Alistair çığlık attı. Birkaç denizci daha yaklaşırken, onu sıkı sıkı tuttular.
Erec geminin kaptanını bulmaya çalıştı; onu üst güvertede olanları izlerken gördü.
“Kaptan!” diye bağırdı. “Bu, senin gemin. Bir şeyler yap!”
Kaptan ona baktı, sonra sırtını olanları izlemek istemiyormuş gibi ağır ağır sırtını o manzaraya çevirdi.
Erec çaresizlik içinde denizcilerden birini Alistair’in boğazına bir bıçak dayayışını ve Alistair’in çığlık atışını izledi.
“HAYIR!” diye bağırdı.
Bir kâbusun gerçekleşmesini izler gibiydi… En kötüsü de yapabileceği hiçbir şey yoktu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Thorgrin Andronicus’la karşı karşıyaydı; bir savaş alanında, etraflarında ölü askerlerle yalnızlardı. Kılıcını ta tepeye kaldırdı ve Andronicus’un göğsüne indirdi; bunu yaparken, Andronicus silahlarını indirdi, keyifle gülümsedi ve ona sarılmak için kollarını uzattı.
Oğlum.
Thor kılıcını durdurmaya çalıştı, ama çok geç kalmıştı. Kılıç babasına saplandı ve Andronicus ikiye ayrılırken, Thor büyük bir suçluluk hissetti.
Thor gözlerini kırpıştırdı ve kendisini Gwen’in elini tutmuş, bitmek bilmez uzunlukta bir mihrapta yürürken buldu. Evlilik törenlerinde olduklarını fark etti. Kan kırmızısı bir güneşe doğru yürüyorlardı ve Thor iki yanına bakınca, tüm sandalyelerin boş olduğunu fark etti. Gwen’e baktı ve Gwen de ona bakarken derisi kuruyup dökülünce ve bir iskelete dönüşünce, Thor dehşete kapıldı. Gwen elinde toza dönüştü. Ayaklarının dibinde bir kül öbeği haline geldi.
Thor birden kendisini annesinin kalesinin karşısında buldu. Bir şekilde gök geçidini aşmıştı ve devasa boyutlardaki, altın, parıldayan ve kendisinin üç misli uzunluktaki çift kapıların önünde duruyordu. Kapının bir kolu yoktu. Elini uzatıp avuçlarını kanayana dek kapılara vurdu. Sesler dünyanın dört bir yanında yankılandı. Ama kimse yanıt vermedi.
Thor başını geriye attı.
“Anne!” diye bağırdı.
Dizlerinin üstüne çöktü, zemin birden çamura dönüştü ve Thor bir uçurumdan aşağıya kaydı. Sonra, kollarını ve bacaklarını sallaya sallaya yüzlerce metre aşağıdaki azgın okyanusa düştü. Ellerini göğe kaldırdı ve annesinin kalesinin gözden kaybolduğunu görünce çığlık attı.
Thor nefes nefese gözlerini açtığında, rüzgâr suratını okşuyordu. Etrafına bakındı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Aşağıya bakınca, altından inanılmaz bir hızla bir okyanusun geçtiğini gördü. Yukarı bakınca sert bir şeye tutunduğunu fark etti; kocaman kanat seslerini duyunca, Mycoples’in pullarına tutunduğunu anladı. Elleri gecenin soğuğunda buz kesmişti, suratıysa denizden esen rüzgâr yüzünden uyuşmuştu. Mycoples büyük bir hızla uçarken ve kanatlarını çırparken, Thor dosdoğru ileriye baktı ve onun üstünde uyuya kaldığını fark etti. Günlerdir olduğu gibi hala uçuyorlar, gecenin karanlığında ve bir milyon parıldayan kırmızı yıldızın altında hızla yol alıyorlardı.
