Morgan Rice
ARENA BİR (KöleTüccarları Üçlemesinin 1. Kitabı)
Morgan Rice
Morgan Rice Hakkında Morgan efsanevi fantezi serisi, çok satanlar listesinde birinci olan ve on kitaptan oluşan THE SORCERER'S RING serisinin yazarıdır. Serinin ilk kitabı A QUEST OF HEROES ise ücretsiz indirilebilir!
Morgan Rice altı dile çevrilen ve on kitaptan oluşan yetişkin gençlere daha fazla hitap eden en çok satanlar listesinde birinci sırada olan VAMPIR MEKTUPLARI serisinin yazarıdır.
Morgan ayrıca gene çok satanlar listesinde olan kıyamet sonrasını anlatan etkileyici THE SURVIVAL TRIOLOGY üçlemesinin ilk iki kitabı olan ARENA ONE ve ARENA TWO’nun da yazarıdır. Morgan yorumlarınızı dört gözle bekliyor, istediğiniz zaman iletişim kurabilirsiniz.
www.morganricebooks.com
“İtiraf etmeliyim ki, ARENA 1’den önce kıyamet sonrası hiçbir şey okumamıştım. Sevebileceğim bir şey olduğunu düşünmemiştim… Fakat bu kitabın ne kadar bağımlılık yapıcı olduğunu görünce çok şaşırdım. ARENA 1, elinizden bırakmak istemediğinizden, gözleriniz kapanmaya başlayana kadar gece boyu okuyacağınız bir kitap. Okuduğum kitaplarda güçlü kadın kahramanları sevdiğim bir sır değil… Brook sıkı, güçlü, merhametli ve kitapta ayrıca romantizm de olmasına rağmen Brooke bununla yönetilmiyor… ARENA 1’i şiddetle tavsiye ederim. “
–-Dallas Examiner
1 Numaralı Çok satan dizisi! ARENA 1 distopyan bir kurgu dizisinin ilk kitabı.
New York. 2120. Amerika ikinci bir İç Savaş ile yok edilmiş ve haritadan silinmiş. Bu kıyamet sonrası dünyada, çok az kurtulan var ve birbirlerinden uzaktalar. Üstelik kurtulanların birçoğu büyük şehirlerde yaşayan vahşi çetelerin üyesi, avcılar. Kırsal alanlarda gezip yeni köleler, taze kurbanlar arıyorlar; böylece onları favori ölüm oyunlarında oynatabilirler: Arena 1. Rakiplerin en barbarca yöntemlerle ölümüne savaşmaya çıktığı bir ölüm stadyumu. Sadece tek bir kural var: kimse hayatta kalamaz. Asla.
Vahşi doğanın içinde, Catskill Dağlarının yukarılarında, 17 yaşındaki Brooke Moore, kız kardeşi Bree ile saklanarak hayatta kalmayı başardı. Kırsalda gezinen köle toplayıcı çetelere yakalanmamak için çok dikkatliler. Fakat bir gün, Brooke yeteri kadar dikkatli olamadığı için Bree yakalanıyor. Köle tüccarları onu aldı ve şehre, yani kesin ölüme götürüyorlar.
Brooke, bir donanma mensubunun kızı olarak dünyaya geldi; güçlü ve hiçbir zaman dövüşmekten kaçmaz. Kız kardeşi kaçırıldığında harekete geçiyor ve köle tüccarları yakalayıp kız kardeşini geri almak için her şeyi kullanıyor. Yolda, 17 yaşındaki, kendisi gibi hayatta kalmayı başaran ve erkek kardeşi kaçırılmış Ben ile tanışıyor. Beraber bu kurtarma görevinde bir ekip oluşturuyorlar.
Bundan sonrası ise kıyamet sonrası, ikisinin, hayatlarının en tehlikeli sürüşünde köle tüccarları kovaladıkları, New York’un kalbine kadar takip ettikleri macera dolu bir gerilim… Yolda, eğer hayatta kalırlarsa, hayatlarının en zor seçimlerini ve fedakârlıklarını yapmak zorunda kalacaklar ve her ikisinin de hiç beklemediği hisler yaşayacaklar; birbirlerine karşı beklenmedik hisler de dâhil… Kardeşlerini kurtarabilecekler mi? Ve kendileri de arena da savaşmak zorunda kalacak mı?
