Işığa doğru kaldırıyorum ama en başta ne olduğunu anlayamıyorum; fakat parmaklarım alüminyum folyoya değdiğinde, bunun ne olduğunu hemen kavrıyorum: çikolata. Üzerinden birkaç ısırık alınmış, ancak halen orijinal ambalajına sarılı ve çoğu duruyor. Folyoyu biraz açıp, burnuma yaklaştırdıktan sonra kokluyorum. Bu inanılmaz: gerçek bir çikolata. Savaştan beri çikolatamız olmamıştı.
Koku, içimde, keskin bir açlık hissi uyandırıyor ve ambalajı yırtıp, çikolatayı silip süpürmemek için insan üstü bir irade gösteriyorum. Kendimi güçlü olmak için zorlayarak, paketi dikkatlice geri sarıyorum ve cebime saklıyorum. Tadını çıkarmak için Bree ile beraber olacağımız anı bekleyeceğim. İlk ısırığı aldığı zaman suratının alacağı şekli düşünerek, gülümsüyorum. Bu paha biçilmez olacak.
Artık her türlü hazineye rastlayabileceğime dair büyük bir umutla, kalan çekmecelerin de altını üstüne getiriyorum. Ancak kalan her şey boş çıkıyor. İlgimi tekrar odaya çeviriyorum.
Her bir köşesini, duvar diplerini araştırıyorum. Fakat içerisi terk edilmiş bir halde.
Ansızın, yumuşak bir şeyin üzerine basıyorum. Eğilip, elime alıyorum ve ışığa doğru kaldırıyorum. Şaşırmış bir haldeyim: bu bir oyuncak ayı. Yıpranmış ve tek gözü eksik olabilir, ancak Bree oyuncak ayılara bayılır ve geride bıraktığı ayıcığını her zaman özlemiştir. Bunu görünce mutluluktan havalara uçacak. Anlaşılan bugün, onun şanslı günü.
Oyuncak ayıyı kemerimin içine sıkıştırıp, kalkarken, parmaklarım yerdeki yumuşak bir şeye sürtünüyor. Kaldırıp, baktığımda, bunun bir atkı olduğunun farkına memnuniyetle varıyorum. Siyah renkli ve tozla kaplı olduğu için onu karanlıkta görememişim. Onu boynuma ve göğsüme yaklaştırdığım da sıcaklığını hissetmeye başlıyorum bile. Cama doğru tutarak, üzerindeki tozu atması için iyice silkeliyorum. Işığın altında şöyle bir göz gezdirdiğim de uzun ve kalın olduğunu, hatta üzerinde tek bir delik dahi olmadığını fark ediyorum. Saf altın gibi. Hemen boynuma sararak, kıyafetimin içine sokuyorum. Şimdiden ısınmaya başladım bile. Tozdan dolayı, hapşırıyorum.
Güneş batıyor ve anlaşılana göre bulabileceğim her şeyi çoktan buldum bile. Kapıya doğru yöneldiğimde ayağımı sert, metalden bir şeye çarpıyorum. Durup, dizimin üstüne çöküyorum ve bunun bir çeşit silah olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Hayır, değil. Bu tahta zeminden çıkan demir bir topuz. Tıpkı bir kapı koluna benziyor.
Sağa, sola oynatıyorum ama hiçbir şey olmuyor. Döndürmeyi deniyorum ama gene sonuç yok. Şansımı deneyip, kenarından yukarı doğru, sertçe çekiyorum.
Açılan gizli bir kapıdan, etrafa tozlar yayılıyor.
Aşağı doğru bakıyorum ve buranın iki metre yüksekliğinde, toprak zemine sahip bir oda keşfediyorum. Kalbim, ihtimalleri düşündükçe hızlanıyor. Eğer burada yaşasaydık ve başımız dertte olsaydı, Bree'yi buraya saklayabilirdim. Bu küçük kulübe gözümde gittikçe daha çok değer kazanıyor.
