“O halat ne?” diye soruyor Logan arkamızdan gelerek. “Ona ihtiyacımız yok.”
“Asla bilemezsin.” diyorum.
Dönüp, hala gözlerini Sasha'dan ayırmayan Bree'nin omuzundan tutarak onu karşı dağa doğru çeviriyorum.
“Hadi gidelim!” diyorum Logan'a.
Gönülsüz bir edayla dönüp peşimizden dağa doğru tırmanıyor.
Üçümüz de istikrarlı bir şekilde tırmanmaya devam ediyoruz. Rüzgar gittikçe şiddetini arttırıyor ve yukarı çıktıkça hava daha çok serinlemeye başlıyor. Endişe dolu gözlerle gökyüzüne bakıyorum. Düşündüğümden daha hızlı kararıyor hava. Logan'ın haklı olduğunu biliyorum. Gece çökmeden nehre geri dönmeliyiz. Ama burada güneşin batışını görünce endişem iyice artıyor. Yine de, o yiyecekleri kesin ele geçirmemiz gerektiği düşüncesindeyim.
Üçümüz birlikte dağa doğru zorlu adımlarla ilerlemeye devam ediyoruz ve nihayet zirveye varmayı başarıyoruz. Sert bir rüzgar vuruyor yüzüme. Her geçen dakika hava daha çok kararmaya ve soğumaya başlıyor.
Kulübeye doğru kendi adımlarımı takip ederek ilerliyorum. Kar, burada oldukça kalın. Sanki yürüdükçe botlarımı parçalıyor gibi hissediyorum. Nihayet kulübeyi görüyorum. Her zamanki gibi karla kaplı, iyice saklanmış bir halde duruyor. Hemen gidip o küçük kapısını merakla açıyorum. Logan ve Bree ise arkamda duruyorlar.
“İyi buldun!” diyor Logan ve ilk kez ses tonunda bir övgü hissediyorum. “Çok iyi gizlenmiş. Sevdim. Öyle ki burada kalmayı bile isteyebilirim—tabii, peşimizde köle avcıları olmasaydı ve yeterince yiyeceğimiz olsaydı.”
“Aynen…” diyorum, küçük kulübeye yavaştan girerek.
“Çok güzel!” diyor Bree. “Bizim taşınmayı düşündüğümüz ev burası mıydı?”
Ona dönüp baktığımda içim bir kötü oluyor ve başımla dediğini onaylıyorum.
“Belki başka zaman…”
Anlıyor. Köle avcılarını bekleme konusunda da hiç endişeli görünmüyor.
Hızla içeri girip yerdeki ambarın kapağını açıyorum ve dik merdivenlerden aşağı iniyorum. Aşağısı çok karanlık; yolumu, tamamen hislerime güvenerek buluyorum. Dokundukca tıngırdama sesi çıkaran bir cam dizisine denk geliyorum. Kavanozlar… Hiç zaman harcamıyorum. Yanımda getirdiğim çuvallara mümkün olduğunca ve hızlı bir şekilde kavanozlardan koyuyorum. Çuvallar o kadar ağırlaşıyor ki, zorla dışarı çıkarabiliyorum. Ama o sırada aklıma ahududu reçeli, böğürtlen reçeli, turşular ve salatalıkların da orada olduğu geliyor. Çuvala sığdığı kadarıyla her şeyi alıp yukarıya, Logan'a veriyorum. Sonrasında da üç çuval daha dolduruyorum.
Bir tarafta ne var ne yok öylece alıyorum.
“Yeter…” diyor Logan. “Fazlasını taşıyamayız. Hava iyice kararıyor. Gitmemiz gerek.”
Artık, Logan'ın sesinde daha çok saygı emaresi var. Belli ki bulduğum zuladan bir hayli etkilenmiş ve buraya gelmemizin ne denli gerekli olduğunu o da nihayet anlamış.
Aşağı doğru eğilerek yardım için bana elini uzatıyor ama onun yardımına ihtiyaç duymadan kendi başıma hızla yukarı çıkıyorum. Az önceki davranışı için hala ona kırgınlık var içimde.