ARENA 1 Köletüccarları Üçlemesinin 1. Kitabı ve 85,000 kelimeden oluşuyor.
“Başlangıçtan itibaren ilgimi çekti ve bir daha da bırakmadı… Bu inanılmaz macera daha başlangıcından itibaren çok hızlı ve macera dolu. Bir tek boş an bile bulamayacaksınız.”
–-Paranormal Romance Guild {Dönüşüm}
“Harika bir hikâye. Gece boyunca elinizden düşürmek istemeyeceğiniz bir kitap. Sonu ise tam bir heyecan seli; o kadar muhteşem ki, daha sonra ne olduğunu öğrenebilmek için hemen ikinci kitabı almak isteyeceksiniz.”
–-The Dallas Examiner {Sevilmiş}
“Morgan Rice bir kez daha inanılmaz yetenekli bir hikâye anlatıcı olduğunu kanıtlıyor… Bu kitap vampir/fantezi türünün genç fanları da dâhil geniş bir kitleyi çekebilir. Hiç beklenmedik ve sizi şoke edecek bir sonla bitiyor.”
–-The Romance Reviews {Sevilmiş}
YAZARIN KITAPLARI
THE SORCERER’S RING
Kahramanların Görevi
A QUEST OF HEROES (Book #1)
A MARCH OF KINGS (Book #2)
A FATE OF DRAGONS (Book #3)
A CRY OF HONOR (Book #4)
A VOW OF GLORY (Book #5)
A CHARGE OF VALOR (Book #6)
A RITE OF SWORDS (Book #7)
A GRANT OF ARMS (Book #8)
A SKY OF SPELLS (Book #9)
A SEA OF SHIELDS (Book #10)
A REIGN OF STEEL (Book #11)
A LAND OF FIRE (Book #12)
A RULE OF QUEENS (Book #13)
AN OATH OF BROTHERS (Book #14)
THE SURVIVAL TRILOGY
ARENA ONE (Book #1) Arena Bir Köletüccarları Üçlemesi
ARENA TWO (Book #2)
THE VAMPIRE JOURNALS
TURNED (Book #1): Dönüşüm
LOVED (Book #2) Sevilmiş
BETRAYED (Book #3): Aldatılmış
DESTINED (Book #4) Yazgı
DESIRED (Book #5)
BETROTHED (Book #6)
VOWED (Book #7)
FOUND (Book #8)
RESURRECTED (Book #9)
CRAVED (Book #10)
FATED (Book #11)
Genel Yayın Yönetmeni: Ferhat Bal
Morgan Rice Arena Bir
Orijinal Adı: Arena One
Yayýncý Sertifika No: 19845 ISBN 978-605-5391Kapak Tasarým: HayalEvi Baskı ve Cilt:
Barış Matbaacılık & Mücellit
Güven Sanayi Sitesi C Blok Topkapı-İstanbul
Tel: 0212 674 85 28
1. Baský 2013 (2000 adet) ELF YAYINCILIK
www.elfyayincilik.com
BÖLÜM 1
B İ R
Bugün diğerlerinden daha acımasız bir gün. Dağa doğru yaptığım yürüyüşümde acımasızca eserek bir kamçı gibi suratıma inen rüzgar, dev çam ağaçlarından süpürdüğü karları üzerime doğru atıyor. On beş santimetrelik karın altında kaybolmuş olan ayaklarım, bana aşırı küçük gelen çizmelerin içinde sıkışmış haldeler. Onları sağa sola oynatarak, ayak tabanlarımın nerede olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aniden esen rüzgar o kadar kuvvetli ki, nefes almakta güçlük çekiyorum. Kendimi oyuncak bir kar küresinin içine doğru giriyormuş gibi hissediyorum.