Thor iç çekti ve ter içinde ensesini sildi. Uyanık kalacağına yemin etmişti, ama birlikte uçarak yolculuk etmeye başladıklarından ve Druidlerin topraklarını aramaya başladıklarından beri aradan günler geçmişti. Neyse ki, Mycoples onu çok iyi tanıdığından uyuduğunu anlamış ve düzgünce uçup düşmesini engellemişti. İkisi birlikte o kadar uzun süredir uçuyorlardı ki, adeta tek beden olmuşlardı. Thor Halka’yı çok özlediği halde, en azından eski dostuyla yeniden bir arada olduğuna, sadece ikisinin dünyayı dolaşmasına mutlu olmuştu; onun da onu gördüğüne mutlu olduğunu anlamıştı, çünkü ejderha sürekli olarak mutlu mutlu mırlıyordu. Mycoples’in ona kötü bir şey olmasına asla izin vermeyeceğini biliyordu ve o da onun için aynı şeyi hissediyordu.
Thor aşağıya baktı ve okyanusun köpüklü, parlak yeşil sularını inceledi; tuhaf ve egzotik, yolculukları sırasında gördüğü birçok okyanusa hiç benzemeyen türden bir okyanustu. Thor sürekli olarak kuzeye uçmuş, kasabasında buluğu eski pusulanın okunu izlemişti. Annesine, onun topraklarına, Druidler’in Diyarı’na giderek yaklaştıklarını hissediyordu. Bunu hissedebiliyordu.
Okun doğru yeri gösterdiğini umdu. İçinden doğru yöne gittiğini hissediyordu. Benliğini tüm hücrelerinde pusulanın onları annesine ve kaderine yaklaştırdığını seziyordu.
Thor uyanık kalmaya kararlı bir biçimde gözlerini ovuşturdu. Druidler’in Diyarını çoktan bulacaklarını düşünmüştü. Sanki dünyanın yarısını dolaşmışlardı. Bir an için endişelendi; ya her şey bir hayalden ibaretse? Ya annesi yoksa? Ya Druidler Diyarı denen bir yer yoksa? Ya onu asla bulamazsa?
Bu düşünceleri aklından atmaya çalışıp Mycoples’i daha hızlı gitmeye itti.
Daha hızlı, diye düşündü.
Mycoples mırladı ve kanatlarını daha hızlı çırpmaya koyuldu; başını aşağı eğdiğinde, ikisi pusların arasında hızla girdiler ve ufukta Thor’un belki de hiç var olmama ihtimalini bildiği bir noktaya doğru ilerlediler.
*
Gün Thor’un daha önceden hiç şahit olmadığı bir biçimde doğdu; gökte iki değil, tam üç güneş vardı ve biri kırmızı, biri yeşil ve biri mor üç güneş aynı anda ufukta farklı noktalarda yükseliyorlardı. Altlarında uçsuz bucaksız uzanan bulutların hemen üstünden uçtular; bir renk örtüsünü andıran bulutlara öylesine yakınlardı ki, Thor onlara değebiliyordu. Thor hayatında gördüğü en güzel günbatımın keyfini çıkardı; güneşlerin farklı renkleri bulutların arasından sızıyor, ışınları bedenine, altına ve tepesine vuruyordu. Dünyanın doğuşunun arasından uçuyormuş gibi hissetti.
Thor Mycoples’i yere yöneltti ve bir bulutun arasından geçerken her yerini nem kapladığını hissetti; bir anlığına, dünyası farklı renklere boyandı ve ardından gözleri kamaştı. Bulutlardan çıktıklarında, Thor bir başka okyanus, bir başka uçsuz bucaksız hiçlikle karşılaşacağını sandı.
Ama bu sefer başka bir şey vardı.
Altlarında her zaman görmeyi umduğu, rüyalarına giren manzarayı görünce, Thor’un kalp atışları hızlandı. Orada, ta aşağıda yeni bir diyar gördü. Pusların, geniş ve derin inanılmaz bir okyanusun orta yerindeki bir adaydı. Eski pusula titredi ve Thor buna bakınca okun yanıp söndüğünü ve doğrudan aşağısını gösterdiğini fark etti. Ama Thor’un bunu hissetmesi için pusulaya bakması gerekmiyordu. Bunu benliğinin her hücresinde hissediyordu. Oradaydı. Annesi oradaydı. Büyülü Druidler Diyarı gerçekten de vardı ve Thor orayı bulmuştu.
