Rexus, Ceres yaklaşırken gözlerini sevinçle kocaman açtı. Ceres ona koştu ve ellerini beline doladığını hissetti. Hırpalanmış yanaklarını onunkine bastırdı.
“Ciri,” dedi alçak, boğuk sesiyle.
Dönüp Rexus’un saydam mavi gözleriyle karşılaşınca tüyleri diken diken oldu. Bir seksenlik boyuyla ondan neredeyse bir baş uzundu, sarı sık saçları kalp şeklindeki yüzünü çerçeveliyordu. Sabun ve dışarının kokusu sinmişti üzerine. Onu yeniden gördüğü için şükretti. Kendini her türlü durumda koruyacak durumdaydı ama yine de onun varlığı Ceres'e huzur veriyordu.
Ceres ayak ucunda yükseldi ve istekli şekilde kollarını Rexus'un kalın boynuna sardı. Devrimden ve üyesi olduğu bir yer altı ordusundan bahsedene kadar onu sadece bir arkadaşı gibi görüyordu. “Kendimizi baskının dizginlerinden kurtarmak için savaşacağız,” demişti ona yıllar önce. Bir anlığına isyanla ilgili o kadar tutkulu konuşmuştu ki kraliyeti indirmenin mümkün olduğuna gerçekten inanmıştı Ceres.
“Av nasıldı?” diye sordu gülümseyerek, günlerdir burada olmadığını biliyordu.
“Gülümsemeni özledim.” Uzun, altın kızılı saçlarını geriye atıp okşadı. “Bir de zümrüt gözlerini.”
Ceres de onu özlemişti ama söylemeye cesaret edemiyordu. Aralarında bir şey olursa arkadaşlıklarını kaybetmekten korkuyordu.
Arkalarından gelen Sartes, elini uzatıp, “Rexus,” diye seslendi.
“Nexos,” dedi derin otoriter sesiyle. “İçeri girmek istiyorsak az zamanımız var,” diye ekledi diğerlerini kafasıyla selamlayarak.
Hep birlikte Stadyuma doğru ilerleyen kabalalığa karışmak için aceleyle yola koyuldular. İmparatorluk askerleri dört bir yandan bazen sopa bazen kırbaçlarla insanları ilerlemeleri için itekliyorlardı. Stadyuma giden yola yaklaşırken kalabalık artıyordu.
Ceres birden bire dükkanlardan birinin önünde yükselen bir feryat duyunca içgüdüsel olarak sese doğru döndü. İki imparatorluk askeri ve satıcıyla beraber küçük bir çocuğun etrafında açılan geniş boşluğu gördü. O sırada orada olanlardan bazıları uzaklaşırken diğerleri olan biteni izlemeye koyuldular.
Ceres ne olduğunu anlamak için oraya yönelirken, askerlerden birinin çocuğun elindeki elmayı sertçe çektiğini ve ufak kolunu tutarak çocuğu çılgınca tartakladığını gördü.
“Hırsız!” diye inledi asker.
“Merhamet edin, lütfen!” diyerek bağırdı çocuk; kirli çökmüş yanaklarından yaşlar boşalıyordu. “Çok.. açtım!”
Ceres bu çocuk için içinde yanan bir şefkat hissetti, aynı açlığı kendi de yaşamıştı ve askerlerin zalimlikte sınır tanımayacaklarını biliyordu.
“Çocuğu bırakın,” dedi sakince tıknaz satıcı eliyle işaret ederek, altın yüzüğü güneş altında parlıyordu. “Ona bir elma verebilirim, yüzlerce elmam var.” Sanki olayın ciddiyetini ortadan kaldırmak ister gibi kıkırdadı.
Fakat toplanan kalabalık askerler dönüp şıngırdayan parlak zırhlarıyla beraber satıcıyla kaş çatarak bakınca sustular. Ceres’in kalbi satıcı için endişeyle doluyordu, kimsenin İmparatorluk’a karşı çıkmaması gerektiğini biliyordu.
Asker satıcıya doğru tehditkar bir ifadeyle yaklaştı.
“Bana bir suçluyu mu savunuyorsun?”
Satıcı bir o askere bir bu askere bakarken artık kendinden emin değildi.Asker döndü ve Ceres’i titreten bir şekilde çocuğun yüzüne vurdu.
Kalabalık nefesini tutarken çocuk büyük bir gürültüyle yere düştü.
Asker, satıcıya işaret ederek, “İmparatorluk’a bağlılığını göster, onu kırbaçlarken çocuğu sen tutacaksın,” dedi.
Satıcının gözleri dondu, alnına ter boşandı. Adamın kıpırdaman durmasına şaşırdı Ceres.
“Hayır,” diye cevapladı.
İkinci asker satıcıya doğru tehditkar bir adım atarken eli kılıcının kabzasını kavrıyordu.
"Dediğimizi yap yoksa kelleni alır dükkanını başına yıkarız," dedi asker.
Satıcının yuvarlak yüzü düştü ve Ceres adamın pes ettiğini anladı.
Yavaşça çocuğun yanına gelip önünde diz çökerek kollarını tuttu.
"Lütfen beni affet," derken gözlerinin kenarından yaşlar boşalıyordu.
Çocuk hıçkırarak ağlamaya ve ardından kendini adamdan kurtarmaya çalışırken çığlık atmaya başladı.
Ceres çocuğun titrediğini görebiliyordu. Stada doğru yürümek, buna şahit olmaktan kaçınmak istedi ancak ayakları meydanda mıhlanmış, gözleri önünde cereyan eden bu zalimliğe kilitlenmişti.
