Kalkan Denizi - Морган Райс 2 стр.


Luanda, Mac Gil adamlarının aniden kavgadan sıyrılıp dönerek kurtarmayı başardığı açık kapıdan koştuklarını görünce biraz olsun rahatladı.

Onlar organize olurken, Luanda ve Bronson da vakit kaybetmedi. Kapıya koştular ve Luanda başka bir McCloud’un da oraya yönelip kütüğü alarak kapıyı kilitlemeye çalıştığını görünce dehşete düştü. Bu sefer ondan önce davranacaklarını sanmıyordu.

Bu defa Bronson hamlesini yaptı, kılıcı havaya  kaldırıp öne eğildi ve fırlattı.

Kılıç McCloud’ın sırtında son bulup ona saplanana kadar havada döne döne uçtu.

Savaşçı çığlık atıp yere çöktü, Bronson kapıya koşarak tam vaktine kapıyı ardına kadar açtı.

Onlarca MacGil, açık kapıdan koşarken Luanda ve Bronson da onlara katıldı. Yavaştan salon tüm MacGil’lerden temizlendi. Bu arada McCloud’lar düşmanlarının neden geri çekildiğini hayretle izliyorlardı.

Hepsi dışarı çıktığında, Luanda kapıyı arkadan çarptı ve McCloud’ların onları takip edememeleri için kütüğü diğerleriyle birlikte kaldırıp kapıyı arkadan kilitledi.

Dışarıdaki McCloud’lar durumu fark etmeye başlayınca meşaleleri indirmeye ve bunun yerine kılıçlarıyla saldırmaya başladılar.

Fakat Bronson ve diğerleri onlara hiç fırsat vermediler.  Binanın etrafındaki McCloud’lara saldırarak, meşalelerini indirip silahlarına davranmaya çalışırlarken onları bıçaklayıp öldürmeye başladılar. McCloud’ların çoğu içerdeydi ve dışarıdaki bir kaç düzine asker, öfkeden gözlerine kan oturmuş hiddetli MacGil’ler karşısında duramazdı nitekim McCloud’lar kısa süre içinde öldürüldü.

Luanda, Bronson’la yan yana, MacGil klanı üyelerinin yanında duruyordu, hepsi nefes nefese kalmış, hayatta kaldıkları için heyecan duyuyorlardı. Hayatlarını ona borçlu olduklarını bilerek hepsi Luanda’ya saygıyla bakıyorlardı.

Orada dikilirken, içerideki McCloud’ların kapıya vurma seslerini duydular, dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. MacGil’ler ne yapacaklarından emin olamayarak yavaşça dönüp Bronson’ın liderliğine başvurdular.

“İsyanı bastırmalısın,” dedi Luanda ısrarcı olarak. “Onlara tıpkı sana davranmaya niyetlendikleri aynı gaddarlıkla muamele etmelisin.”

Bronson ona baktı, bocaladı, Luanda gözlerindeki kararsızlığı görüyordu.

“Planları işe yaramadı,” dedi. “Burada kısıldılar. Tutsak oldular. Onları tutuklayacağız.”

Luanda şiddetle kafasını salladı.

“HAYIR!” diye bağırdı.” Bu adamlar senin önderliğine başvuruyorlar. Bu dünyanın en barbar yeri. Kraliyet Sarayı’nda değiliz. Burası gaddarlıkla yönetilen bir yer. Gaddarlık saygıyı talep eder. İçerideki adamlar hayatta bırakılamaz. Bir örnek teşkil etmeliler!”

Bronson tereddüt etti, dehşete düşmüştü.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu. "Diri diri yakalım mı yani? Bize gösterdikleri barbarlığa karşılık aynı muamelede mi bulunalım?"

Luanda dişlerini sıktı.

"Eğer bunu yapmazsan, şunu iyi bil ki gün gelecek seni öldürecekler."

MacGil klanı üyeleri etraflarında toplandı, bu tartışmaya şahitlik ediyorlardı. Luanda orada kaskatı duruyor, öfkesinden kuduruyordu. Bronson'ı seviyordu– ne de olsa hayatını kurtarmıştı. Fakat yine de bu kadar zayıf ve saf olabildiği için ondan nefret ediyordu.