Aşağı inelim, dostum, diye düşündü.
Mycoples aşağıya süzüldü, oraya yaklaştıkça daha da belirgin hale geldi. Thor Kraliyet Sarayı’nda gördüğü tarlaları andıran uçsuz bucaksız çiçek tarlaları gördü. Buna bir anlam veremedi. Ada o kadar tanıdıktı ki, sanki evine geri dönmüştü. Orasının daha egzotik olacağını düşünmüştü. Ama son derece tanıdık olması tuhaftı. Nasıl olabilirdi?
Adanın etrafı parıltı ve kırmızı renkli geniş mi geniş bir kumsalla çevriliydi ve dalgalar kıyıya vuruyordu. Adaya yaklaştıkça, Thor onu şaşırtan bir şey gördü: Adanın bir girişi var gibiydi. İki tane kocaman sütun ta göklere kadar yükseliyor, bulutların arasında gözden kayboluyordu. Hayatında gördüğü en yüksek sütunlardı. Belki yedi metrelik bir duvar tüm adanın etrafını çevirmişti ve adaya yayan olarak girmenin tek yolu sütunların arasından geçmekmiş gibi gözüküyordu.
Thor Mycoples’i adanın üstünden uçması için yönlendirdi, ama ejderha oraya yaklaştığı anda bir şey yapıp onu şaşırttı. Cıyakladı ve aniden geri çekildi; neredeyse dik kalacak biçimde sivri tırnaklarını göğe kaldırdı. Görünmez bir kalkana çarpmış gibi birden durdu ve Thor düşmemek için var gücüyle ona tutundu. Thor ona uçmaya devam etmesini söylediği halde, ejderha adaya daha fazla yaklaşmadı.
Thor o anda şunu fark etti: Ada bir tür enerji kalkanıyla çevriliydi ve bu kalkan o kadar güçlüydü ki Mycoples bile içinden geçemiyordu. Duvarın üstünden de uçulmuyordu; adaya girmek isteyenlerin yürüyerek sütunların arasından geçmesi gerekiyordu.
Thor ejderhaya yön gösterdi ve birlikte kırmızı kumsala alçaldılar. Sütunların önünde yere kondular. Thor bu sefer Mycoples’ten sütunların, o geniş kapıların arasından uçmasını ve onunla birlikte Druidler Diyarı’na girmesini istedi.
Ama Mycoples bir kez daha tırnaklarını kaldırıp geri çekildi.
İçeri giremem.
Thor onun düşüncelerini kendi zihninde hissetti. Ona baktı, iri parıltılı gözlerini kırpıştırarak kapattığını gördü ve anladı.
Mycoples ona Druidler Diyarı’na tek başına girmesi gerektiğini söylüyordu.
Thor ejderhanın üstünden kırmızı kumlara indi ve sütunların karşısında durup dikkatle bunlara baktı.
“Seni burada bırakamam, dostum,” dedi. Senin için çok tehlikeli. Tek başıma gitmem gerekiyorsa, tek başıma gideceğim. Sen güven içinde geri dön. Beni orada bekle.”
Mycoples hayır der gibi başını salladı ve başını yere eğip inatla yere çöktü.
Dünyanın sonuna kadar seni bekleyeceğim.
Thor onun kalmaya kararlı olduğunu görebiliyordu. Onun inatçı olduğunu, kararından vazgeçmeyeceğini de biliyordu.
Thor öne eğildi, Mycoples’in uzun burnunun üstündeki pulları okşadı, eğildi ve onu öptü. Ejderha mırlayıp başını kaldırdı ve Thor’un göğsüne yasladı.
“Senin için geri geleceğim, dostum,” dedi Thor.