Bree, Aralık ayında olduğumuzu söylüyor. Noel gününe kalan zamanı hesaplamayı sevdiği için, bulduğumuz eski bir takvimin üzerindeki günleri karalıyor. Bunu o kadar büyük bir hevesle yapıyor ki Aralık ayının henüz çok uzaklarda olduğunu ona söylemeye dilim varmıyor. Ona elindeki takvimin üç yıllık olduğunu veya dünyanın sonu geldiğinden beri takvim yapımı durduğu için, asla yeni bir tanesini bulamayacağımızı söylemeyeceğim. Ablalar bunun içindir.
Bree her halükarda inançlarına sıkıca sarılacaktır zaten. Onun için kar demek her zaman Aralık ayı manasına gelmiştir. Aksini söylesem bile fikrini değiştireceğinden şüphe ederim. İşte size 10 yaşına girmiş tipik bir çocuk.
Bree'nin anlamak istemediği şey, kış ayının buralara daha erken geliyor olduğu. Catskills'in1 doruklarında zaman ve mevsimler daha farklı şekilde ilerliyor. Burada, bir zamanlar New York şehri olan yıkıntıların üç saat uzağında yapraklar, Ağustos ayının sonlarında düşmeye başlayarak, gözün alabildiği yere kadar uzanan dağ sıralarının üzerine saçılıyor.
Takvimimiz bir zamanlar günceldi. Üç yıl önce buraya ilk vardığımız zaman yagan karı gördüğümde buna inanamamış ve hayretler içinde takvimi kontrol etmiştim. Takvim yaprağının nasıl olup da Ekim ayını gösterdiğini anlayamamıştım. Bu kadar erken gelen karın anormal bir durum olduğunu düşünmüştüm. Ancak kısa sürede durumun böyle olmadığını anlamıştım. Çünkü bu dağlar o kadar yüksek ve o kadar soğuklar ki burada kış, sonbaharı canlı canlı yiyor.
Eğer Bree takvimi çevirip, arka sayfalarına bakacak olsa, büyük ve kalitesiz harflerle yazılmış tarihi görebilir: 2117. Tabii, bu takvim üç yıllık. Kendini yaşadığı heyecana fazlaca kaptırdığı için, dikkatlice bakmayı akıl edemediğini düşünürdüm.
En azından öyle umuyordum. Fakat son zamanlarda içimden bir ses, aslında Bree'nin her şeyin farkında olduğunu, ancak kendisini hayaller dünyasına bırakmayı tercih ettiğini söylüyor.
Tabii ki üç yıldır işe yarar bir takvimimiz yoktu. Bir cep telefonu, bilgisayar, televizyon, radyo, internet veya bunlara benzer bir teknolojiye de sahip değiliz. Elektrik veya musluk suyunu saymıyorum bile. Fakat yine de üç yıl boyunca, kendi başımıza hayatta kalmayı becerebildik. Nadiren açlık çektiğimiz yaz aylarında hayatta kalmak daha kolay oluyor. Bolca somon balığının olduğu dağ ırmaklarında, en azından balık tutarak tok kalabiliyoruz. Hatta bunca zamandan sonra, her şeye rağmen, kiraz, hatta az da olsa elma ve armudun yetiştiği bostanlar bile var. Arada bir, şansımız yaver giderse bir tavşan bile yakalayabiliyoruz.
Fakat kışlar tahammül edilemez. Her şey donmuş veya ölmüş durumda. Geçen her yılla beraber, bizim sonumuzun da böyle olacağından iyice emin oluyorum. Bu kış ise şimdiye dek yaşadıklarımızın en kötüsü. Kendimi işlerin düzeleceğine dair ikna etmeye çabalıyorum; ancak karnımıza bir şey girmeyeli günler oldu ve kış da henüz yeni başlamış sayılır. İkimiz de açlıktan bitap düştük ve üstüne üstlük Bree de hastalandı. Bu iki durum pek de hayra alamet sayılmaz.