Sırf bu da değil. Aşağıya baktığım da, gözlerim parlak bir şeye takılıyor. Tahta kapıyı ardına kadar açıyorum ve merdiveni hızlıca aşağı indiriyorum. Ellerimle etrafa dokunarak, zifiri karanlığın içine dalıyorum. Bir adım atmamla beraber, elim bir şeye değiyor. Cam. Duvarlara gömülü rafların üzerinde sıralanmış şekilde duran cam kavanozlar bulunuyor.
Birini çekip, ışığa doğru tutuyorum. İçindeki şeyler kırmızı ve yumuşak görünüyor. Reçele benziyorlar. Teneke kapağı hızlıca açıp, burnuma yaklaştırıyorum ve kokusunu içime çekiyorum. Ahududuların keskin kokusu, adeta bir tokat gibi yüzüme iniyor. Parmağımı içine daldırıp, kepçeliyorum ve tereddüt içinde dilime değdiriyorum. Bunun sahiden de ahududu reçeli olduğuna inanamıyorum. Tadı da o kadar güzel ki sanki daha dün yapılmış gibiler.
Hızlıca kapağı geri takıp, şişeyi ceplerimden birine tıkıştırıyorum ve tekrar raflarla ilgilenmeye başlıyorum. Ellerimi karanlığın içinde gezdirdiğimde, bu şişelerden an az bir düzine
daha olduğunu anlıyorum. Bana en yakın olanı kaptığım gibi ışığa geri dönüyor ve şişeyi kaldırıyorum. İçindekiler turşuya benziyor.
Şaşkınlık içindeyim. Burası resmen bir altın madeni.
Keşke yanıma daha fazlasını alabilseydim ama ellerim donmak üzere ve taşıyabilecek yerim yok. Ayrıca hava da kararıyor. O yüzden turşu kavanozunu bulduğum yere geri bırakıp, merdiveni çekiyor ve gizli kapıyı ardımdan sıkıca kapıyorum. Keşke yanımda bir kilidim olsaydı; tüm bu şeyleri korumasız bir halde bıraktığım için tedirginlik duyuyorum. Ama sonra kendime buraya yıllardır kimsenin uğramadığını ve eğer o ağaç düşmeseydi, benim de asla fark etmeyeceğimi kendime hatırlatıyorum.
Evi terk ederken, kapıyı, burayı artık yeni evimizmiş gibi gördüğüm için korumacı bir duyguyla, sıkıca kapıyorum.
Ceplerim dolu bir şekilde göle doğru koşturuyorum. Fakat hissettiğim bir hareketlilik ve duyduğum bir ses, olduğum yerde donup kalmama neden oluyor. Birisi beni izlemiş olabilir mi, diye endişeleniyorum. Ancak yavaşça arkama dönüp baktığım zaman, daha farklı bir manzarayla karşılaşıyorum. Yıllardan beri gördüğüm ilk geyik bu. İri, kara gözleri, benimkilere kilitlenmiş bir halde. Birden geriye dönüp, kaçmaya başlıyor.
Nutkum tutulmuş bir haldeyim. Neredeyse bir ayımı geyik arayarak geçirmiş, yeteri kadar yaklaşarak, bıçağımı bir tanesine fırlatabileceğimi ummuştum. Ancak karşıma bir tanesi bile çıkmamıştı. Belki yeteri kadar yükseklerde avlanmıyordum. Belki en başından beri buradaydılar.
Ertesi sabah ilk iş olarak buraya dönmeye ve gerekirse tüm gün beklemeye karar veriyorum. Eğer bir kere buraya gelmişse, belki tekrar geri dönebilir. Onu bir dahaki görüşümde, öldüreceğim. Karnımızı haftalarca tok tutabilir.
