Arena İki - Морган Райс 3 стр.


“Ne yapıyorsun?” diye soruyorum.

“Sence?” diye soruyor. “Sizi yalnız gönderecek değilim.”

O anda içim rahatlıyor. Tek başıma gidecek olsaydım, o kadar umursamazdım ama Bree'yi de kollamak için bir kişinin daha olması beni çok rahatlatıyor.

Logan da bottan atlayarak rıhtıma iniyor.

“Bak söylüyorum sana bu çok aptalca bir fikir!” diyor yanıma gelir gelmez. “Yolumuza devam etmeliyiz. Havanın kararmasına az kaldı. Gölün üstü buz tutabilir. Burada takılıp kalmamız işten  değil. Köle avcılarından hiç bahsetmiyorum bile. Sadece 90 dakikan var, anladın mı? 30 dakika gidiş, 30 dakika keşif, 30 dakika da dönüş için… Hiçbir nedenle daha fazla uzatmak yok. Aksi takdirde, seni almadan dönerim.”

Etkilenmiş ve minnet dolu gözlerle ona bakıyorum.

“Anlaştık!” diyorum.

Yapmış olduğu fedakarlığı düşününce kendimi daha farklı hissediyorum. Bana karşı takındığı tüm tavırlarına rağmen, aslında beni gerçekten sevdiğini düşünmeye başlıyorum. Ve düşündüğüm kadar bencil olmadığını da…

Tam dönüp gidecekken, bottan başka bir ses daha yükseliyor.

“Bekleyin!” diye bağırıyor Ben.

Dönüp bakıyorum.

“Beni burada Rose ile yalnız bırakamazsınız! Ya biri gelirse? O zaman ne yaparım?”

“Sen bota göz kulak ol!” diyip tekrardan gitmek için arkasını dönüyor Logan.

“Bunu nasıl çalıştıracağımı bile bilmiyorum!” diye bağırıyor Ben. “Yanımda korunmak için silah bile yok!”

Logan sinirli bir şekilde dönerek hızla bota yaklaşıyor ve bacağındaki kayışa taktığı silahlardan birini çıkararak Ben'e fırlatıyor. Silah, göğsüne öylesine sert çarpıyor ki Ben resmen sarsılıyor.

Logan alaycı bir edayla, “Belki kullanmayı da öğrenirsin böylece!” diyerek tekrar dönüyor.

Nasıl kullanacağını bile bilmediği silah elinde, çaresiz ve korkmuş bir şekilde orada öylece kalan Ben'e bakıyorum. Tam anlamıyla dehşet içinde görünüyor.

Onu teselli etmek istiyorum. Her şeyin iyi olacağını; en kısa sürede döneceğimizi söyleyerek… Ama arkamı dönüp önümüzdeki o koskocaman sıra dağlara bakınca, ilk kez, ben bile bundan emin olamıyorum.

İKİ

Karın içinde hızlı adımlarla ilerliyoruz. Endişe içinde kararan gökyüzüne baktığımda zamanın baskısını hissediyorum. Arkamı döndüğümde karda beliren ayak izlerimi görüyorum ve onların ötesinde, geride, botun içinde gözleri kocaman açık bir şekilde bize bakan Rose ve Ben'i görüyorum. Rose, kendisi kadar korkmuş olan Penelop'a sıkısıkıya sarılmış. Penelope havlıyor. O üçünü botta yalnız başlarına bıraktığımız için üzülüyorum ama görevimiz için bunun gerekli olduğunun farkındayım. İhtiyacımız olan kaynakları ve yiyeceği bulabileceğimize inanıyorum ve köle avcılarından da oldukça uzakta olduğumuz düşüncesindeyim.

Karla kaplanmış olarak hızla harap kulübeye doğru koşuyorum. Yıllar önce içine sakladığım kamyonun hala içeride olması için dua ederek eğik kapısını hızla açıyorum. Deposunda yaklaşık 8 saatlik yakıt kalmış, arabadan daha çok bir hurdayı andıran eski püskü paslanmış bir kamyonet. 23. Yol'da tökezleyince onu dikkatli bir şekilde nehrin aşağısında kalan buraya saklamıştım belki yine ihtiyaç duyarım diye. O takla attığı anda ne denli şaşırdığımı hatırlıyorum.