Dün attığım talihsiz adımları takip ederek, yemek bulma umuduyla dağa doğru güçlükle ilerlerken, artık hiçbir şansımızın kalmadığını hissetmeye başlamıştım. Bree'nin öylece
uzanmış bir halde beni bekliyor oluşu, yığılıp kalmamı engelleyen tek düşünceydi. Kendime acımayı bir kenara bırakıp, Bree'nin suratını aklıma getirmeye çalıştım. Hastalığı için ilaç bulamayacağıma eminim, ancak bunun geçici bir soğuk algınlığı olduğunu ve iyi bir yemekle, biraz ısınmanın tedavi için yeterli olacağını umuyorum.
Asıl ihtiyacı olan şey, ateş. Fakat şöminemizi artık kullanmıyorum. Köle tacirlerinin çıkacak duman ve koku sayesinde yerimizi tespit etmeleri riskini göze alamam. Fakat bugün ona bir sürpriz yapacağım. Kısa bir süreliğine olsa da, şansımızı deneyeceğim. Bu, şömine ateşine bayılan Bree'nin moralini yerine getirecektir. Hele bir de buna eşlik edebilecek bir yemek bulabilirsem (bu bir tavşan gibi küçük bir şey bile olabilir), iyileşme süreci hepten hız kazanacak. Sadece fiziksel olarak iyileşmesinden bahsetmiyorum. Son birkaç gündür umudunu kaybetmeye başladığını fark ettim (Bunu gözlerinden anlayabiliyorum). Onun güçlü kalmasına ihtiyacım var. Hiçbir şey yapmadan oturup, gözlerimin önünde yitip gitmesine izin veremem. Tıpkı annemizin de başına geldiği gibi.
Yüzüme tokat gibi çarpan ani rüzgar bu sefer o kadar uzun ve acımasız ki, kafamı eğerek, geçmesini bekliyorum. Rüzgar kulaklarımın içinde uğulduyor. Ah, bu havalara uygun bir palto için neler yapmazdım ki. Yıllar önce yol kenarında bulduğum kapüşonlu bir svetşörtü giyiyorum. Sanırım bir oğlan çocuğuna aitti, bu sevindirici bir şey. Çünkü uzun kollarını kıvırarak, eldivenmişler gibi kullanabiliyorum. 170 santimetre civarlarında olan boyum pek de kısa sayılmaz. O yüzden
bu svetşörtün sahibi kimse, epey uzun biri olmalı. Acaba onun kıyafetini giydiğimi bilse bunu kafasına takar mıydı diye merak ediyorum. Sonra büyük ihtimalle ölmüş olduğu aklıma geliyor. Tıpkı diğer herkes gibi.
Pantolonumun durumu da pek farklı değil: onca yıl önce şehirden kaçtığımızdan beri halen aynı pantolonu giydiğimi utançla fark ediyorum. Pişmanlık duyduğum tek bir şey var ise o da şehri bu kadar alelacele terk edişimizdir. Sanırım burada, yukarlarda bir yerlerde halen açık bir dükkan bulabileceğimi ya da en azından Kurtuluş Ordusu2 benzeri bir şeyle karşılaşacağımı düşünmüş olmalıyım. Bu düşüncelerim aptalca; çünkü kıyafet satan dükkanların hepsi çoktan yağmalandı. Sanki bir gecede dünya bolluk içindeki bir yerden, kıtlığın kol gezdiği bir yere dönüşmüştü. Babamın evindeki çekmecelerde tek tük giyecek bir şeyler bulabilmiştim. Bunları Bree'ye verdim. Babamın kıyafetlerinin ve çoraplarının onu sıcak tutacak olması içimi rahatlatmıştı.
Rüzgar sonunda kesiliyor. Tekrar esmeye başlamadan önce başımı doğrultup, düzlüğe varana kadar iki katı bir hızla ilerlemeye başlıyorum.