Göle geri dönerken içim umutla dolu. Oltama yaklaştığım zaman, yüreğim yerinden oynuyor: olta neredeyse yarısına kadar bükülmüş bir vaziyette. Heyecan içinde titreyerek, buzun üzerinde düşe kalka koşuyorum. Çılgıncasına sallanan ipi yakalıyorum ve yeteri kadar sağlam olması için dua ediyorum.
Hızlıca ipi çekiyorum. Büyük bir balığın da kuvvetli bir şekilde beni çektiğini hissedebiliyorum. İpin kopmaması, kancanın kırılmaması için sessizce yalvarıyorum. Son kez hızlı bir şekilde yükleniyorum ve balık uçarak delikten fırlıyor. Bu, kolum büyüklüğünde kocaman bir somon balığı. Buza inmesiyle beraber çırpınarak, kaymaya başlıyor. Koşup, yakalamak için uzanıyorum ama ellerimin arasından kayarak, buzun üstüne geri düşüyor. Ellerim onu tutamayacak kadar kaygan, bu yüzden elbisemin kollarını indirerek, daha sıkı bir şekilde tekrar yakalamaya çalışıyorum. Ellerimin içinde çırpınarak, en sonunda ölene kadar en az otuz saniye boyunca kıvranıyor.
Şaşkına dönmüş bir haldeyim. Bu, aylardan beri yakaladığım ilk balık.
Buzun üzerinde kayarak, balığı gölün kenarına bıraktığımda, mutluluktan uçar bir haldeyim. Bir şekilde hayata dönüp,
göle geri dönecek diye korktuğum için üzerini karla kaplıyorum. Bir elime olta ve ipi alıp, diğeriyle de balığı kapıyorum. Ceplerimden birinde kavanozu, diğerinde ise termosla beraber sıkışmış çikolata ve belimde ise oyuncak ayıyı hissedebiliyorum. Bree bu gece birçok zenginliğin tadına varacak.
Alınacak tek bir şey kaldı. Kuru odun yığınlarının bulunduğu yere dönerek, serbest olan elimle alabildiğim kadar çok kütük alıyorum. Birkaçı düştüğü için, istediğim kadar alamıyorum ama şikayet edecek halim de yok. Geri kalanlar için sabahleyin dönebilirim.
Eller, kollar ve cepler dolu bir halde, günün son ışıkları altında, hazinelerimi düşürmemeye dikkat ederek dağdan aşağı inmeye başlıyorum. Yol boyunca kulübe aklımdan bir an için bile çıkmıyor. Orası mükemmel bir yer ve kalbim ihtimalleri düşündükçe daha hızlı atıyor. İhtiyacımız olan şey tam olarak öyle bir yer. Babamın evi fazla dikkat çekici, hemen ana yolun kenarında bulunuyor. Fazla açıkta kaldığımız için aylardan beri endişe içindeyim. Evin yanından geçen tek bir köle avcısı ve işimiz bitik. Uzun zamandır oradan taşınmamızı istiyorum ama nereye gidebileceğimize dair hiçbir fikrim yoktu. Bu kadar yüksek noktalarda hiç ev yok.
Bu kadar yükseğe, yolun kenarına inşa edilmiş olan bu küçük kulübe o kadar iyi kamufle olmuş bir durumdaki sanki bizim için yapılmış. Kimse bizi orada bulmayı başaramaz. Başarsalar bile, araçları olmadan, tırmanarak gelmek zorundalar ve ben böyle bir noktadan, onları iki kilometre uzaktan bile tespit edebilirim.
Ayrıca evin neredeyse hemen kapısının önünde temiz su kaynağı da bulunuyor; böylece yıkanmak ve kıyafetlerimizi temizlemek için her dışarı çıktığımda Bree'yi yalnız bırakmak zorunda kalmam. Her yemek hazırladığımda ise su almak için elimde kovalarla defalarca göle kadar inmem de gerekmez. Üstümüzü örten bu kadar ağaç varken, rahatça şömineyi yakabilecek olmamızdan ise bahsetmiyorum bile. Balık ve av etliyle dolmuş bir evde, içi yemek dolu bir bodrum katına sahip olursak, daha güvende ve sıcakta oluruz. Kararımı verdim: yarın buraya taşınacağız.
