Düşünmeye başladı: Liderleri ölen İmparatorluk başkenti hala kendisini savunacak güçte olabilir miydi?
Volusia şehir kapılarına yaklaşırken, Vokin’den öne çıkmasını ve ordusunun durmasını işaret etti.
Adamlar teker teker arında durdular ve en sonunda sabahın o erken saatlerinde çölde bir sessizlik oldu. Etrafta sadece rüzgârın uğultusu, havaya kalkan tozların ve uçuşan dikenli çalılıkların sesi duyuluyordu. Volusia devasa mühürlü kapılara, üslü desenlerle, işaretlerle, sembollerle kaplı, İmparatorluk diyarlarında yapılan eski savaşçıların öykülerini anlatan altından girişe baktı. Bu kapılar tüm imparatorlukta dillere destandı; süslenmelerinin yüz sene sürdüğü ve kalınlıklarının dört metre olduğu konuşulurdu. Tüm İmparatorluk diyarlarının gücü temsil eden bir işaretti.
Kapılardan sadece on beş metre kadar ötede olan Volusia daha önceden başkentin girişine hiç o denli yaklaşmamıştı ve hayranlıkla kapılara ve temsil ettikleri şeylere bakıyordu. Bu kapılar sadece bir güç ve istikrar sembolü değil, aynı zamanda bir baş şaheser ve çok eski zamanlardan kalma bir sanat eseriydi. İçinden elini uzatıp o altın kapılara dokunmak, üstlerine oyulmuş imgelerin üstünde gezdirmek geçti.
Ama bunun doğru zaman olmadığını biliyordu. Kapıları incelerken içini kötü bir his kaplamaya başladı. Bir terslik vardı. Kapılarda hiç muhafız yoktu. Dahası, her yer fazla sessizdi.
Volusia başını kaldırıp duvarlın üstüne bakınca, siperlerde binlerce İmparatorluk askeri olduğunu gördü; adamlar siperlere dizliyor, oklarını ve mızraklarını hazırlamış onlara bakıyorlardı.
Aralarında da aşağıya bakan bir İmparatorluk generali duruyordu.
“Bu kadar yaklaşmakla aptallık ettiniz,” diye seslendi adam. Kükremeyi andıran sesi her yerde yankılandı. “Yayların ve mızrakların menzilinde duruyorsunuz. Parmağımı hafifçe oynatmam anıdan ölmeniz için yeterli.
“Ama size merhamet eyleyeceğim. Ordunuza silahlarını indirmesini söyleyin, ben de hayatınızı almayayım.”
Volusia suratı güneşin parlaklığından görünmeyen generale baktı; başkenti korumak için geriye kalan tek komutan oydu. Sonra, siperlerdeki adamlarına, yaylarını onlara çevirmiş aşağıya bakan adamlarına baktı. Adamın dediği şeyi yapacağını biliyordu.
“Sizin ordunuzun silahlarını indirmesi için bir şans vereceğim,” diye seslendi. “Sonra, adamlarınızın hepsini öldürüp bu şehri dümdüz edeceğim.”
General pis pis güldü ve Volusia onun ve adamlarının hepsinin yüz zırhlarını indirip savaşmaya hazırlandıklarını gördü.
Volusia bir anda şimşek gibi bin mızrağın ve bin okun fırlatıldığını duydu ve başını kaldırdığında, göğün dosdoğru üstüne gelmekte olan bu silahlarla kararıp kaplandığını gördü.
Hiç korkmadan ve kılını dahi kıpırdatmadan orada durdu. Bu silahların hiçbirinin ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Ne de olsa, kendisi bir tanrıçaydı.
Yanında olan Vok yeşil renkli tek avucunu açtı, elinden yeşil bir küre fırladı ve Volusia’nın başından birkaç adım aşağıda yeşil ışıklı bir kalkan oluşturup karşısında durdu. Bir saniye sonra, mızraklar ve oklar Volusia’ya hiç zarar vermeden yanına düştü ve kocaman bir öbek oluşturdu.
“Silahlarınızı bırakmanız için son bir şans daha veriyorum!” diye seslendi.
İmparatorluk generali öfkelendiği her halinden belli bir biçimde sert bir ifadeyle orada durdu ve seçeneklerini düşünmeye koyuldu, ama ona yanıt vermedi. Adamlarına bir işaret daha verince, Volusia bir kez daha saldıracaklarını anladı.
Vokin’e bir işaret verdi, Vokin de adamlarına. Düzinelerce Vok öne çıktı, sıraya dizildi ve ellerini başlarının üstüne kaldırıp avuçlarını düşmanlara çevirdi. Bir saniye sonra, göğü düzinelerce yeşil renkli küreler kapladı ve bunlar şehir duvarlarına yöneldi.
