"Moore, sızlanmayı kes ve ilerlemeye devam et!"
Babam bana her zaman soyadımla hitap etmeyi sevmiştir. Benim bundan rahatsızlık duymam, onu ilgilendirmiyordu.
Eğer şimdi geri dönersem, Bree bu gece aç kalacak. Aklıma gelen en iyi fikir, yemek bulmak için son şansım olan yukardaki o göl. Ayrıca Bree'nin ısınmasını da istiyorum. Fakat buradaki bütün odunlar ıslak bir vaziyetteler. Rüzgarın daha güçlü olduğu üst kesimlerde, çıra olarak kullanabileceğim kurulukta odunlar bulabilirim. Dağa doğru bir bakış daha atıyorum ve tırmanmaya karar veriyorum. Oltam yanımda, kafamı eğerek yürüyüşe başlıyorum.
Kasıklarıma batan milyonlarca iğne ve ciğerlerimi delen soğuk hava, her bir adımımı ıstıraba döndürüyor. Rüzgar hızlanırken kar, tıpkı bir zımpara kağıdı gibi suratıma sürtünüyor. Tepemde bir kuş, benimle alay ediyormuş gibi ötüyor. Tam bir sonraki adımı atamayacakmışım gibi hissettiğimde, kendimi bir sonraki düzlüğe varmış buluyorum.
Çok yükseklerde olan bu düzlüğü diğerlerinden ayıran bazı noktalar var; çam ağaçlarının sıklığı görüş mesafesini üç metreye kadar indiriyor. Ağaçların bir tente gibi çekilmiş geniş dalları, gökyüzünü görmeye engel oluyor. Karın içi ağaçlardan düşen sivri, yeşil iğnelerle kaplanmış. Ağaçların geniş gövdeleri ise rüzgarın önünü kesmeyi başarmış. Sanki kendimi, dünyanın geri kalanından saklanmış küçük ve özel bir krallığın topraklarındaymış gibi hissediyorum.
Durup, ağaçların arasından görünen manzaraya bakıyorum. Görüntü inanılmaz. Babamın dağın orta kesimlerinde yer alan evindeki manzaranın her zaman harika olduğunu düşünmüşümdür. Ancak burada, yani en tepe noktada ise manzara olağandışı. Dağın zirveleri her bir yöne doğru yükseliyor. Onların ardında, uzaklarda, parıldamakta olan Hudson Nehri'ni bile görebiliyorum. Ayrıca dağın çevresinde dolanan, dikkate değer şekilde sağlam kalmayı başarabilmiş yolları da buradan seçmek mümkün. Yolların sağlam kalmış olmasının sebebi büyük ihtimalle kimsenin onları kullanarak, dağa çıkmamasından kaynaklıyor. Şahsen şimdiye kadar tek bir araç dahi görmedim. Kara rağmen, yollar açık; yokuşlu, viraj yollar, üzerlerindeki suların çekilmesi için güneşin altına uzanmış bir halde bekliyor. Ve şaşırtıcı bir şekilde, karların çoğu erimiş.
İçimi ani bir endişe sarıyor. Yolların, araçların geçmesini imkansız kılan buz ve karla kaplı olmasını tercih ederim. Çünkü bu günlerde benzin ve araçlara sadece Arena Bir için insan arayan acımasız kelle avcıları, yani köle avcıları sahipler. Her yerde devriye gezerek, hayatta kalanları arıyorlar. Bulduklarını ise kaçırarak, arenaya köle olarak getiriyorlar. Duyduğuma göre, orada, hayatta kalanları sırf eğlenceleri için birbirleriyle ölümüne dövüştürüyorlar.