Kulübenin kapısı gıcırdayarak açılıyor ve işte orada! Hala bıraktığım ilk günkü gibi samanların altında, orada öylece duruyor. İçime bir rahatlama yayılıyor. Yanına giderek samanları kaldırıyorum. Donmuş metale dokununca ellerim buz kesiyor. Kulübenin arka tarafına geçerek ambarın iki kapısını da açıyorum ve bu sayede içeriye ışık giriyor.

“Güzel tekerler…” diyor Logan arkamdan gelip kamyoneti inceleyerek. “Bunun çalıştığına emin misin?”

“Hayır.” diyorum. “Ama babamın evi yaklaşık 30 kilometre uzakta ve dağa tırmanma gibi bir şansımız da yok.”

Ses tonundan, aslında bu göreve çıkmayı hiç istemedeğini, bota geri dönüp nehir boyunca yukarı gitmek istediğini anlayabiliyorum.

Sürücü koltuğuna geçerek koltuğun altında anahtarları arıyorum. Nihayet derinlerde bir yerde elime çarpıyor. Anahtarı kontağa takıp,derin bir nefes alarak gözlerimi kapatıyorum.

Lütfen Tanrım, lütfen!

İlk önce hiçbir hareket yok. Kalbim duracak gibi oluyor.

Ama anahtarı tekrar tekrar, vazgeçmeden çeviriyorum ve yavaş yavaş bir hareketlilik olmaya başlıyor. Başlangıçta sanki ölmekte olan bir kedi sesi gibi bir ses çıkıyor. Ama vazgeçmeden çevirmeye devam edince, nihayet daha çok kendini toparlamaya başlıyor.

Hadi yavrum, hadi!

Sonunda gürleme sesiyle birlikte hayat belirtileri göstermeye başlıyor. Arka tekerler üzerinde bariz bir şekilde hareketlilik meydana geliyor ve neticesinde çalışıyor.

İçimdeki rahatlamayla birlikte gülümsememek elimde değil. Çalışıyor. Gerçekten çalışıyor. Artık evime gidip, köpeğimi gömüp, yiyecek alabileceğiz. Sanki Sasha yukarıdan bize yardım ediyormuş gibi bir his kaplıyor bedenimi. Belki, babam da…

Yolcu koltuğunun kapısını açarak heyecan içinde kamyonete biniyor Bree ve o tek kişilik koltukta biraz daha bana doğru yanaşıyor. Hemen yanına Logan binerek kapıyı kapatıyor ve ileriye bakıyor.

“Neyi bekliyorsun?” diye soruyor. “Saat işliyor.”

“Aynı şeyi sürekli söylemene gerek yok!” diyerek onun gibi karşılık veriyorum ben de.

Kamyoneti çalıştırarak ikindi vakti aydınlığında harap kulübeden dışarı çıkıyoruz. Önce tekerler karlı zemine takılıyor ama biraz daha gaza yüklenince yol almaya başlıyoruz.

Yalın tekerler üzerinde ilerledikçe her seferinde sarsılıyoruz. Ama durmaksızın ilerlemeye devam ediyoruz. Zira, o an aklımda olan tek şey ilerlemek…

Çok geçmeden, küçük bir kasaba yoluna çıkıyoruz. Gün içinde karın erimiş olması beni çok mutlu ediyor yoksa asla başaramayız.

Nihayet iyi bir hıza ulaşmaya başlıyoruz. Kamyonet beni gerçekten şaşırtıyor, çalıştıkça iyice kendine geliyor. 23 numaralı yoldan batıya doğru giderken hızımız neredeyse 40 kilometreye ulaşıyor. Gaza basmaya devam ediyorum. Ta ki, bir çukura denk gelinceye kadar… Pişman oluyorum. Hepimiz başımızı çarparak inliyoruz. Karlı zemindeki çukurları görmek neredeyse imkansız. Ben ise bu yolların ne denli kötü olduğunu unutmuşum.