Omuzlarımdan büyük bir yük kalktı. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Uzun zamandan beri ilk defa açlığın içimi kemirmediğini, soğuğun parmak uçlarıma saplanmadığını hissediyorum. Ben aşağılara doğru inerken, rüzgar bile arkamdan eserek sanki bana yardım ediyor. Sonunda işlerin lehimize döndüğünü, artık başarabileceğimizi biliyorum.
İşte şimdi, hayatta kalabiliriz.
İ K İ
Babamın evine alacakaranlıkta ulaşıyorum. Sıcaklık düşmekte, kar ise kalınlaşmış, ayaklarım altında hışırdıyor. Ormandan çıkıyorum ve yol kenarına dikkat çekici bir şekilde tünemiş evimizi görüyorum. Her şeyi yerli yerinde, bıraktığım gibi görmek içimi rahatlatıyor. Etrafıma bakınarak insan veya hayvana ait olabilecek ayak izleri arıyorum ama bir şey göremiyorum.
Evin içinde hiç ışık yanmıyor ama bu normal bir durum. Asıl yanıyor olsa şüphelenirdim. Elektriğimiz yok, bu yüzden ışık olması için Bree'nin mum yakmış olması gerekirdi ve böyle bir şeyi ben olmadan asla yapmaz. Birkaç saniye boyunca durup, etrafı dinliyorum ama çıt yok. Ne boğuşma sesleri, ne yardım çığlıkları, ne de hastalık kaynaklı iniltiler. Rahat bir nefes alıyorum.
Bir tarafım, eve döndüğüm zaman, içeri doğru uzanan ayak izleri, ardına dek açılmış bir kapı, kırılmış camlar ve Bree'yi de kaçırılmış olarak bulacağımdan hep korkmuştur. Bu kabusu defalarca gördüm ve her seferinde terler içinde uyanıp, Bree'nin orada olup olmadığını kontrol etmek için odasına koştum. Ama o her zaman orada, güven içinde uyuyor olur ve ben de kendimi azarlarım. Artık bunca yıldan sonra, böyle endişelenmeyi kesmem gerektiğinin farkındayım. Ancak nedense bundan kurtulamıyorum: Bree'yi ne zaman tek başına bıraksam, kalbime sancılar saplanır.
Halen tetikte, etrafımdaki her şeyi algılamaya çalışarak, günün solmakta olan ışıkları altında evimizi inceliyorum. Dürüst olmak gerekirse, bu ev en başından beri hoşuma gitmemiştir. Hiçbir özelliği olmayan dikdörtgen bir kutunun içine oturtulmuş, yapıldığı ilk günden beri eski, şimdi ise çürümüş gibi duran ucuz ve mavi renkli bir dış kaplamayla süslenmiş olan tipik bir dağ evi. Ucuz plastikten yapılmış olan, az sayıdaki pencereleri küçük ve araları açık. Daha çok karavan parklarında rastlanabilecek cinsten bir yere benziyordu. Yedi metrelik bir genişliğe sahip bu ev aslında tek bir yatak odasına sahip olmalıyken, yapanın aklına nereden estiyse, iki küçük yatak odası ve bunlardan daha bile küçük bir salona sahip.
Savaştan önce, dünya halen normal bir yerken burayı ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Babam evde olduğu zamanlar şehirden uzaklaşabilmek için bizi buraya getirirdi. Nankörlük yapıyormuş gibi gözükmek istemediğim için mutluymuş gibi davranır ama içten içe bu evden nefret ederdim; bana her zaman karanlık ve boğucu geldiği gibi, içerde hep bir küf kokusu da olmuştur. Çocukken, buradan bir an önce gitmek için hafta sonlarının bitmesini sabırsızlıkla beklerdim. Kendime sessizce yeminler eder, büyüdüğüm zaman buraya asla adımımı atmayacağımı söylerdim.