Yukarı çıkar çıkmaz iki ağır çuvalı sırtlanıyorum. Kalanları da Logan alıyor. Üçümüz birlikte hızla kulübeden çıkıyoruz ve sarp yoldan aşağı kendi ayak izlerimizi takip ederek inmeye başlıyoruz. Dakikalar sonra, kamyoneti bıraktığımız yere varıyoruz. Her şeyin hala yerli yerinde olması içimi rahatlatıyor. Şöyle bir ufku kontrol ediyorum, dağda ya da vadide her hangi bir hareketlilik görünmüyor.
Tekrardan kamyonete biniyoruz. Kontağı çeviriyorum. Çalıştığı için mutluyum. Yoldan aşağı doğru gitmeye başlıyoruz. Yiyecekleri, ihtiyacımız olan aletleri, köpeğimizi.. Her şeyi aldık. Hatta, babamın evine de son kez veda etme şansım oldu. Mutlu hissediyorum. Hemen yanımda oturan Bree'nin de aynı şekilde hissettiğini düşünüyorum. Logan kendi dünyasında kaybolmuş bir şekilde camdan dışarıya bakıyor. Ama bence, verdiğimiz kararın ne denli doğru olduğunu düşünüyor.
*
Dağdan aşağı inerken hiçbir sorunla karşılaşmıyoruz. Öyle ki kamyonetin frenlerinin bu denli iyi tutuyor olması bile beni şaşırtıyor. Çok dik olan bazı yerlerde frenden çok kontrollü kayma gibi gidiyor olsak da dakikalar sonra en kötü kısmı geçmeyi başarıyoruz ve nihayet doğuya doğru gitmek üzere 23 numaralı yola çıkıyoruz. Biraz daha hızlanıyoruz ve uzun bir süre sonra ilk kez bu kadar iyimser bir ruh haline bürünüyorum. Çok değerli aletlerimiz oldu. Üstüne üstlük bize günlerce yetecek yiyeceğimiz de var artık. Botumuza ulaşmak üzere 23 numaralı yoldan aşağı doğru inerken kendimi çok iyi ve ve sanki tüm sıkıntılardan kurtulmuş gibi hissediyorum.
Tam o anda her şey değişiveriyor.
Birden, nerden çıktığı belirsiz bir adam kendini yolun tam ortasına atarak ellerini sallamaya başlayınca frenlere asılıyorum. Neredeyse 50 metre ötemizde ve ona çarpmamak için frenlere çok sert basınca kamyonet savruluyor.
“SAKIN DURMA!” diye bağırıyor Logan. “Sürmeye devam et!” En sert askeri sesini kullanıyor bu emirleri verirken.
Ama onu dinleyemiyorum. Zira, önümde çaresiz, yırtık pantolonlu, üzeri çıplak, soğuktan donmak üzere olan bir adam var. Uzun ve siyah bıyıkları, dağınık saçları, iri ve siyah gözleriyle tam önümüzde duruyor. O kadar zayıf ki sanki günlerdir ağzına lokma sürmemiş. Göğsüne bağlı bir yayı ve okları var. Bizim gibi hayatta kalan biri olduğu çok açık.
Karşımızda durmuş telaşla ellerini sallarken onu ezip geçemem. Onu orada öylece bırakamam da.
Adama çarpmamıza ramak kala ani bir şekilde durmayı başarıyoruz. Sanki gerçekten duracağımızı beklemiyormuşcasına gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde öylece kalakalıyor.
Logan, hiç vakit kaybetmeden tabancasına sarılarak aşağı iniyor ve tabancayı adamın kafasına doğrultuyor.
“GERİ ÇEKİL!” diye bağırıyor.
Ben de kamyonetten aşağı iniyorum.
Adam ellerini yavaşça havaya kaldırıyor ve şaşırmış bir edayla birkaç adım geriliyor.