Thor dönüp sütunlara döndü; saf altından olan sütunlar güneşin altıdan parıldıyor, gözlerini kamaştırıyordu. Thor ilk adımı attı. Bunların arasından geçerken asla düşünmediği kadar canlı hissetti ve en sonunda Druidler Diyarı’na girdi.
ALTINCI BÖLÜM
Gwendolyn yavaşça batıya, Kraliyet Sarayı’ndan uzağa doğru yol alan insan selinin başında, kır yolunda arabanın arkasında sarsıla sarsıla gidiyordu. Buraya kadar düzgün giden tahliyenin yapılış tarzından ve kendi halkının kaydettiği ilerlemeden memnundu. Şehrini geride bırakmaktan nefret ediyordu, ama en azından halkının emniyet içinde olmasını sağlayacak şekilde yeterli mesafe kat ettiklerinden, nihai hedefine doğru epey bir yol aldıklarından emindi: Kanyon’un Batı Geçidi’nden geçmek, Tartuvian kıyılarındaki gemi filolarına binmek ve Yukarı Adalar’a ulaşmak için büyük okyanusu aşmak. Halkını güvenlik içinde kalabilmesi için bundan başka bir yol olmadığını biliyordu.
Halkından binlerce insan onun etrafında yaya olarak ilerlerken, diğer binlercesi de arabalarının içinde sarsılarak gidiyor, atların nallarından çıkan ses, arabaların sürekli hareketinin sesi, insanlığın sesi Gwen’in kulaklarını dolduruyordu. Guwayne’i göğsünde tutup sallarken Gwen kendini yolculuğun monotonluğu içinde kaybolmuş gibi hissediyordu. Onun yanında Steffen ve Illepra oturuyor, bütün yolculuk boyunca ona refakat ediyorlardı.
Gwendolyn önünde uzanan yola baktı ve kendisini burası dışında başka herhangi bir yerde hayal etmeye çalıştı. Bu krallığı yeniden inşa etmek için ne kadar çok çalışmıştı ve şimdi işte burada, ondan kaçmaktaydı. McCloud istilası nedeniyle kitlesel tahliye planını uygulamaktaydı—ama daha önemlisi, bütün o eski zaman kehanetleri, Argon’un imaları, kendi rüyaları ve yaklaşan kıyamet hissi nedeniyle bunu yapmaktaydı. ‘Ya ben yanılıyorsam?’ diye geçti aklından. Ya bunun hepsi bir rüyadan, gece insana gelen kaygılardan ibaretse? Ya Halka’da her şey yolunda giderse? Ya bunun aşırı bir reaksiyon, gereksiz bir tahliye olduğu ortaya çıkarsa? Ne de olsa, halkını Halka’nın içinde Silesia gibi başka bir şehre tahliye etmesi de mümkündü. Onları bir okyanusun ötesine götürmesi gerekmiyordu.
Halka’nın tamamen ve baştan aşağı imha edildiğini öngörmemiş olsaydı. Ancak okuduğu ve duyduğu ve hissettiği her şeye göre, Halka’nın imhası çok yakındı. Tahliyenin tek yol olduğu hususunda kendi kendine güvence verdi.
Gwen ufka bakarken, Thor’un burada, yanında olmasını diledi. Thor burada olabilirdi, kendi yanında. Şimdi onun nerede olduğunu merak ederek yukarı baktı ve gökyüzünü taradı. Druidlerin Ülkesi’ni bulmuş muydu acaba? Annesini bulmuş muydu? Kendisine geri dönecek miydi?
Ve hiç evlenebilecekler miydi?
Gwen başını eğip Guwayne’in gözlerine baktı ve orada Thor’un kendisine baktığını, Thor’un gri gözlerini gördü ve oğlunu göğsüne bastırdı. Öte Dünya’da yapması gerekmiş olan fedakârlığı düşünmemeye çalıştı. Bunların hepsi gerçek olacak mıydı? Kaderleri bu kadar acımasız mı olacaktı?