Bree ve ben şanslıydık. Burada bulunduğumuz yıllar içinde bir tane bile köle avcısına rastlamadık. Fakat sanırım bunun nedeni, bu kadar yüksek ve uzak bir noktada yaşıyor olmamız. Ancak bir kere çok uzaklardan, nehrin diğer tarafında ki bir yerlerden geçen köle avcılarına ait bir arabanın motorundan çıkan gürültüyü işitebilmiştim. Aşağılarda bir
yerlerde, devriye gezdiklerine eminim. Asla risk almıyorum. Dikkat çekmediğimizden emin oluyor, ihtiyacımız olmadıkça ateş yakmayıp, gözlerimi Bree'nin üzerinden asla ayırmıyorum. Çoğu zaman avlanmaya giderken, onu da yanıma alırım. Bu kadar hasta olmasaydı, bugün de yanımda olurdu.
Düzlüğe geri dönüp, küçük gölü gözüme kestiriyorum. Öğleden sonrası güneşinin altında parıldayan donmuş göl, adeta kayıp bir mücevher gibi, ağaçların arasındaki çalılarda uzanmış, duruyor. Yaklaşarak, kırılmayacağından emin olmak için deneme amaçlı birkaç adım atıyorum. Sağlamlığından emin olunca, biraz daha ilerliyorum. Kemerimden çıkardığım baltayı seçtiğim bir noktaya sertçe birkaç sefer indiriyorum ve bir çatlak oluşuyor. Bıçağımı çekerek, eğiliyorum ve çatlağın tam ortasına doğru sivri ucunu indiriyorum. Çatlağın içinde bıçağı oynatarak, bir balığın çıkabileceği genişlikte bir delik oyuyorum.
Düşe kalka gölün kenarına koşuyorum ve oltayı iki ağacın arasına yerleştirdikten sonra çıkardığım ipi, göle geri koşarak, oluşturduğum delikten içeri bırakıyorum. Metal kancanın buzun altında yatan balıkların ilgisini çekeceğini umarak, ipi birkaç kere hızlıca çekiştiriyorum. Ancak hem bunun boş bir çaba olduğunu, hem de bu dağlarda artık yaşayan bir şeyin kalmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.
Burası o kadar soğuk ki oturup, oltayı izlemem imkansız. Hareket halinde olmalıyım. Dönüp, gölden uzaklaşmaya başlıyorum. Batıl inançlara yatkın olan tarafım eğer burada öylece durup, göle bakmayı kesersem, belki bir balık tutabileceğimi söylüyor. Ağaçların etrafında dolaşarak ısınmak için ellerimi ovuşturuyorum. Fakat pek işe yaradığını söyleyemem.
İşte o an kuru odun aklıma geliyor. Belki birkaç dal parçası bulurum diye etrafıma şöyle bir bakıyorum ama boşuna. Toprağın üstü tamamen karla kaplanmış bir halde. Ağaçların dalları ve gövdeleri bile karla örtülüler. Fakat uzakta bir yerde, rüzgarın üzerindeki karları döktüğü ağaçlar gözüme çarpıyor. O tarafa doğru yürüyüp, ellerimle kabuklarını kontrol ediyorum. Dallardan bazılarının kuru olduğunu anlayınca, rahatlıyorum. Baltamı çekip, büyük dallardan birini kesiyorum. Bu kadar büyük bir dal ihtiyacımı karşılayacaktır.
Karın içine saplanmasını istemediğimden, onu havada yakalıyorum. Ağacın gövdesine dayadıktan sonra, tam ortasından kesip, ikiye ayırıyorum. Elime çıralardan oluşan küçük bir yığın geçene kadar kesmeye devam ediyorum. Bunları kardan korumak için ağacın gövdesindeki bir oyuğa yerleştiriyorum.
Diğer ağaçların gövdelerini incelerken, bir şey dikkatimi çekiyor. Dikkatle bakarak, ağaçlardan birine yaklaşıyorum ve kabuğunun diğerlerininkinden daha değişik olduğunu fark ediyorum. Evet, bu öbürleri gibi bir çam ağacı değil, bir akçaağacı. Bu kadar yükseklerde bulunmasına şaşırıyorum ama onu tanıyabilmiş olmama ise daha çok şaşırıyorum. Aslına bakarsak, bir akçaağacı, belki de doğada tanıyabileceğim tek şey bile olabilir. Tüm çabalarıma rağmen, aklıma hatırlamak istemediğim bir anım geliyor.