“Ateş etmeyin!” diye yalvarıyor adam. “Lütfen! Ben de sizin gibiyim! Yardıma ihtiyacım var. Lütfen… Beni burada ölüme terk edemezsiniz. Açlıktan ölüyorum. Günlerdir boğazımdan bir lokma bile geçmedi. Sizinle gelmeme izin verin. Lütfen… Yalvarıyorum! ”
Konuşurken sesi çatlıyor. Yüzündeki ıstırabı görebiliyorum. Nasıl hissettiğini anlayabiliyorum. Kısa süre önce, ben de onun gibiydim. Bu dağlardaki yiyeceklerle hayatta kalmaya çalışıyordum. Şimdi biraz daha iyi bir durumdayım.
“İşte, alın bunu!” diyor adam yayını ve oklarını sırtından çıkararak. “Bunlar sizin olsun! Benden size zarar gelmez!”
“Yavaşça yaklaş.” diyor Logan hala dikkatli ve şüphe eder bir tutumla.
Adam yavaşça yaklaşıyor ve silahını teslim ediyor.
“Brooke, al şunları!” diyor Logan.
İlerleyerek adamın uzattığı yay ve okları alıyorum ve kamyonetin arkasına atıyorum.
“Bakın…” diyor adam hafif bir gülümsemeyle. “Tamamen zararsızım. Sadece size katılmak istiyorum. Lütfen… Beni burada ölüme terk edemezsiniz.”
Logan yavaş yavaş sakinleşerek silahını hafifçe indiriyor. Ama gözü hala pür dikkat, adamın üzerinde.
“Kusura bakma.” diyor Logan. “Başka birinin daha sorumluluğunu alamayız.”
“Bekle!” diye bağırıyorum Logan'a. “Burada sadece sen yoksun! Tüm kararları da öyle kendi başına alamazsın!” Adama dönüyorum. “İsmin ne?” diye soruyorum. “Nerelisin?”
Çaresiz bakışlarla bana bakıyor.
“İsmim, Rupert.” diyor. “Yaklaşık 2 yıldır burada yaşam mücadelesi veriyorum. Seni ve kız kardeşini daha önce görmüştüm. Köle avcıları kız kardeşini ele geçirdiğinde size yardım etmeye çalışmıştım. O ağacı kesip yola deviren, bendim!”
Bu sözü duyar duymaz kalbim çıkacak gibi oluyor. Bize yardım etmeye çalışan kişi, oymuş. Onu burada yalnız başına bırakamam. Bu doğru olmaz.
“Onu da götürmek zorundayız.” diyorum Logan'a. “Bir kişiden bir şey olmaz.”
“Onu tanımıyorsun.” diye karşılık veriyor Logan. “Ayrıca, yeterli yiyeceğimiz yok.”
“Avlanabilirim!” diyor adam. “Yayım ve oklarım var!”
“O dediğini burada yapman senin için daha iyi!” diyor Logan.
“Lütfen…” diyor Rupert. “Yardım edebilirim. Lütfen… Yiyeceğinizden bir parça bile yemem.”
“Onu da götürüyoruz!” diyorum Logan'a.
“Hayır, götürmüyoruz!” diye karşı çıkıyor. “Bu adamı tanımıyorsun bile! Onunla ilgili en ufak bir şey bilmiyorsun!”
“Seninle ilgili de çok fazla bir şey bildiğim söylenemez.” diyorum Logan'a oldukça sinirli bir şekilde. Onun bu denli kuşkucu ve tedbirli olmasından nefret ediyorum. “Yaşamaya hakkı olan bir tek sen değilsin.”
“Onu yanımıza alırsan, hepimizi tehlikeye atmış olursun.” diyor. “Sadece kendini değil, kız kardeşini de…”
“Şu an burada üç kişiyiz!” Bree'nin sesi geliyor.
Dönüp baktığımda, kamyonetten indiğini ve hemen arkamızda durduğunu görüyorum.
“Bu da demokratik olmamız gerektiği anlamına geliyor. Benim de fikrimi almak zorundasınız ve ben, onun bizimle gelmesinden yanayım. Onu burada öylece ölüme terk edemeyiz.”
Logan bezgin bir ifadeyle başını sallıyor. Sanki çenesi kaskatı kesilmişcesine hiçbir söz söylemeden dönüp kamyonete biniyor.
Adam, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyor; öyle ki tüm yüzü kırış kırış oluyor.
