“Şimdi!” diye bağırdı Erec.
Hızla koşmaya başlayınca, diğerleri de hep birlikte harekete geçip öne atıldılar ve muhafızlara varana dek durmadılar. Koşarlarken muhafızlardan bazıları güvertede zeminin gıcırdadığını fark ettiler ve hızla arkalarına dönüp kılıçlarını çektiler.
Ama Erec ve diğerleri azılı savaşçılardı, hayatta kalabilmek için ellerindeki tek şansı kullanmak, düşman muhafızlarını yenmek ve karanlıkta hızla ilerlemek istiyorlardı. Strom adamlardan birinin üstüne atladı ve kılıcını savurmasına izin vermeden bileğinden tuttu; Erec de adamın beline uzanıp hançerini kaptı ve Strom kılıcını alırken adamın boğazını kesti. Aralarındaki farklılıklara rağmen, iki kardeş birlikte her zamanki gibi uyum içinde çalışıp birlikte savaşıyorlardı.
Erec’in adamları muhafızların tüm silahlarını aldılar, onları kendi kılıçlarıyla ve hançerleriyle öldürdüler. Diğer adamlar fazla ağır davranan muhafızların üstüne atlayıp onları çığlıklar arasında aşağı atıp dalgalara yolladı.
Erec diğer gemilerine bakınca, adamlarının hepsinin dört bir yanda düşman muhafızlarını öldürmeye başladığını gördü.
“Çıpaları kesin!” diye bağırdı.
Adamları tüm gemileri sabit tutan çıpaların iplerini kestiler ve çok geçmeden, Erec ayaklarının altında gemisinin o tanıdık kıpırtısını hissetti. En sonunda, serbest kalmışlardı.
Borazanlar öttü, bağırışlar duyuldu ve daha büyük olan İmparatorluk filosu neler olduğunu fark edene tek meşaleler yakıldı. Erec dönüp açık denize çıkmalarını engelleyen gemilere baktı ve hayatının savaşıyla karşı karşıya olduğunu anladı.
Ama artık umurunda değildi. Adamları hayattaydı. Özgürlerdi. Artık bir şansları vardı.
Bu sefer, gerçekten de savaşarak öleceklerdi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Darius suratının her yerine kan sıçradığını hissetti ve bir düzine kadar adamının siyah renkli kocaman bir atın sırtındaki bir İmparatorluk askeri tarafından öldürüldüğünü gördü. Asker Darius’un hayatında hiç görmediği kadar büyük bir kılıcı savurdu ve tek bir harekette on iki adamın birden kafasını uçurdu.
Darius dört bir yanından çığlık sesleri duydu. Adamları her yönde katlediliyordu. İnanılmaz bir manzaraydı. Düşman askerleri müthiş darbeler savuruyor, düzinelerce adamını, sonra da yüzlercesini öldürüyordu… En sonunda, ölenlerin sayısı binleri buldu.
Darius aniden kendisini bir heykel tabanlığının üstünde buldu ve etrafına bakınınca zeminin gözünün alabildiğince cesetlerle kaplı olduğunu gördü. Halkının tamamı Volusia’nın duvarlarının arasında ölüp istiflenmişti. Kimse kalmamıştı. Tek bir kişi bile sağ değildi.
Darius acıyla ve çaresizlikle haykırırken, İmparatorluk askerlerinin onu arkasından tuttuğunu hissetti ve çığlıklar arasında dünyası karardı.
Sonra, aniden uyandı, nefes nefese soluklanmaya çalıştı. Neler olduğunu, neyin gerçek neyin bir rüya olduğunu anlayabilmek için etrafına bakındı. Zincir hışırtıları duydu ve gözleri karanlığa alışınca sesin nereden geldiğini anlamaya başladı. Ayak bileklerinin etrafında kalın zincirler olduğunu gördü. Bedeninin her yanında ağrılar ve sızılar, yeni açılmış yaraların cayır cayır yandığını hissetti ve her tarafının yaralarla ve kurumuş kanla kaplı olduğunu fark etti. Her hareketi canını bakıyordu ve bir milyon asker tarafından darbe yemiş gibiydi. Bir gözü o kadar şişmişti ki kapanmak üzereydi.
Darius ağır ağır dönüp etrafına bakındı. Bir yandan, tüm bunların bir rüya olduğuna rahatlamıştı… Ama etrafını inceledikçe yavaş yavaş olanları hatırladı ve acı hissi geri geldi. Bir rüya görmüştü, ama bir yandan da her şey son derece gerçekti. Volusia kapılarının ardında İmparatorluğa karşı verdiği savaş yavaş yavaş gözlerinin önüne gelmeye başladı. Nasıl tuzağa düştüklerini, kapıların kapandığını ve birliklerin onları kuşattığını… Adamlarının hepsinin nasıl öldüğünü hatırladı. İhaneti hatırladı.