Volusia büyük bir beklentiyle olanları izledi; duvarların çökmesini, bütün adamların ayaklarının dibine yığılmasını ve başkentin kendisinin olmasını bekledi. Çoktan tahta oturmayı istiyordu.
Ama yeşil kürelerin başkentin duvarlarına hiçbir zarar vermeden çarpıp geri sekmesini ve parlak ışıklar saçarak gözden kaybolmasını hayal kırıklığıyla izledi. Neden etkisizi olduklarını anlayamadı.
Volusia Vokin’e baktığında, onun da şaşkın olduğunu gördü.
Yukarıdaki İmparatorluk komutanıysa onlara bakıp pis pis sırıttı.
“Büyücülük gücü olan bir tek sizler değilsiniz,” dedi. “Bu başkentin duvarları hiçbir büyüyle yıkılamaz… Binlerce senedir zamana direndiler, barbarları ve sizinkinden büyük orduları uzak tuttular. Onları alt edebilecek hiçbir büyü yok… Bunu sadece insan elleri yapabilir.”
Komutan keyifle sırıttı.
“O yüzden, sizden önce burayı fethedebileceğini sananlarla aynı hataya düştünüz. Bu başkente yaklaşabilmek için büyünde medet umdunuz… Şimdi, bunun bedelini ödeyeceksiniz.”
Siperlerin dört bir yanında borazanlar öttü ve Volusia yukarıya bakınca ufukta bir ordunun askerlerinin dizildiğini gördü. Yüz binlerce askerden oluşan muazzam ordu ufku kaplamış karartmıştı ve arkasındaki adamlardan çok daha kalabalıktı. Belli ki bu askerler duvarın ardında, başkentin diğer tarafında çölde İmparatorluk komutanının emrini beklemişti. Volusia sadece sıradan bir diğer savaşa adım atmamıştı… Bu, kesinlikle kıran kırana geçecek bir savaştı.
Bir borazan daha öttü ve birden karşısındaki o kocamana altın kapılar açılmaya başladı. Kapılar giderek daha da aralandı ve tam o sırada binlerce daha İmparatorluk askeri onlara hücuma geçerken müthiş bir savaş çığlığı duyuldu.
Bu arada, ufukta bekleyen yüz binlerce asker de saldırıya geçti; birliklerini İmparatorluk şehrinin etrafına dağıtıp onlara her iki yönden saldırmaya başladılar.
Volusia istifini bozmadı, tek yumruğunu havaya kaldırıp indirdi.
Ardındaki ordusu da muazzam bir çığlıkla İmparatorluk askerlerini karşılamak için öne atıldı.
Volusia bunun başkentin kaderine, hatta İmparatorluğun kaderine karar verecek olan savaş olacağını biliyordu. Büyücüleri onu yarı yolda bırakmışlardı… Ama askerleri bunu yapmayacaktı. Ne de olsa, herhangi bir erkekten daha gaddar olabilirdi ve bunun için büyüye ihtiyacı yoktu.
Adamların üstüne geldiğini gördü ve öldürmeyi veya öldürülmeyi reddedermiş gibi olduğu yerde kaldı.
ALTINCI BÖLÜM
Gwendolyn irkildi ve başının şiştiğini hissederek gözlerini açtı. Nerede olduğunu bilemeyerek etrafına bakındı. Sert ve ahşap bir platformun üstünde yan yattığını fark etti ve dünya etrafında fırıl fırıl dönüyordu. Bir inleme sesi duydu ve yanağında ıslak bir şey hissetti. Başını kaldırınca Krohn’un yanına kıvrılmış onu yaladığını gördü ve içini büyük bir sevinç kapladı. Krohn hasta, açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş gözüküyordu… Ama hayattaydı. Önemli olan da buydu. O da kurtulmuştu.
Gwen dudaklarını yaladı ve önceki kadar kuru olmadıklarını fark etti; hatta dudaklarını yalayabildiğine bile sevindi, çünkü ilk kendisine geldiğinde dili hareket edemeyecek kadar şişti. Ağzına birkaç damla buz gibi su aktığını hissetti. Gözünün ucuyla bakınca, o çöl göçebelerinden birinin tepesine dikilmiş ona bir su kesesinden su içirmeye çalıştığını gördü. Suyu açlıkla tekrar tekrar yalayıp tuttu; sonra göçebe keseyi yine geriye çekti.
Yaratık elini geri çekerken, Gwen elini uzatıp bileğini kavradı ve keseyi Krohn’a itti. İlk önce göçebe bunun ne anlama geldiğini anlamadı, ama sonra durumu kavradı ve Krohn’un ağzına da biraz su akıttı. Gwen Krohn’un suya tepki verdiğine ve yanında nefes nefese içtiğini görünce sevindi.