Luanda'nın, erkek yöneticilerden ve verdikleri kötü kararlardan sıdkı sıyrılmıştı. Yönetime kendi geçmek için yanıp tutuşuyordu, bu işi hepsinden daha iyi kotaracağını biliyordu. Bazen bir erkeğin dünyasını bir kadının yönetmesi gerektiğinin farkındaydı.

Luanda tüm hayatı boyunca sürgün edilmiş ve küçük görülmüştü, artık kenarda oturamayacağını hissediyordu. Ne de olsa bu adamların şu an hayatta olması onun sayesindeydi. Bir de Kral'ın kızıydı– ilk çocuktu, azı değil.

Bronson orada durmuş, Luanda'ya bakıyor ve bocalıyordu. Luanda, eyleme geçmeyeceğini anladı.

Buna daha fazla dayanmayacaktı. Öfke içinde bağırıp öne atılarak hizmetlilerden birinin elindeki meşaleyi aldı, buz kesilen adamların sessiz bakışları altında, önlerine geçerek meşaleyi havaya kaldırıp fırlattı.

Meşale geceyi aydınlatarak havada döne döne uçtu ve şenlik salonunun samandan çatısının üstüne düştü.

Alevler yayılmaya başlarken Luanda bu sahneyi zevkle izledi.

MacGil'ler tezahüratlarla etrafını çevreleyip bu hareketi aynen tekrarladılar. Hepsi meşaleleri alıp fırlatınca kısa süre sonra ateş harlandı, Luanda geceyi aydınlatan alevlerin ısısını yüzünde hissediyordu. Bir an sonra salon bu büyük yangınla tutuşmuştu.

İçeride hapsolan McCloud'ların çığlıkları geceyi yırttı, Bronson geri çekilirken Luanda soğuk, katı ve merhametsiz bir halde elleri belinde duruyor, her birinin ölümünden zevk alıyordu.

Şaşkınlıktan ağzını bir türlü kapayamayan Bronson'a döndü.

"İşte," dedi küstahça, "yönetmek budur."

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Reece, Stara'yla beraber omuz omuza yürüyordu, elleri salınarak birbirine değiyor ama henüz el ele tutuşmuyorlardı. Dağ yamacının yükseklerinde renk patlaması yaşayan, Yukarı Adalar manzarasına hakim, göz alabildiğine uzanan çiçek tarlaları arasında yürüdüler. Sessizlerdi, Reece çelişen duygu seli altında boğuluyordu, ne söyleyeceğini bilemiyordu.

Reece, dağ gölünde Stara'ya gözlerinin kilitlendiği o kader anını düşündü. Onunla yalnız geçireceği bir zamana ihtiyaç duyduğu için mahiyetini göndermişti. Özellikle geçmişlerini bilen Matus onları baş başa bırakmakta gönülsüzdü ama Reece ısrar etmişti. Stara, Reece'i bir mıknatıs gibi çekiyordu ve Reece etraflarında başka kimse olsun istemedi. Onsuz geçen zamanı telafi etmeye, onunla konuşmaya, kendinde mevcut aşk bakışlarının neden onda da olduğunu anlamaya ihtiyacı vardı. Bunların hepsinin gerçek olup olmadığını ve sonlarının ne olacağını öğrenmek istiyordu.

Yürürken Reece'in kalbi çarpıyordu, nereden başlayacağından, sonraki adımından emin olamıyordu. Mantıklı tarafı ona bağırıyor, dönerek uzaklaşmasını ve Stara'dan mümkün olabildiğince uzağa kaçmasını, ana karaya yol ana bir sonraki gemiye atlayarak onu bir daha asla düşünmemesi gerektiğini söylüyordu. Evine, sadakatle onu bekleyen müstakbel karısına dönmesini söylüyordu. Ne de olsa Selese onu seviyordu, o da Selese'i. Evlenmelerine sadece bir kaç gün kalmıştı.