Bir zamanlar evime gittiğim bu yoldan tekrar geçiyor olmak gerçekten tüyler ürpertici. Eskiden köle avcılarını takip ettiğim bu yolda ilerledikçe, bir anda eski anılar geçiveriyor gözlerimin önünden. Motosikletimle bu yoldan hızla inip ölümle burun buruna geldiğim o anı anımsıyorum ve hemen bu düşünceden kurtulmaya çalışıyorum.

Az daha ilerleyince, yola devrilmiş, üstü tamamen karla kaplı bir ağaç çıkıyor karşımıza. Hemen, bizi koruyan bazı isimsiz yardımseverlerin, köle avcılarının yolunu kesmek için devirdikleri ve benim yoluma düşen o ağaç olduğunu fark ediyorum. Elimde olmadan, acaba hala ormanın derinliklerinde yaşayan belki de hali hazırda bizi gözetlemekte olan kişilerin olup olmadığını merak ediyorum. Ormanlığı iyice tarayarak etrafa şöyle bir bakınıyorum. Ama hiçbir ize rastlamıyorum.

Hala yeterince zamanımız var ve neyse ki her şey yolunda gidiyor. Bu duruma inanmak biraz güç. Her şey sanki çok kolay oluyor. Yakıt göstergesine bakıyorum, çok fazla kullanmamışız. Hoş, göstergenin ne denli doğru olduğunu bilmiyorum. Bir an, gidip dönmemiz için yakıtımızın yeterli olup olmayacağını merak ediyorum. Acaba bu koyulduğumuz iş, aptalca bir fikir miydi diye düşünmeden edemiyorum.

Nihayet, bizi dağın yukarısına, babamın evine götürecek olan dar ve rüzgarlı ana yola çıkıyoruz. Dağ yolunu döndükçe ve sağ tarafımdaki dik uçurumların kıyısından geçtikçe gerginliğim iyice artıyor. Dışarı baktığımda gördüğüm, Catskill'i çevreleyen sıra dağların inanılmaz güzellikteki manzarasından gözümü alamıyorum. Ama uçurumlar çok dik ve burada kar daha kalın. Yanlış bir manevrada, yanlış bir patinajda tüm bu kar yığınının çığ halinde aşağı ineceğinin farkındayım.

Kamyonetin, tüm bunlara rağmen sorun çıkarmaması beni şaşırtıyor. Buldok misali ilerlemeye devam ediyor. Çok geçmeden, en kötü kısmı aşmayı başarıyoruz ve bir dönemeci de geçince birden eski evimizi görüyorum ileride.

“Bak! Babamızın evi!” diye bağırıyor Bree heyecan içinde.

Ben de evimizi gördüğüm için çok mutluyum. Nihayet geldik ve hala yeterince zamanımız var.

“Gördün mü?” diyorum Logan'a. “Çok da kötü değilmiş.”

Logan hâlâ gergin görünüyor; yüzü belirgin bir gerginlik içinde ağaçlıklara bakıyor.

“Buraya kadar gelmeyi başardık.” diye homurdanıyor. “Ama henüz geri dönmedik.”

Her zamanki gibi… Hatalı olduğunu asla kabul etmez.

Kamyoneti eski evimizin önüne çektiğimde yerde köle avcılarının izlerinin olduğunu görüyorum. Eski günler geliveriyor birden aklıma. Bree'yi ele geçirdiklerinde yaşadığım o dehşet… Yanına giderek elimi omuzuna uzatıyorum ve onu sıkıca kavrıyorum. Bir daha asla onu gözümün önünden ayırmamaya kararlıyım.

Kontağı kapatıyorum ve hep birlikte arabadan inerek hızlı adımlarla eve doğru ilerliyoruz.

“Dağınıklığı için kusura bakma artık.” diyorum Logan'a kapıyı açmak için öne geçerek. “Misafir beklemiyordum.”

Normalin aksine gülümsüyor.

“Ha ha!” diyor düz bir şekilde. “Ayakkabılarımı da çıkarayım mı?”

Mizahi bir karşılık… Bu, beni şaşırtıyor.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde yüzümdeki tebessüm aniden kayboluveriyor. Önümdeki manzara karşısında kalbim duracak gibi oluyor. Sasha, etrafa yayılan kurumuş kanı ve cansız bedeni  donmuş bir şekilde orada öylece yatıyor. Birkaç adım ilerisinde Sasha'nın öldürdüğü köle avcısının yere serilmiş donuk cesedi var.