“Teşekkür ederim.” diye fısıldıyor. “Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Fikrini değiştirmeden kamyonete bin yeter.” diyerek kamyonete doğru yöneliyoruz.
Rupert kapıya yanaşınca Logan: “Sen öne oturmuyorsun. Kamyonetin arkasına atla.” diyor.
Ben, bu duruma tam karşı çıkmaya hazırlanıyorum ki Rupert mutlu bir ifadeyle kamyonetin arkasına biniyor. Bree ve ben de binince tekrar yola koyuluyoruz.
Nehre iniş yolumuz tam bir endişeli süreç halini alıyor. İlerledikçe, gökyüzü daha da kararıyor. Gözüm sürekli olarak bulutların ardından kan kırmızı görünen gün batımında. Her geçen saniye, hava daha da soğuyor ve kar, daha da sertleşiyor; bazı yerlerde ise buza dönüşüyor. Bu durum, yolculuğumu daha da zorlu bir hale sokuyor. Yakıt göstergesi gitgide kırmızıya dönerek azalıyor. Sadece 1,5 kilometre civarında yolumuz kalmış olmasına rağmen, her metrede büyük bir mücadele veriyormuşuz gibi hissediyorum. Öte yandan, Logan'ın yeni yolcumuz yüzünden ne denli gergin olduğunu da unutmamak gerek. Aramıza, sadece bir yabancı daha eklendi, yiyeceğimizi paylaşacağımız bir kişi daha…
Bir yandan gaza basıp bir yandan da sessizce kamyonetin nehre kadar devam etmesini, havanın kararmamasını ve karın daha fazla sertleşmemesini diliyorum. Tam, asla varamayacağız diye düşünmeye başlarken, önümüzdeki dönemecin ardından ufku görüyorum. Kamyonetin dayanmasını ümit ederek, nehre doğru giden dar kasaba şeridinde gaza yükleniyorum. Biliyorum ki botumuz, sadece birkaç yüz metre ötede.
Bir dönemeçten daha geçiyoruz ve ileride, botumuzu görünce yüreğime bir rahatlama geliyor. Hala orada, suyun içinde hafif hafif sallanmakta. Gergin bakışlarla gözlerini ufka dikmiş dönüşümüzü bekleyen Ben'i görüyorum.
“İşte bizim bot!” diye haykırıyor Bree heyecan içinde.
Aşağı doğru hızlandıkça, yol daha da bozulmaya başlıyor. Ama başaracağız! İçimdeki tüm gerginlik yerini rahatlamaya bırakıyor.
Fakat, ileriye bakınca, uzakta gördüğüm bir şey tüm bedenimi endişeye salıyor. Gözlerime inanamıyorum. Bunu, Logan da görmüş olmalı.
“Kahretsin!” diye mırıldanıyor.
Ötede, Hudson Nehri üzerinde, büyük, gösterişli ve siyah bir köle avcısı botu hızla bize doğru yaklaşıyor. Bizimkinin iki katı kadar büyüklükte ve kuşkusuz, bizimkinden kat kat donanımlı bir bot… İşin daha da kötüsü, arkasında başka bir bot daha hızla yaklaşıyor.
Logan haklıydı. Düşündüğümden daha da yakınımızdaydılar.
Hemen frenlere asılıyorum ve rıhtıma yaklaşık 10 metre kala ani bir şekilde duruyoruz. Kamyoneti park halinde bırakıp aşağı iniyorum ve bota doğru koşmak için hazırlanıyorum.
Aniden, oldukça ters bir durumla karşılaşıyorum. Bir kolun, boğazımı sıkı sıkıya sarmaladığını hissediyorum. Nefesim neredeyse kesilecek gibi oluyor. Ardından, geriye doğru sürükleniyorum. Nefesim iyice kesiliyor, başım dönmeye başlıyor ve neler konusunda hiçbir fikrim yok. Köle avcıları, bizi tuzağa mı düşürdüler?
“Kımıldama.” diyor bir ses kulağıma alçak bir tonda.
Boğazımda keskin ve soğuk bir şey hissediyorum; bir bıçak…
Tam o an neler olduğunu anlıyorum: Rupert… O yabancı… Bana, tuzak kurmuş.