Gwen başının yine sarsıldığını hissetti. Platform yine hareke etmişti. Yan yatarak etrafına bakınırken, gökten ve ilerleyen bulutlardan başka bir şey görmedi. Yükseğe kaldırıldığını, platformun her hareket edişinde daha da yükseklere gittiğini hissetti ve ne neler olduğunu, ne de nerede olduğunu anlayabildi. Doğrulacak gücü yoktu, ama başını biraz çevirmeyi başarınca ahşaptan geniş bir platformun üstünde yattığını ve platformun iki ucundan iplerle havada durduğunu gördü. Yükseklerdeki birisi gıcırdayan eski ipleri çekiştiriyordu ve her çekişinde platform biraz daha yükseğe gidiyordu. Gwen dimdik, sonu görünmeyen, bayılmadan önce gördüğünü hatırladığı kayalıklardan yukarı taşınıyordu. Bunlar siperlerle ve parıldayan şövalyelerle dolu olan yamaçlardı.
Bunları hatırlayan Gwen dönüp boynunu çevirdi ve aşağı baktı, ama birden başı fena halde döndü. Çölün zemininden yüzlerce adım yukarıdaydılar ve yükselmeye devam ediyorlardı.
Yukarı baktığındaysa, yüzlerce adım yukarıdaki siperleri gördü; gözleri güneşten kamaşıyordu, ama onlara bakan şövalyeleri ve iplerin her çekilişinde yukarı çıktıklarını görebiliyordu.
Gwen derhal dönüp platforma göz attı. Tanıdığı herkesin orada olduğunu görünce derin bir oh çekti: Kendrick, Sandara, Steffen, Arliss, Aberthol, Illepra, bebek Krea, Stara, Brant, Atme ve birkaç Gümüş askeri. Hepsi platformda yatıyordu ve ağızlarına ve yüzlerine su döken göçebeler onlarla ilgileniyorlardı. Gwen bu tuhaf göçebe yaratıklara hayatlarını kurtardıkları için büyük bir minnet hissetti.
Tekrar gözlerini yumup başını sert platforma yasladı ve Krohn tekrar yanına kıvrılırken başının külçe gibi ağır olduğunu hissetti. Etrafa tatlı bir sessizlik çökmüştü; rüzgârın ve gıcırdayan iplerin sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Onca yolu çok uzun sürede gelmiş, yolculuğun ne zaman sona ereceğini merak etmişti. Çok geçmeden, yukarıya çekilmiş olacaklardı ve o şövalyelerin bu göçebe yaratıklar kadar misafirperver olduklarını umuyordu.
Platform her yukarı çekildiğinde, güneşlerin etkisi daha da güçlendi, sıcaklık arttı ve gizlenecek hiçbir yer kalmadı. Gwen kızarmak üzere olduğunu, güneşin merkezine çekildiğini hissetti.
Gözlerini açtığında, platform son bir kez daha yukarı çekildi ve uyuya kaldığını anladı. Bir kıpırtı hissetti. Yaratıkların onu hızla taşıdığını, onu ve arkadaşlarını kanvas kumaşlara yatırıp platformdan siperlere doğru götürdüklerini gördü.
Yavaşça taş bir zemine bırakıldığını hissedince, başını kaldırıp güneşe karşı birkaç kere gözlerini kırpıştırdı. Boynunu kaldıramayacak kadar bitkindi ve uyanık mı olduğunu rüya mı gördüğünü anlayamıyordu.
Karşısında ona yaklaşmakta olan, kusursuz parlak plaka ve zincir zırhlar giymiş şövalye vardı; adamlar etrafını sarıp merakla ona baktılar. Gwen şövalyelerin nasıl o kocaman çölde, o geniş hiçliğin orta yerinde olduğunu, o muazzam yamacın tepesinde ve o güneşlerin altında olduklarını anlayamamıştı. Orada nasıl hayatta kalıyorlardı? Neyi koruyorlardı? Neden kraliyet zırhlarına benzer zırhları vardı? Tüm bunlar bir rüya mıydı diye düşünüyordu.
Çok eski muhteşem gelenekleri olan Halka’da bile bu adamlarınkiyle yarışamayacak zırhlar vardı. Hayatında gördüğü en süslü zırhlardı; gümüşten, platinden ve bilmediği bir metalin karışımından yapılmışlardı ve üstlerinde hem karmaşık işaretler vardı, hem de adamların silahları da bunlar kadar güzeldi. Bu adamların profesyonel asker oldukları belliydi. Ona küçüklüğünde babasıyla sahaya gittiği zamanları hatırlattı; babası ona askerleri gösterirdi, Gwen de onların görkemli bir biçimde sıraya dizilişini izlerdi. Karşısındaki gibi muhteşem bir güzelliğin nasıl var olduğunu, bunun nasıl mümkün olabileceğini düşündü. Belki de ölmüştü ve gördükleri onun cennete dair düşündükleriydi.