Reece bunun yapılabilecek en akılcı şey olduğunu biliyordu. Yapılacak en doğru şeydi.

Ne var ki, mantıklı tarafı, boyun eğmeyi reddeden duyguları  ve kontrol edemediği tutkuları tarafından boğuluyordu. Stara'nın yanında kalmaya, bu tarlalarda onunla beraber yürümeye onu zorlayan bu tutkularıydı. Kendisinde, hiç anlayamadığı, onu hayatı boyunca yönlendirip dürtüsel davranışlarda bulunmasına ve kalbinin sesini dinlemesine neden olan kontrol edemediği bir taraftı. Her zaman en iyi kararları aldırdığı söylenemezdi ama Reece, içindeki bu güçlü, tutkulu özelliği her zaman kontrol edemiyordu.

Reece, Stara'nın yanında yürürken, onun da aynı şeyleri hissedip hissetmediğini merak etti. Yürürken elinin tersi Reece'inkine değiyordu ve dudaklarının ucunda hafif bir gülümsemenin olduğunu  fark edebildiğini düşünüyordu. Fakat onu anlamak her zaman olduğu gibi şimdi de zordu. Onunla çocukken karşılaştığı ilk zamanda, çarpıldığını, kıpırdayamadığını ve sonraki günlerde ondan başka hiç bir şey düşünemez hale geldiğini hatırladı. Yarı saydam gözlerinde, gururlu ve asil duruşunda, Reece'e bir kurt gibi bakarak onu hipnotize eden bakışlarında bir şeyler vardı.

Çocukken, kuzenler arasındaki ilişkilerin yasak olduğunu biliyorlardı. Bu onları hiç korkutmamıştı. Aralarında çok güçlü, tüm dünya ne düşünürse düşünsün onları birbirlerine çeken bir şey vardı. Çocukken birlikte oynarlardı, hemencecik en iyi arkadaş olmuşlardı. Karşılaştıkları andan itibaren diğer kuzenlerin ve arkadaşların yerine birbirleriyle vakit geçirmeye başlamışlardı. Yukarı Adalar'ı ziyaret ettiklerinde Reece kendini uyanık olduğu her anı onunla geçirirken buluyordu. O da gemi kıyılarına yanaşana kadar art arda günler boyunca Reece'i kıyıda bekliyor ve hemen yanına koşuyordu.

Başlangıçta sadece arkadaşlardı. Fakat büyüdüklerinde, yıldızların altındaki bir kader gecesinde her şey değişti. Yasak olmasına rağmen arkadaşlıkları ikisinin de karşı koyamadığı kendilerinden bile büyük bir şeye dönüştü.

Reece, Adalar'ı onun hayalini kurarak terk  ederdi, neredeyse depresyon sınırında gezinir, aylarca uykusuz geceler geçirirdi. Her gece yatağında onun yüzünü görür ve aralarında okyanusun ve aile yasalarının olmamasını dilerdi.

Onun da aynı şekilde hissettiğini bilirdi; ondan bir kartal ordusunun kanatlarıyla taşınan sayısız mektup almıştı, hepsi ona karşı hissettiği aşkı anlatıyordu. Onun kadar aşikar anlatmasa da , o da mektuplara cevap verdi.

MacGil aileleri arasında yaşanan ihtilafın meydana geldiği gün Reece'in hayatının en kötü günüydü. Tirus'un, Reece'in babası için planladığı ve  en büyük oğlunun, aynı zehirle zehirlenerek öldüğü gündü. Yine de Tirus, Kral MacGil'i suçlamıştı. Ayrılık başlamıştı ve o gün Reece'in -ve Stara'nın- kalplerinin içlerinde öldüğü gün olmuştu. Babası çok güçlü karakterliydi, Stara'nınki de. Her ikisi de diğer MacGil'lerle iletişim kurmalarını yasaklamıştı. Bir daha oraya hiç gitmediler . Reece, geceler boyu acı içinde, Stara'yı yeniden nasıl görebileceğini merak ederek bunun hayalini kurardı. Mektuplarından onun da aynı hislerde olduğunu biliyordu.