Ben henüz gençken, babam beni doğada bir geziye çıkartmayı kafasına koymuştu. Neden olduğunu Tanrı bilir ya, akçaağaçların sıvısını akıtmak için böyle bir yolculuğa çıktık. Tanrının bile unuttuğu bir bölgeye uzun süren bir araba yolculuğu yaptık. Benim elimde metal bir kova, onun elinde bir ibrik ucu, yanımızda ise tur rehberi ile mükemmel akçaağacını bulmak için ormanda saatler boyunca gezindik. İbrik ucunu taktığı ilk ağaçtan sonra suratında oluşan hayal kırıklığı ifadesini hatırlıyorum. Babam şurup beklerken, ağaçtan renksiz bir sıvı akmıştı.
Rehberimiz ona gülerek, akçaağaçların şurup değil, besi suyu ürettiğini söylemişti. Bu suyun kaynatarak, şurubu elde edebilirdik. Bunun saatlerce süren bir işlem olduğunu söyledi. Bir litrelik şurup için 300 litrelik besi suyu gerekiyordu.
Elindeki kovadan taşan sıvıya baktıktan sonra sanki biri onu kandırıp, dolandırmışçasına, babamın suratı kırmızı bir renk aldı. Babam, tanıdığım en gururlu adamdı ve birinin onu aptal yerine koymasından daha çok nefret ettiği bir şey varsa, bu da onunla dalga geçilmesiydi. Gülen tur rehberine fırlattığı kova, adamı kıl payı ıskaladı. Babam beni elimden tutup, öfkeyle oradan ayrıldı.
Bu olaydan sonra, bir daha asla doğa yürüyüşlerine çıkmadık.
Yaşananları kafaya fazla takmayan ben, bu geziden keyif bile almıştım. Gerçi babam dönüş yolu boyunca burnundan solumuştu ama olsun. Geri dönmeden önce besi suyundan,
küçük bir bardağın içinde bir miktar aşırmayı başarmıştım. Ona çaktırmadan arada bir birkaç yudum aldığımı hatırlıyorum. Şekerli suya benzeyen bu şeye bayılmıştım.
Bu ağacı sanki ailemden biriymiş gibi hemen hatırlamıştım. Dağın bu kadar yükseklerinde yer alan türünün bu örneği o kadar güçsüz ve cılızdı ki, içinde birazcık bile besi suyu olsa, buna şaşırırdım. Fakat kaybedecek bir şeyim yok. Bıçağımı çekip, aynı noktaya defalarca indiriyorum. Açılan deliğe bıçağı saplayarak, derinlere itiyorum ve iyice çeviriyorum. Fazla bir beklentim yok.
Akan bir damla besi suyunu gördüğüm de inanılmaz şaşırıyorum. Bir süre sonra besi suyunun yavaşça damlamaya devam ettiğini görünce ise hepten apışıp, kalıyorum. Parmağı uzatıp, dokunuyorum ve dilime değdiriyorum. Şeker beni diriltirken, çok iyi bildiğim bu tadı hatırlıyorum. Hatırlamamla beraber, bu olanlara inanamıyorum.
Besi suyu şimdi çok daha hızlı akıyor ve yere düşen damlarlar yüzünden birçoğunu kaybediyorum. Kova veya benzeri bir şeyler bulabilmek için gözlerimi umutsuzca etrafımda gezdiriyorum. Sonra aniden aklıma termosum geliyor. Plastik termosu kemerimden çıkarıp, baş aşağı tutarak içindeki suyu döküyorum. Etrafımda, özellikle bunca kar varken, temiz su bulmak oldukça kolay. Fakat bulduğum bu besi suyu, şu an benim için sudan değerli. Keşke uygun bir ibrik ucum olsaydı diye düşünürken termosu ağacın hizasına getiriyorum. Termosu ağacın gövdesine elimden geldiği kadar bastırarak, çıkan
sıvının çoğunu yakalamayı başarıyorum. Biraz yavaş doluyor ama birkaç dakika içinde termosun yarısını doldurmayı başarıyorum.