Bir üzerimdeki cekete baktım—bir de onun ceketine—bir elbiselerime baktım—bir de onunkilere—bir kendi botlarıma baktım—bir de onun botlarına—ve kendimi bir garip hissettim. Sanki onun yürüyen ikizi gibiyim.

Logan da bunu fark etmiş olacak ki bana bakarak:

“Donunu da almadın değil mi?” diye soruyor.

Şöyle bir yere bakıyorum ve almadığımı hatırlıyorum. Bunu yapmam fazla olurdu.

Başımı sallıyorum.

“Aptal…” diyor.

O söyleyince, haklı olduğunu fark ediyorum. Eski pantolonum ıslak ve soğuk. Üzerime yapışıyor. Hem kendim için olmasa bile Ben'in işine yarayabilir. Bunları görmezden gelmek yazık olur. Neticede, gayet güzel kıyafetler…

O anda, boğuk bir ağlama sesi duyuyorum ve dönüp baktığımda Sasha'nın başında duran Bree'yi görüyorum. Yere çömüş, eski köpeğine bakarken onun yüzünü öylesine acı içinde görmek yüreğimi parçalıyor.

Yanına giderek ona sarılıyorum.

“Tamam, Bree…” diyorum. “Ona daha fazla bakma.”

Alnından öperek başını başka yöne çevirmeye çalışıyorum ama şaşırtıcı bir güçle beni itiyor.

“Hayır!” diye bağırıyor.

İlerleyerek dizleri üzerine çöküyor ve yerde yatmakta olan Sasha'yı kucaklıyor. Kollarını, boynuna doluyor ve onu kendine doğru çekerek başından öpüyor.

Logan ile birbirimize bakıyoruz. İkimiz de ne yapacağımızı bilemiyoruz.

“Zamanımız yok.” diyor Logan. “Onu bırakıp işe koyulmamız gerekiyor.”

Ben de yanına çökerek Sasha'nın başını okşuyorum.

“Her şey iyi olacak, Bree. Sasha şimdi daha güzel bir yerde. Şimdi daha mutlu. Duyuyor musun beni?”

Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Doğrularak derin bir nefes alıyor ve elinin tersi ile göz yaşlarını siliyor.

“Onu bu şekilde bırakamayız.” diyor. “Onu gömmemiz gerek.”

“Gömeceğiz.” diyorum.

“Yapamayız.” diyor Logan. “Toprak tamamen donmuş durumda.”

Ayağa kalkıp şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir sinirle Logan'a bakıyorum. Sinirli oluşum, özellikle haklı olduğunu bilmemden. Bunu düşünmem gerekirdi.

“Peki, ne yapmamızı önerirsin?” diye soruyorum.

“Bu, benim sorunum değil. Ben dışarıyı kolluyor olacağım.”

Logan arkasını dönerek dışarı çıkıyor ve arkasından dış kapıyı çarpıyor.

Bree'ye bakıyorum; hemen bir şeyler düşünmeye çalışıyorum.

“Haklı…” diyorum. “Onu gömmek için zamanımız yok.”

“HAYIR!” diye haykırıyor. “Söz vermiştin.Söz vermiştin!

Haklı, söz vermiştim. Ama enine boyuna düşünmemiştim. Sasha'yı burada böylece bırakmak beni kahrediyor. Ama kendi canımızı da riske atamam. Hem Sasha da bunu istemezdi.

Bir fikrim var.

“Nehre ne dersin, Bree?”

Dönüp bana bakıyor.

“Onu suya gömsek ne olur? Hani, şerefle ölen askerlere yaptıkları gibi…”

“Ne askerleri?” diye soruyor.

“Askerler denizde öldükleri zaman, onları denize gömerler. Bu, bir çeşit şeref törenidir. Sasha nehiri severdi. Eminim orada mutlu olacaktır. Sasha'yı da yanımızda götürerek onu nehire gömebiliriz. Olmaz mı?”