Bir gün mektuplar sona erdi. Bunlara bir şekilde engel olunduğundan şüphe etti ama asla tam olarak emin olamadı. Onun mektuplarının da ona bir daha ulaşmadığından şüpheleniyordu. Zaman içinde, devam etmesi zorlaştı ve onunla ilgili düşüncelerini kalbinden çıkarmayı, zihninden kovuşturmayı öğrenmeye karar verdi. Stara'nın yüzü en garip zamanlarda yeniden karşına çıkardı ve ona ne olduğunu düşünmeden edemezdi. O da hala Reece'i düşünüyor muydu? Bir başkasıyla evlenmiş olabilir miydi?

Şimdi, bugün onu yeniden gördüğü için tüm bu anılar tekrar kafasına dolmuştu. Kalbinde yanan duyguların hala ne kadar taze olduğunu, sanki hiç ayrılmamışlar gibi hissettiğini fark etti. Stara, artık daha yaşlı, daha olgun ve hatta genç haline göre çok daha güzel bir kadındı. Reece, bakışlarındaki aşkı fark etti. Onun için duyduğu aşkın Stara'da karşılık bulduğunu anlayınca Reece yeniden doğmuş gibi hissetti.

Reece, Selese'i düşünmek istedi. Bunu ona borçluydu. Deniyordu ama başarmak imkansızdı.

Reece dağların yamacında Stara'yla beraber yürüyordu, ikisi de sus pustu, ne söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Kaybolan tüm o yılların boşluğunu doldurmak için insan nereden başlayabilirdi ki?

Stara nihayet, "Yakında evleneceğini duydum," dedi, sessizliği bozarak.

Reece, karnında bir ağrı hissetti. Selese'le evlenme fikri her zaman aşka ve heyecana dair bir duygu seline sebep olurdu fakat bunu Stara'nın dile getirmesiyle mahvolmuş hissetti, sanki ona ihanet etmişti.

"Üzgünüm," diye cevap verdi Reece.

Başka ne söyleyeceğini bilemedi. Aslında söylemek istediği: Onu sevmiyorum. Bunun bir hata olduğunu şimdi görüyorum. Her şeyi değiştirmek ve yerine seninle evlenmek istiyorum sözleriydi.

Fakat Selese'i seviyordu. Bunu itiraf etmesi gerekirdi. Farklı bir çeşit aşktı, belki Stara'ya karşı hissettiği kadar yoğun değildi. Reece'in aklı karışmıştı. Ne düşündüğünü  veya ne hissettiğini bilmiyordu. Hangi aşk daha güçlüydü? Söz konusu aşk olunca bir derece mevzu bahis olabilir miydi? Birini sevdiğinde, ne olursa olsun onu sevdiğin anlamı çıkmaz mıydı? Bir aşk diğerine göre nasıl daha güçlü olabilirdi?

"Onu seviyor musun?" diye sordu Stara.

Reece derin bir nefes aldı, duygusal bir fırtınaya tutulmuş gibiydi, nasıl cevap vereceğini hiç bilmiyordu. Bir süre yürüdüler, tam anlamıyla cevap verebilmek için kafasını topluyordu.

"Evet," diye kederle cevap verdi. "Yalan söyleyemem."

Reece durdu ve Stara'nın elini ilk kez tuttu.

Stara durdu ve yüzünü ona döndü.

"Ama seni de seviyorum," diye ekledi Reece.

Stara'nın gözlerinin umutla dolduğunu gördü.

"Beni daha mı çok seviyorsun?" diye sordu, yumuşak sesi umut doluydu.

Reece çok düşündü.

"Seni tüm hayatım boyunca sevdim," dedi nihayet. "Aşkın bildiğim tek yüzü sensin. Sen aşkın benim için anlamısın. Selese'i seviyorum. Ama seninleyken.. sanki benim bir parçam olduğunu hissediyorum. Sanki kendimden bir parça. Sanki onsuz yaşayamam gibi."

Stara gülümsedi. Elini tuttu ve yan yana yürümeye devam ettiler. Stara salınarak yürürken, yüzünde hafiften bir gülümseme vardı.