Her şeyi hatırlayabilmek için kendisini zorladı ve hatırladığı son şey birkaç İmparatorluk askerini öldürdükten sonra bir baltanın kör tarafının başına indiği oldu.
Darius zincirlerini çınlata çınlata elini başına götürdü ve ta gözündeki şişliğe kadar inen kocaman bir şişlik hissetti. Rüya görmediğini anladı. Bu da gerçekti.
Darius her şeyi hatırlarken, hissettiği tüm acı ve pişmanlık geri geldi. Adamları, sevdiği herkes ölmüştü. Hem de onun yüzünden.
Loş ışıkta çılgınlar gibi etrafına bakındı, adamlarını ve hayatta kalanları görmeye çalıştı. Belki de birçoğu hayattaydı ve tıpkı onun gibi tutsak alınmıştı.
“Yürü!” dedi birisi karanlıkta sert bir sesle.
Darius iri ellerin onu kollarının altından tutup ayağa kaldırdığını ve bir çizmenin beline indiğini hissetti.
Acıyla inleyip öne doğru tökezlerken zincirleri şangırdadı; önündeki bir çocuğun üstüne doğru uçtuğunu hissetti. Çocuk arkasına uzanıp Darius’un suratına dirsek attı ve onu geriye doğru sendeletti.
“Sakın bana bir daha dokunma,” diye hırladı çocuk.
Darius gibi zincirlere vurulmuş çaresizlik içine ona bakan çocuğu görünce, Darius onun uzun bir sıra oluşturan başka çocuklara zincirlerle bağlı olduğunu fark etti; çocuklar iki yönde bir sıra oluşturuyordu ve ayak ve kol bileklerinden birbirlerine kalın zincirlerle bağlıydı. Hep birlikte loş ve taş bir tünelde bir yere götürülüyorlardı. İmparatorluk ustabaşları onları yürütmek için tekmeler ve dirsekler atıyorlardı.
Darius elinden geldiğince dikkatle onlara baktı, ama aralarında tanıdığı kimse yoktu.
“Darius!” diye fısıldadı birisi telaşla. “Sakın tekrar yere düşme! Seni öldürürler!”
Darius bu tanıdık sesi duyunca kalbi duracak gibi oldu; sesin geldiği yöne bakınca, birkaç adam ardında eski arkadaşları Desmond, Raj, Kaz ve Luzi’yi gördü; hepsi birbirine zincirlenmişti ve en az onun kadar kötü dayak yemiş gibi gözüküyorlardı. Arkadaşlarının onun hayatta olduğunu gördüklerinde ne kadar rahatladıkları belliydi.
“Bir daha konuşursan, dilini koparırım,” dedi ustabaşlarından biri hışımla Raj’a.
Darius arkadaşlarını gördüğüne rahatlamıştı rahatlamasına ama bir yandan da onunla birlikte savaşan ve hizmet eden, Volusia sokaklarına peşinden gelen tüm diğer adamlara ne olduğunu merak etti.
Ustabaşı sıranın arka taraflarına doğru ilerleyip gözden kaybolunca, Darius başını çevirip fısıldadı.
“Diğerlerine ne oldu? Başka kimse hayatta kaldı mı?”
İçinden yüzlercesinin hayatta kalmış olmasını, bir yerde belki tutsak olarak kaldıklarını umdu.
“Hayır,” dedi arkalarından birisi kararlılıkla. “Bir tek biz varız. Herkes öldü.”
Darius böğrüne bir tekme yemiş gibi hissetti. Herkesi yarı yolda bırakmıştı. Gözünden aniden bir damla yaş süzüldü.
İçinden hüngür hüngür ağlamak geçiyordu. Bir yanı ölmek istiyordu. Tüm o köle köylerinden gelen o savaşçıların öldüğüne inanamıyordu… Gelmiş geçmiş en büyük isyanı, İmparatorluğu sonsuza dek değiştirecek isyanı başlatmışlardı.
Ama her şey bir soykırımla sona ermişti.
Artık özgür kalma şansları yok olmuştu.
Darius derisine batan demir prangalar yüzünden açılmış yaraları ve çürükleri sızlarken acı içinde yürümeye devam etti ve etrafına bakınıp nerede olduğunu merak etti. Diğer tutsakların tüm olduğunu, hep birlikte nereye götürüldüklerini düşündü. Onlara bakarken, diğerlerinin de yaşıtları olduğunu ve inanılmaz derecede sağlıklı göründüklerini fark etti. Sanki tüm bu gençler savaşçıydı.