En tepeye vardığımda, sızlayan bacaklarımın üstünde zorla nefes alarak, etrafa göz gezdiriyorum. Ağaçların daha seyrek olduğu bu bölgenin ilerisinde küçük bir göl var. Bu göl de diğerleri gibi donmuş bir halde ve üzerinden yansıyan güneş ışınları o kadar keskin ki gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Derhal önceki gün iki kayanın arasına sıkıştırdığım oltama bakıyorum. Gölün üzerine doğru bükülü halde, ucundan sarkan uzun bir ip parçası, buzun üzerindeki küçük bir delikten içeri doğru sarkıyor. Eğer olta eğik vaziyette ise bu akşam Bree'nin karnı doyacak demektir. Eğer değilse, hiçbir şey yakalayamadığını anlayacağım, önceki günlerde de olduğu gibi. Durumun ne olduğunu anlamak için bir ağaç kümesinin içinden, karları aşarak geçiyorum.
Olta dümdüz. Hiç şaşırmadım.
Yüreğim parçalanıyor. Küçük baltamla, buzun üzerinde başka bir küçük delik açsam mı diye düşünüyorum. Ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini çoktan biliyorum. Sorun olan deliğin yeri değil, gölün ta kendisi. Toprak kazıp solucan bulamayacağım kadar donmuş bir halde. Hem zaten nereyi kazmam gerektiğini de bilmiyorum. Doğuştan gelen bir avcılık veya tuzak kurma yeteneğim yok. Yolumun buralara varacağını bilsem, çocukluk yıllarımı izcilere katılarak, hayatta kalma yöntemlerini öğrenmekle geçirirdim. Fakat şu an yaptığım her işte kendimi o kadar yetersiz hissediyorum ki. Nasıl tuzak kurulacağını bilmemem bir yana, balıkçılık yeteneğim karnımızı doyurmaya yetmiyor.
Babamın kızı, yani bir deniz piyadesinin kızı olarak iyi bildiğim tek şey olan dövüşmek, burada hiçbir işe yaramıyor. Hayvanlar alemine karşı bu kadar çaresiz olsam bile, en azından iki bacaklılara karşı kendimi koruyabilirim. Gençliğimden itibaren, istesem de istemesem de, babam onun, yani bir deniz piyadesinin kızı olmam ve bununla gururlanmam için oldukça ısrarcıydı. Tabii aynı zamanda hiç sahip olamadığı oğlu olmamı da istiyordu. Beni boks, güreş ve çeşitli dövüş sanatları kurslarına kaydettiriyordu. Bir bıçağın nasıl kullanılması gerektiği, silahların nasıl ateşleneceği, vücuttaki basınç noktaları ve bel altı dövüşmenin kurallarını bana uzun uzun öğretti. Bunlardan daha önemli ise güçlü olmamı, asla korkup, ağlamaman gerektiğini bana sürekli hatırlattı.
İşin komik tarafı ise bana öğrettiği şeyleri kullanma şansını asla bulamamış olmam. Öğrettiği şeylerin bu dağın başında bana hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü burada benden başka tek bir kişi dahi yok. Asıl bilmem gereken şey, tekmelerimi nasıl savuracağım değil, yiyecek bir şeylere hangi yollardan ulaşabileceğim. Eğer başka birisiyle karşılaşırsam, yapacağım şey onu yere yıkmak değil, yardım istemek olacaktır.
Yukarlarda bir yerlerde daha küçük başka bir göl olduğunu hatırlıyorum. Kendimi maceraya yatkın hissettiğim bir yaz günü, dağın üst kısımlarına doğru çıkmıştım. Geçen yazdan beri gitmediğim bu göl, yarım kilometrelik dik bir yokuşun bitiminde yer alıyordu.
Kafamı yukarı doğrultup, iç geçiriyorum. Kırmızımsı tonlara bürünmüş olan asık suratlı güneş, çoktan batmaya başlamıştı bile. Şu an yapmak isteyebileceğim son şey daha da yukarılara çıkmak. Çünkü kalan son enerjimi de, aşağıya varabilmek için harcamam gerekiyor. Son günlerde ne zaman yalnız başıma kalsam, babamın sesi kafamın içinde gittikçe güçleniyor. Kendime kızarak, bunu engellemeye çalışıyorum. Ancak bir şekilde, başarısız oluyorum.