Sıvı akmayı kesiyor. Acaba tekrar başlar mı diye birkaç saniye bekledikten sonra, termosu çekiyorum.
Etrafıma şöyle bir baktığımda, beş metre ilerimde başka bir akçaağaç olduğunu görüyorum. Hızla o yöne doğru ilerliyorum, bıçağımı büyük bir hevesle kaldırıyorum, kafamda termosu doldurduğum ve tadına baktığı zaman Bree'nin suratının alacağı ifadeyi hayal ederek, sert bir darbe indiriyorum. Pek besleyici olmayabilir ama onu mutlu edeceği kesin.
Ancak bıçağımın bu seferki darbesinde, hiç beklemediğim bir yarılma sesi çıkıyor ve ardından ise tahtaların çıkardığı iniltilere benzer bir gürültü yükseliyor. Tüm ağacın eğilmekte olduğunu görüyorum ve geç de olsa farkına varıyorum ki bir buz tabakasının üzerinde duran bu ağaç, çoktan ölüymüş. Tepeden aşağı yuvarlanması için gereken son şey, bıçağımın indirdiği darbeymiş.
Bir dakika içinde, en azından on metre uzunluğunda olan bu ağaç, yere çakılıyor. Kar ve çam ağacı dikenlerinden oluşan koca bir bulutu da yerden kaldırıyor. Birileri beni fark etmiş olabilir diye çömeliyorum. Kendime çok kızgınım. Yaptığım şey düşüncesiz ve aptalcaydı. Ağacı daha dikkatli incelemeliydim.
Etrafta kimsenin olmadığını fark edince, kalp atışlarım birkaç dakika içinde normale dönüyor. Mantıklı olmaya çalışıp,
ağaçların sürekli kendi başlarına devrildiğini, bunun için illa insanların gerekli olmadığını kendime hatırlatıyorum. Az önce ağacının durduğu yere baktığım zaman, gördüğüm şeyden emin olamıyorum. Durduğum yerde kıpırdamadan, inanmayan gözlerle bakıyorum.
İlerde, bir ağaç topluluğun arkasında, dağın hemen yanına inşa edilmiş taştan yapılma bir kulübe bulunuyor. Küçük, düzgün kesilmiş bir kare şeklindeki bu yapının genişliği yedi, yüksekliği beş metre civarında ve yüzlerce yıllık kesme taşlardan yapılmış duvarlara sahip. Bir kemerin içine yerleştirilmiş olan ahşap kapı ise aralık.
Bu küçük kulübe o kadar iyi kamufle olmuş ve çevresiyle o kadar uyumlu ki, ona bakarken bile zar zor seçebiliyorum. Duvarları ve çatısı karla kaplı olan kulübenin taşları, tabiat ile uyum içindeler. Kulübe o kadar eski görünüyor ki sanki yüzlerce yıl önce yapılmış gibi. Burada ne işi olduğunu, neden ve kim tarafından yapılmış olabileceğini bir türlü anlayamıyorum. Belki bir orman korucusunun eviydi. Belki inzivaya çekilmiş birine aitti. Ya da hayatta kalma konusunda takıntılı olan birine.
Yıllardır kimse buraya gelmemiş gibi görünüyor. Giriş katının dışarısını ve içerisini inceleyerek, bir hayvan ya da insana ait ayak izi var mı diye kontrol ediyorum. Fakat buna dair bir iz göremiyorum. Karın başladığı birkaç gün önceyi düşünüp, kafamda hesaplamalar yapıyorum. En azından üç gündür buraya gelen veya giden olmamış.
İçerde bulabileceğim şeyleri düşündükçe, kalbim hızla atmaya başlıyor. Yiyecek, giyecek, ilaç veya silah. Ne olursa olsun, bu tanrının bir lütfu olurdu.