Karanlık taş tünelde bir köşeyi döndüler ve birden karşılarına tünelin ucundaki demir parmaklıkların arasından parlak günışığı çıktı. Darius ilerlemesi için sertçe itildi ve bir sopayla kaburgalarından dürtüldü; parmaklıklar açılana dek diğerleriyle birlikte o yana itildi ve son bir tekmeyle kendisini dışarıda buldu.
Diğer gençlerle birlikte tökezleyip onlarla toprak zemine düştü. Ağzına dolan toprakları tükürdü ve kendisini sert günışığından korumak için ellerini kaldırdı. Diğerleri de üstüne yuvarlanınca, hepsinin prangaları birbirine dolandı.
“Ayağa!” diye bağırdı bir ustabaşı.
Gençlerin yanına teker teker gidip onları sopalarla dürtüklediler; en sonunda, Darius diğerleriyle birlikte apar topar ayağa kalktı. Ona zincirlenmiş olan diğer çocuklar dengelerini kurmaya çalışırken sendeledi.
Ayağa kalktılar ve çapı yaklaşık on beş metre olan daire biçimindeki toprak zeminli bir avlunun ortasında dikildiler. Avlunun etrafı yüksek taş duvarlarla çevriliydi ve açıklıkları parmaklıklarla örtülüydü. Avlunun ortasında kaşlarını çatmış olanlara dik dik bakan bir İmparatorluk ustabaşı duruyordu. Diğerlerinin komutanı olduğu belliydi. Çok iyi yarıydı, diğerlerinden daha uzundu ve sarı boynuzları ve teni, parlak kırmızı gözleri vardı. Belinden yukarı çıplak olduğundan, iri kasları gözler önüne serilmişti. Bacakları siyah renkli bir zırhla kaplıydı, ayaklarında çizmeler vardı ve kol bileklerine üstü çivili deri kayışlar takmıştı. Üst düzey bir İmparatorluk ordu görevlisinin nişanlarını da takmıştı. Ortada volta atıyor, pis pis çocuklara bakıyordu.
“Ben, Moog,” dedi meşum ve otoriter bir ses tonuyla. “Bana efendim diye hitap edeceksiniz. Ben yeni gardiyanınızım. Artık tüm hayatınız benim.”
Volta atarken nefes alıp veriş sesleri daha çok bir hırıltı gibi çıkıyordu.
“Yeni evinize hoş geldiniz,” diye devam etti. “Gerçi burası geçici yuvanız. Çünkü ay tepeye yükselmeden önce hepiniz ölmüş olacaksınız. Aslında, hepiniz öldüğünü izlemek benim için büyük bir zevk olacak.”
Gülümsedi.
“Ama burada olduğunuz müddetçe hayatta kalacaksınız. Beni memnun etmek için yaşayacaksınız. Başkalarını memnun etmek için. İmparatorluğu memnun etmek için. Artık sizler eğlence araçlarısınız. Bize gösteri yapıp eğlendirecek kişilersiniz. Dahası, bizler öldüğünü görüp keyifleniriz. Bunu iyi yapacaksınız.”
Gaddarca bir gülümsemeyle onlara bakarak volta atmaya devam etti. Uzaktan müthiş bir çığlık sesi geldi ve Darius’un ayaklarının altındaki zemin zangırdadı. Kana susamış yüz bin düşmanın haykırışı gibiydi.
“Bu çığlığı duyuyor musunuz? Bu, ölüm çığlığı. Akan susamışlık. Orada, şu duvarların ardında kocaman bir arena var. Arenada başkalarıyla ve kendinizle savaşacaksınız. Ta ki tek biriniz bile sağ kalmayana dek devam edeceksiniz.”
İç çekti.
“Üç rauntluk bir savaş olacak. Son rauntta sağ kalanınız olursa, size özgürlüğünüz bahşedilecek, tüm zamanların en iyi arenasında savaşma şansı verilecek. Ama sakın umutlanmayın. Bugüne dek kimse orada savaşacak kadar uzun süre hayatta kalmadı.
“Çabuk ölmeyeceksiniz. Bundan emin olmak için buradayım. Ağır ağır ölmenizi istiyorum. Bizleri eğlendirmenizi istiyorum. Savaşmayı ve iyi savaşmayı öğrenip aldığımız keyfi uzatacaksınız. Çünkü artık sizler insan değilsiniz. Köle de değilsiniz. Kölelerden de alt sınıfsınız: Artık gladyatörlersiniz. Yeni ve son rolünüze hoş geldiniz. Uzun sürmeyecek.”