Gözlerini kaçırarak, "Kim bilir kaç gecemi seni özleyerek geçirdim," diye itiraf etti. "Sözlerim, kartalların kanatlarıyla taşındı – fakat nihayetinde babam hepsini yok etti. Aralarındaki anlaşmazlıktan sonra sana ulaşamadım. Ana karaya gitmek için bir kaç defa gemiyle kaçmaya çalışsam da yakalandım."

Reece tüm bunları duyduğu için kahroluyordu. Hiç bir fikri yoktu. İhtilaftan sonra hep Stara'nın onun hakkında ne hissettiğini merak etmişti. Bunu duyduktan sonra ise ona karşı hissettiği çekim her zamankinden fazlaydı. Artık bu şekilde hissedenin sadece kendisi olmadığını biliyordu. Eskisi kadar aklını kaçırmış hissetmedi. Aralarındaki bu şey aslında gerçekti.

"Ben de senin hayalini kurmayı hiç bırakmadım," diye cevap verdi Reece.

Nihayet dağın yamacının en üst noktasına ulaştılar, durup yan yana durdular, Yukarı Adalar'a ikisi birden tepeden bakıyordu. Bu noktadan, sonsuzluğu görebiliyorlardı; adanın okyanusa bağlantısını, üstündeki sisi, aşağıda çarpan dalgaları ve Gwendolyn'in kayalık kıyılarda sıralanmış yüzlerce gemisini izlediler.

Çok uzun süre, el ele tutuşup anın tadına vararak sessizce durdular. Birlikte olmanın, bunca yıldır onları birbirinden ayıran tüm insanlardan ve hayatın getirdiklerinden sonra nihayet birlikte olmanın tadını çıkardılar.

"Sonunda, burada ve bir aradayız– fakat işe bak ki artık neredeyse başka birine bağlısın, düğününe günler var. Öyle görünüyor ki aramıza hep bir engel girmesi kaderin bir cilvesi."

"Fakat yine de bugün buradayım," diye cevapladı Reece. "Belki kader bize bir şey anlatmaya çalışıyordur."

Stara, Reece'in elini sıkıca tuttu, Reece de aynını yaptı. Karşıya bakarlarken Reece'in kalbi çarpıyordu, tüm hayatı boyunca aklının bu kadar karıştığını hissetmemişti. Bunların hepsi kader miydi? Burada Stara'ya rastlaması, düğününden önce onu görmesi, tüm bunlar bir başkasıyla evlenerek hata yapmasını engellemek için miydi? Tüm bu yıllardan sonra kader onları her şeye rağmen bir araya getirmeye mi çalışıyordu?

Reece, böyle olduğunu hissetmekten kendini alıkoyamıyordu. Ona rastlamasının kaderin bir cilvesi olduğunu, belki de düğününden önce ona son bir şans verildiğini hissediyordu.

"Kaderin bir araya getirdiğini, hiç bir insan bozamaz," dedi Stara.

Stara, Reece'in gözlerine bakıp onu hipnotize ederken sözleri Reece'in içine işledi

"Hayatımızda olan biten çok sayıda şey bizi birbirimizden ayrı düşürdü," dedi Stara. "Klanlarımız. Vatanlarımız. Okyanus. Zaman. Fakat hiç bir şey bizi birbirimizden uzak tutmayı başaramadı. Bunca yıl geçmesine rağmen aşkımız aynı güçle yerinde duruyor. Evlenmeden önce bana rastlaman bir tesadüf mü? Kader bize bir şey anlatıyor. Çok geç değil."

Reece ona baktı, kalbi hızla çarpıyordu. Stara ona baktı, yarı saydam gözleri yukarıdaki göğü ve aşağıdaki okyanusu yansıtıyor, ona karşı yoğun bir aşk taşıyordu. Hiç olmadığı kadar aklı karışmıştı, doğru düzgün düşünemiyordu.

"Belki de düğünü iptal etmeliyim," dedi.

"Bunun kararını ben veremem," diye cevapladı. "Kalbinin sesini sen bulmalısın."

Назад Дальше