Açıklıkta dikkatlice ilerlerken, izlenmediğimden emin olmak için omuzun üzerinden geriye doğru bakıyorum. Hızla hareket ederken ardımda, karın içinde, büyük ve dikkat çeken ayak izleri bırakıyorum. Ön kapıya ulaştığımda, arkama dönüp, son bir kez daha bakıyorum. Kapının önünde dikilip, etrafı dinliyorum ama kulağıma gelen tek ses yakınlardaki bir dereye ve rüzgara ait. İçerde saklanan hayvanları son kez uyarmak için, baltamın sapıyla kapıya sert bir şekilde vuruyorum.
Cevap yok.
Karı sürükleyerek, kapıyı hızlıca açıyorum ve içeri adımımı atıyorum.
İçerideki karanlığa gözlerimin alışması biraz vakit alıyor. Odayı aydınlatan tek şey, küçük camlardan içeri sızmakta olan günün son ışıkları. İçerde burayı sığınak olarak kullanan hayvanların olması ihtimaline karşın sırtımı kapıya dayayarak, tetikte bekliyorum. Bu şekilde birkaç saniye daha durduktan sonra, gözlerim loş ışığa tamamen alışıyor ve yalnız olduğumu anlıyorum.
Bu küçük ev ile ilgili fark ettiğim ilk şey, sıcaklığı. Büyük ihtimalle bu kadar küçük ve alçak bir tavana sahip olup, dağın hemen bitişiğine inşa edildiği için ya da rüzgarlardan korunduğu için. Camları sonuna kadar açık ve kapısı aralık
olduğu halde, içerisi, dışarıya nazaran en az on beş derece daha sıcak. Babamın evinde şömine yaktığımız zaman bile bu kadar ısınamıyoruz. Bir kere babamın evi ucuza mal edilmiş bir yerdi. Kağıt kadar ince duvarlar, kalitesiz bir yalıtıma sahip ev, üstüne üstlük tam da rüzgarın estiği yönde yer alan bir tepenin ucuna yerleştirilmişti.
Fakat burası daha farklı. Taş duvarlar o kadar kalın ve ustaca yapılmışlar ki kendimi burada rahat ve güvende hissediyorum. Kapıyı kapatsam, camlara tahtalar yerleştirsem ve kullanıma hazır görünen şömineyi yaksam, buranın daha ne kadar ısınabileceğini hayal etmekte zorlanıyorum.
İçerisi, geniş bir odadan oluşuyor. Gözlerimi kısarak, işime yarayacak ufakta olsa bir şeyler bulabilmek için karanlığı tarıyorum. Şansıma, buraya savaştan beri kimse girmemiş gibi görünüyor. Şimdiye dek gördüğüm evlerin tümünün camları kırılmış, içleri yıkıntıya dönmüş ve kablolarına kadar işe yarayabilecek her şeyleri yağmalanmış bir haldeydi. Ama bu ev, onlardan farklı. Sanki sahibi bir gün kalkıp, gitmiş gibi temiz, düzenli ve el değmemiş görünüyor. Savaştan bile önce terk edilmiş olabilir. Tavandaki örümcek ağlarını, şaşırtıcı konumunu ve ağaçların arasında ne kadar iyi saklanmış olduğunu göz önüne alırsam, onlarca yıldır burada kimsenin yaşamadığını düşünmek gayet makul.
İlerdeki duvarda yer alan bir nesneyi genel hatlarıyla görüyorum. El yordamıyla karanlıkta ona doğru ilerliyorum. Ellerim ile ona dokunduğum zaman, bunun bir komidin olduğunu anlıyorum. Parmaklarımı, pürüzsüz, tahta yüzeyinde gezdirirken, üzerini kaplayan tozu hissedebiliyorum. Parmaklarım, çekmece kolları olduğunu anladığım yuvarlak şeylere rastlıyor. Nazikçe çekerek, açıyorum. Çekmecelerin içerisi görmek için fazla karanlık olduğundan, elimi içlerine sokup, tarıyorum. İlk çekmece boş çıkıyor, tıpkı ikinci gibi. Kalanları hızlıca açarken, umutsuzluğum iyice artıyor; ta ki beşinci çekmeceye ulaşana kadar. Çekmecenin arkalarında, bir şeyler elime değiyor. Onu yavaşça dışarı doğru çekiyorum.