İşin komik tarafı ise şu an buraya minnettarım. Burası hem benim, hem de Bree'nin hayatını kurtardı. Savaş başladığı zaman şehirden kaçmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Burası olmasaydı ne yapardık bilemiyorum. Eğer bu ev bu kadar yukarlarda ve uzaklarda olmasaydı, çoktan köle avcıları tarafından kaçırılmıştık. Küçükken nefret ettiğiniz şeyleri, büyüdüğünüzde takdir edebiliyor oluşunuz ne kadar da komik. Kısmen büyüdüğünüzde yani. On yedi yaşındayım ama kendimi yine de büyümüş görüyorum. En azından son birkaç yıl içinde birçoğundan daha hızlı büyüdüm.
Evimiz yolun kenarında, bu kadar açıkta kalmıyor olsa ve birazcık daha küçük, korunaklı ve ağaçların arasında bulunsa, şimdi olduğum kadar endişeli olmazdım. Gerçi, kağıt inceliğinde duvarlara, akıtan bir çatıya ve rüzgarı engellemeyen pencerelere, her halükarda sahip olacaktık. Burası asla konforlu ve sıcak bir ev olmayacaktı. Fakat en azından güvende olacaktık. Şimdi buraya ve ardındaki geniş açıklığa bakınca, evimizin bir boy hedefi gibi durduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Karları ezerek ön kapımıza doğru ilerlerken, içerden havlama sesleri yükseliyor. Köpeğimiz Sasha, ona öğrettiğim şeyi
yapıyor: Bree'yi korumak. Ondan o kadar memnunum ki. Bree'yi o kadar dikkatle izliyor ki en ufak seste dahi havlıyor; böylece ne zaman avlanmaya gitsem, içim biraz da olsa rahat oluyor. Gerçi havlaması aynı zamanda yerimizi belli edebilir diye endişeleniyorum; ne de olsa havlayan bir köpek, insanların varlığına işarettir. Tam da köle avcılarının kulak kabartacağı cinsten bir ses.
Hızla içeri girerek, Sasha'yı susturuyorum. Elimdeki odunları tutmaya çalışarak, kapıyı kapatıyorum ve karanlık odaya giriyorum. Sessizleşen Sasha kuyruğunu sallayarak, üstüme doğru zıplıyor. Altı yaşındaki çikolata renkli bu Labrador, hayal edebileceğim en sadık köpek ve dostlardan biri. Eğer o olmasaydı, Bree çok uzun bir süre önce bunalıma girebilirdi. Hatta ben bile girebilirdim.
Suratımı yalayarak, iniltiler çıkaran Sasha, her zaman olduğundan daha da heyecanlı görünüyor; belimin çevresini ve paketlerini koklayarak eve özel bir şeyler getirmiş olduğumun çoktan farkına vardı bile. Onu sevebilmek için odunları yere bırakıyorum. O kadar zayıf ki vücuduna değen ellerim, kaburgalarını sayabiliyor. İçime bir suçluluk dalgası yayılıyor. Fakat Bree ve benim durumumuz daha farklı değil. Yediğimiz her şeyi onunla paylaşıyoruz, yani bu konuda eşitiz. Gene de ona daha fazlasını verebilmek isterdim.
Burnuyla dokunduğu balık elimden fırlayarak, yere düşüyor. Anında saldırdığı balık, yerde kaymaya başlıyor. Balığın üzerine tekrar zıplayarak, dişlerini geçiriyor. Fakat tadını sevmemiş olmalı ki, dişlerini çekiyor. Bunun yerine, onunla oynayarak, yerde bir o yana, bir bu yana sürüklemeye devam ediyor.