ÜÇ
“SİLAHINI İNDİR!” diye bağırıyor Rupert. “HEMEN!”
Logan, elindeki tabancayı beni rehin alan Rupert'a doğrultmuş bir vaziyette birkaç metre ötemizde duruyor. Silahı sabit bir şekilde tutarken bu adamı kafasından vurup vurmama konusunda ölçümler yaptığını görebiliyorum. Vurmak istiyor ama kazara beni vurmaktan korkuyor.
Bu adamı yanımıza almakla ne denli aptalca bir karar verdiğimi şimdi anlıyorum. Logan, başından beri haklıymış. Onu dinlemem gerekirdi. Rupert'in tek amacı, bizi kullanarak tüm ekipman ve yiyeceklerimizi ele geçirmek ve botumuza sahip olmakmış. Kararlı görünüyor. Bir anda, beni kesinlikle öldüreceğini seziyorum. Bundan şüphem yok.
“Ateş et!” diye bağırıyorum Logan'a. “Hadi!”
Logan'a güveniyorum—keskin bir nişancıdır kendisi. Ama Rupert beni öylesine sıkı tutuyor ki Logan tereddütte kalıyor. İşte tam o an Logan'ın beni kaybetmekten ne kadar çok korktuğunu fark ediyorum. Beni önemsiyor… Gerçekten önemsiyor.
Logan yavaş yavaş silahını indirerek karın üstüne, yere bırakıyor. Kalbim duracakmış gibi hissediyorum.
“Bırak onu!” diye bağırıyor.
“Yiyecekler!” diye karşılık veriyor Rupert, nefesinin sıcaklığını kulağımın dibinde hissediyorum. “O çuvalları da! Hepsini bana getir! Hemen!”
Logan, yavaşça kamyonetin arkasına giderek bagaja uzanıyor ve ağır olan dört çuvalı da alıp adama doğru yürümeye başlıyor.
“Hepsini yere bırak!” diye bağırıyor Rupert. “Yavaşça!”
Logan, yavaş bir şekilde çuvalları yere bırakıyor.
Uzaktan, yaklaşan köle avcılarının botlarının sesini suyabiliyorum. Hala inanamıyorum. Ne kadar da aptalmışım! Her şey gözlerimin önünde darma duman oluyor.
Bree kamyonetten iniyor.
“Kardeşimi bırak!” diye bağırıyor adama.
Tam o an, olacaklar gözümün önünde film şeridi gibi geçiveriyor. Neler olacağını tahmin edebiliyorum. Rupert, benim gırtlağımı kestikten sonra Logan'ın silahını alarak Logan'ı ve Bree'yi öldürecek. Ardından, Ben ve Rose'u da… Bizim işimizi bitirdikten sonra ise botumuzu ve yiyeceklerimizi de alıp gidecek.
Beni öldürmesi ayrı ama Bree'yi öldürmesi… İşte buna asla izin veremem.
Aniden, bir şey beliriveriyor zihnimde. Babamın dayanıklılığı ve bana öğrettiği yakın dövüş yöntemleri geliyor gözlerimin önüne. Basınç noktaları, etkisiz hale getirme yöntemleri, farklı durumlarda nasıl kurtulabileceğim, tek bir hamlede bir adamı nasıl ayaklarımın önüne serebileceğim ve elbette, boğazıma dayanan bir bıçaktan nasıl kurtulabileceğim…
Eski reflekslerimi harekete geçirerek vücudumu hazırlıyorum. Dirseğimin iç kısmını 6 santim kadar kaldırıp doğruca adamın karın boşluğuna indiriyorum.
İstediğim noktaya keskin bir vuruş gerçekleştiriyorum. O esnada bıçak, boğazımı çiziyor ve canım acıyor.
Ama, adamın da nefes nefese kaldığını fark ediyorum. Vuruşum işe yarıyor.
Öne doğru bir adım atıp boğazımı tuttuğu kolundan kavrıyorum ve bacaklarının arasına ters bir tekme geçiriyorum.
Birkaç adım geriye tökezliyor ve karın üstüne yığılıyor.