Vereceği cevabı beklerken kalbim hızla atmaya başlıyor. Zamanımız daralıyor ve değer verdiği şeyler konusunda Bree'nin ne denli inatçı olabileceğini de çok iyi biliyorum.

Ama şükür ki kabul ediyor.

“Olur.” diyor. “Ama onu ben taşıyacağım.”

“Ama senin için çok ağır…”

“Onu ben taşımazsam, hiçbir yere gelmiyorum.” diyor elleri belinde, kararlı bakışlarla bana bakarak. Asla ikna olmayacağını gözlerinden görebiliyorum.

“Tamam.” diyorum. “Sen taşı.”

Birlikte Sasha'yı yerden kaldırıyoruz ve ardından işimize yarayabilecek başka bir şey var mı diye şöyle bir evi kolaçan ediyorum. Hızla köle avcısının cesedinin yanına giderek pantolonunu çıkarıyorum. Tam o sırada cebinde bir şey olduğunu fark ediyorum. Büyük ve metal bir şey olduğunu hissedince mutlu bir şaşkınlık alıyor beni. Sustalı bir bıçak çıkıyor cebinden. Elime alır almaz ürperiyorum ve hemen kendi cebime atıveriyorum.

Belki işe yarar şeyler bulurum diye odadan odaya koşarak evin kalanını da hızla gözden geçiriyorum. Birkaç eski çuval buluyorum ve hepsini alıyorum. Birini açıp içine Bree'nin en sevdiği The Giving Tree kitabını ve benim Lord of the Flies kopyamı koyuyorum. Dolaplardan birine giderek içindeki tüm mum ve kibritleri alıp, onları da çuvala atıyorum.

Mutfaktan girip garajdan çıkıyorum. Köle avcıları evi bastığında tüm kapılar kapı olmaktan çıkmıştı zaten. Garajın arka tarafına bakmaya zamanları olmamıştır diye umut ediyorum. Çünkü orada alet kutusu vardı. Duvardaki bir girintiye iyice saklamıştım onu. Hemen arka tarafa koşup onun hala orada olduğunu görünce rahat bir nefes alıyorum. Ağır olduğu için tüm kutuyu taşımak zor. Bu yüzden, hemen içine dalarak işe yarar ne var diye göz atıyorum. Küçük bir çekiç, tornavida ve küçük bir kutu da çivi alıyorum. Bir de bataryası içinde olan bir fener buluyorum. Deneyince çalıştığını görüyorum. Küçük bir pense takımı ve bir de ingiliz anahtarı alarak kutuyu kapatıyorum ve gitmeye hazırlanıyorum.

Tam çıkmak üzereyken, yukarıda, duvarın üstünde gözüme bir şey takılıyor. Bir kancaya asılı, düzgünce toplanmış büyük bir çelik halat… Bunu tamamen unutmuştum. Yıllar önce, babam bunu alıp, biz eğlenelim diye iki ağaç arasına bağlamıştı. Bir kereye mahsus bununla oynamıştık ama sonra bir daha oynamamıştık. Babam da alıp garaja asmıştı. Şimdi ona bakınca, değerli olabileceğini düşünüyorum. Alet tezgahına çıkıp uzanıyorum ve onu bir omuzuma, çuvalları diğer omuzuma atıp çıkıyorum.

Hızla garajdan ayrılıp eve geri dönüyorum. Bree, Sasha'yı kucağına almış ona bakar bir vaziyette orada öylece  duruyor.

“Hazırım.” diyor.

Hızla ön kapıdan çıkıyoruz. Logan dönüp Sasha'yı görünce başını sallıyor.

“Onu nereye götürüyorsunuz?” diye soruyor.

“Nehre…” diyorum.

Olmaz dercesine tekrar başını sallıyor.

“Zaman daralıyor.” diyor. “Geri dönmemiz için son 15 dakikanız var. Yiyecekler nerede?”

“Burada değil.” diyorum. “Daha yukarıda, benim bulduğum kulübeye çıkmamız gerek. 15 dakika içinde halledebiliriz.”

Bree ile birlikte kamyonete doğru yürüyorum ve çelik halatla çuvalları kamyonetin arkasına atıyorum. Yiyecek taşımakta işe yarar diye boş  çuvalları da yanıma alıyorum.

Назад Дальше