BEŞİNCİ BÖLÜM
Volusia ardında yüz binlerce adamıyla çölde ilerliyor, adamlarının çizmelerinin sesleri etrafta yankılanıyordu. Bu ses kulaklarına çok tatlı geliyordu; ona bir ilerleme ve zafer sesini andırıyordu. İlerlerken etrafına bakınıyor, ufku kaplayan, İmparatorluk başkentinin etrafındaki kuru ve sert kumlara saçılmış cesetleri gördükçe tatmin oluyordu. Binlerce kıpırtısız, sırt üstü yere saçılmış, devasa bir dalgayla dümdüz olmuş gibi acı içinde göğe bakan ceset vardı.
Volusia onları öldüren şeyin devasa bir dalga olmadığını biliyordu. Voks denen büyücüleri bu katliamdan sorumluydu. Çok güçlü bir büyü yapmış, onu tuzağa düşürüp öldürebileceğini düşündükleri herkesi öldürmüşlerdi.
Volusia başardığı işi izlerken, o zafer gününün keyfini çıkarırken ve onu öldürmek isteyenleri bir kez daha alt ettiğinin yarattığı zevkle yürürken sırıttı. Bu cesetlerin hepsi İmparatorluk liderlerine, yüce savaşçılara, hayatlarında bir kere bile yenilmemiş ve başkentle arasında olan tek şey olan kişilere aitti. Artık tüm bu İmparatorluk liderleri, Volusia’ya karşı çıkmaya cüret etmiş ve ondan daha zeki olduğunu sanan adamlar ölmüştü.
Volusia aralarında ilerlerken, kâh cesetlerin yanından dolanıyor, kâh üstlerinden geçiyordu. Bazen de canı istediği için üstlerine basıyordu. Düşmanlarının etlerini çizmelerinin altında hissetmekten büyük bir zevk alıyordu. Kendisini yine bir çocuk gibi hissediyordu.
Volusia başını kaldırdı ve ilerideki başkenti, ufukta parıldayan kocaman altın renkli kubbesini, etrafını çevreleyen otuz metrelik yüksek duvarları, göklere kadar yükselen kemerli altın kapılarının bulunduğu girişini gördü ve kaderinin onu getirdiği yerin heyecanına kapıldı. Artık kendisiyle nihai güç kaynağının arasında hiçbir engel kalmamıştı. Artık İmparatorluğu yönetmek için onu engelleyebilecek politikacılar, liderler veya komutanlar yoktu. Tam üç ay boyunca peş peşe kocaman ordusuyla ele geçirdiği şehirlerle yaptığı uzun yolculuğun sonunda, oraya varabilmişti. Sadece o duvarların, o parıldayan altın kapıların ardında fethedeceği son yer duruyordu. Çok geçmeden, içeride olacaktı, tahtı ele geçirecekti ve bunu yaptığında artık onu durdurabilecek hiçbir şey ya da hiç kimse olmayacaktı. İmparatorluğun tüm ordularını, tüm eyaletlerini ve bölgelerini, dört boynuzu ve iki kuleyi ve son olarak da onu, yani bir insanı en yüce komutanı olarak seçecek İmparatorluğun tüm yaratıklarını ele geçirecekti.
Dahası, ona Tanrıça diye hitap etmek zorunda kalacaklardı.
Bunu düşününce gülümsedi. Her şehirde, her güç merkezinde heykellerini diktirecek, kendi ismini taşıyan kutlama günleri düzenleyecek, insanların birbirlerini onun ismini söyleyerek selamlamasını sağlayacaktı. İmparatorluk çok geçmende ondan başkasının ismini bilmeyecekti.
Volusia sabahın erken saatlerinde güneşlerin altında ordusunun başında yürürken o altın kapılara baktı ve bunun hayatının en muhteşem anlarından biri olacağını fark etti. Adamlarının önünde yürürken kendisini yenilmez hissediyordu… Özellikle de birliklerindeki o hainler öldüğü için. Onun sırf genç olduğu için saf olduğunu, tuzaklarına düşeceğini düşündükleri içi ne büyük aptallık etmişlerdi. Sanki onların yaşça büyük olması bir işe yaramıştı… Hepsi ölmüştü. Sadece genç yaşta ölmüşlerdi. Onun zekâsını, onlarınkinden çok daha büyük olan zekâsını hafife aldıkları için vakitsizce ölmüşlerdi.
Yine de, Volusia yola devam ederken ve çöldeki İmparatorluk askerlerinin cesetlerine bakarken giderek endişelenmeye başladı. Etrafta olması gerektiği kadar da ceset olmadığını fark etti. Olsa olsa birkaç bin ceset vardı. Düşündüğü gibi yüz binlerce cesetle, İmparatorluğun esas ordusunun askerlerinin cesetleriyle karşılaşmamıştı. Yoksa o liderler askerlerinin tamamıyla savaşmamışlar mıydı? Savaşmamışlarsa nerede olabilirlerdi?