Ama sonra askerlerden birinin diğerlerinin önüne çıktığını, miğferini çıkarıp bilgelik ve merhamet dolu masmavi gözleriyle ona baktığını fark etti. Otuzlu yaşlarında gözüken adamın görünümü çok çarpıydı; başı tamamıyla dazlaktı ve açık sarı bir sakalı vardı. Diğerlerinden daha kıdemli olduğu belliydi.
Şövalye bakışlarını göçebelere çevirdi.
“Yaşıyorlar mı?” dedi.
Göçebelerden biri yanıt olarak uzun değneğini kaldırdı ve Gwendolyn’i hafifçe dürtükledi. Gwen hafifçe kıpırdandı. Doğrulabilmek, onlarla konuşmak ve kim olduklarını öğrenmek için can atıyordu… Ama fazlasıyla bitkindi ve boğazı yanıt veremeyecek kadar kuruydu.
“İnanılmaz,” dedi bir başka şövalye mahmuzlarını çınlata çınlata öne çıkarak. Diğerleri de onlara yaklaştılar ve etraflarını çevirdiler. Hepsinin büyük bir merak içinde olduğu aşikârdı.
“Mümkün değil,” dedi biri. “Büyük Hiçlik’ten nasıl kurtulmuş olabilirler?”
“Kurtulmuş olamazlar,” dedi bir başkası. “Bunlar çölde yaşayanlardan olmalı. Bir şekilde Yamacı aşıp çölde kaybolmuş ve geri dönmeye karar vermiş olmalılar.”
Gwendolyn yanıt vermek, olan biten her şeyi anlatmak istedi, ama sözcükleri söyleyemeyecek kadar yorgundu.
Kısa bir sessizlikten sonra liderleri öne çıktı.
“Hayır,” dedi kendinden emin bir biçimde. “Şu zırhlardaki işaretlere bakın,” dedi Kendrick’i ayağıyla dürterek. “Bunlar bize ait değil. İmparatorluk zırhları da değil.”
Tüm şövalyeler şok içinde onlara yaklaştılar.
“O halde, nereden geldiler?” dedi birisi şaşkınlıkla.
“Bizi nerede bulacaklarını nasıl bildiler?” dedi bir başkası.
Lider göçebelere döndü.
“Onları nerede buldunuz?” diye sordu.
Göçebelerden biri yanıt olarak cıyakladı ve Gwen liderlerinin gözlerinin fal taşı gibi açıldığını gördü.
“Kum duvarının diğer tarafında mı?” dedi şövalye. “Emin misiniz?”
Göçebeler yine cıyakladılar.
Komutan adamlarına döndü.
“Burada olduğumuzu bildiklerini sanmıyorum. Sanırım, şansları yaver gitti… Göçebeler onları buldu, bedelini almak istediler bizlerden olduklarını sanıp buraya getirdiler.”
Şövalyeler birbirlerine baktılar. Daha önce hiç o tür bir durumla karşılaşmadıkları belliydi.
“Onları buraya kabul edemeyiz,” dedi şövalyelerden biri. “Kuralları biliyorsunuz. Onları alırsak bir iz bırakmış oluruz. İz bırakmak yok. Asla. Onarlı Büyük Hiçliğe geri yollamamız gerek.”
Uzunca bir sessizlik oldu ve sadece rüzgârın uğultusu arasında devam etti. Gwen onların ne yapacaklarını düşündüklerini anladı, ama uzun sessizlik hoşuna gitmedi.
Onarla itiraz etmek, onları geriye yollayamayacaklarını söylemek, bunu yapamayacaklarını anlatmak için doğrulmaya çalıştı. Başlarından geçenlerden sonra geri dönemezlerdi.
“Onları geri yollarsak, kesin olarak ölürler,” dedi lider. “Şeref kurallarımız çaresiz kişilere yardım etmemizi söyler.”
“Ama onarlı buraya alırsak, hepimiz ölebiliriz,” dedi bir başka şövalye. “İmparatorluk izimizi bulabilir. Gizlendiğimiz yeri öğrenebilirler. Tüm halkımızı tehlikeye atarız. Birkaç yabancının mı ölmesi iyi, tüm halkımızın mı?”
Gwen liderlerinin sıkıntıyla zorlu bir karar vermeye çalıştığını fark etti. Bu tür zorlu kararlar vermenin ne demek olduğunu biliyordu. Kendisiyse başkalarının merhametine sığınmaktan başka bir şey yapamayacak kadar bitkin durumdaydı.
“Olabilir,” dedi liderleri en sonunda durumu kabullenmiş gibi. “Ama masum insanların ölmesine izin veremem. Onları buraya alacağız.”
Adamlarına döndü.
“Onları diğer tarafa indirin,” dedi otoriter bir sesle. “Onları Kralımızı götüreceğiz ve ne yapılacağına kendisi karar verecek.”