İlk asker çocuğu gömleğini yırtarken ikincisi kafasının üstüne kırbacını indirdi. Olaya şahit olan çoğu insan askerler eziyetlerine devam ederken tezahürat etti, sadece bir kaçı homurdanıp başları önlerinde yürüyüp gittiler.
Kimse hırsızın arkasında durmadı.
Açgözlü neredeyse deli eden bir ifadesiyle asker kırbacı çocuğun sırtına indirdi ve darbeleriyle acı içinde çığlık atmasına sebep oldu. Çocuğun yırtılan derisinden kanlar fışkırıyordu. Çocuğun kafası geriye doğru düşüp artık çığlık atamayıncaya kadar asker çocuğu kırbaçlamaya devam etti.
Ceres öne atılıp çocuğu kurtarmak için içinde büyük bir dürtü hissediyordu ancak bunu yaparsa sonucunun kendi ve sevdiği herkesin ölümü olacağını biliyordu. Omuzlarını düşürdü, çaresiz ve yenilmiş hissediyordu. İçten içe bir gün intikam almaya kararlıydı.
Sartes'i kendine doğru çekip gözlerini kapattı, çaresizce onu korumayı, masumiyetinin sadece bir kaç sene daha sürmesini istiyordu hoş bu topraklarda masumiyetten eser yoktu. Ani bir harekette bulunmamak için zorladı kendini. Bir erkek olarak bu zalim olayları görmesi gerekiyordu ancak bir gün çıkacak isyanda güçlü bir şekilde yerini almak için aynı zamanda hayatta olmalıydı.
Askerler çocuğu satıcının elinden alıp cansız bedenini tahta arabanın arkasına fırlattılar. Satıcı elini suratına götürüp hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı.
Sadece saniyeler sonra araba ilerledi ve açılan alan sanki hiç bir şey olmamış gibi meydanda dolaşan insanlar tarafından kapatıldı.
Ceres içinde yükselen mide bulantısı altında eziliyordu. Bu adil değildi. Şu anda, sanatlarını son derece iyi icra ettikleri için İmparatorluk askerlerinin bile gözlerinden kaçan en az yarım düzine kadınlı erkekli cepçi sayabiliyordu. Bu zavallı çocuğun hayatı hırsızlık konusunda usta olmadığı için mahvolmuştu. Eğer şanslı olsaydı hayatı bağışlanırdı ve ömrünün geri kalanını altın madeninde çalışarak geçirirdi. Ceres bu şekilde tutsak edilmektense ölmeyi tercih ederdi.
Yol boyunca ilerlediler, ruhen çökmüşlerdi, diğerleriyle omuz omuza ilerlerken sıcaklık neredeyse dayanılmaz bir hal almıştı.
Altın bir araba yanlarından geçerken herkesi yoldan çekilmeye zorluyor ve insanları evlerin yanına doğru itiyordu. Sert bir şekilde itilen Ceres kafasını kaldırınca renkli ipek elbiseleri içindeki üç genç kızın kahkahalar atarak sokağa altın fırlattıklarını gördü. Bir avuç insan elleri ve dizleri üstünde çökerek ailelerini bir ay boyunca besleyecek bu metal parçası için kavgaya tutuştular.
Ceres asla böyle verilen bir şey için el açmayacaktı. Bu tipler gibilerinden sadaka almaktansa ölmeyi yeğlerdi.
Genç bir adamın altını yakaladığını ve yaşlı bir adamın onu yere yatırıp sertçe elini boynuna sardığını gördü. Adam diğer eliyle genç adamın avucundaki parayı zorla ondan almaya çalışıyordu.
Genç kızlar arabaları kalabalığı yarmadan önce adamları işaret ederek bu sahne karşısında gülüştüler.
Ceres'in midesi bulanmıştı.
"Yakın bir zamanda eşitsizlik sonsuza kadar yok olacak," dedi Rexus. "Bunu göreceğim."
Onu dinlerken Ceres'in kalbi ağırlaşıyordu. Bir gün onunla ve kardeşleriyle yan yana isyanda dövüşecekti.
Stada yakınlaşırken sokaklar genişledi ve Ceres ancak o zaman biraz nefes alabildiğini hissetti. Ortam güzeldi, heyecandan ikiye bölünecekmiş gibi hissediyordu.
Kemerli onlarca girişten bir tanesi boyunca yürüyüp yukarı baktı.
On binlerce köylü bu muhteşem Stadın içerisine tıkışmıştı. Kuzey tarafın üstündeki oval yapı çökmüştü ve kırmızı güneşliklerin çoğu yıprandığından bunaltıcı sıcağa karşı çok az koruma sağlıyordu. Demir kapılar ve tuzaklı kapıların ardında vahşi hayvanlar hırlıyordu, kapıların arkasında hazır bekleyen savaşçı efendileri görebiliyordu.
Ceres tüm gördüklerini hayretle özümseyerek nefesini tuttu.
Bir an sonra yukarı baktı ve Rexus ile kardeşlerinin arkada kaldıklarını fark etti. Onlara yetişmek için öne atıldığı sırada dört tane iri yarı adam etrafını sardı. Alkol, çürük balık ve çok yakınına kadar dadanan vücut kokularını duyunca döndü, çürümüş dişleri ve çirkin sırıtışlarıyla ona baktıklarını gördü.
Hepsi önünü kapatacak şekilde stratejik olarak hareket ederken, "Bizimle geliyorsun, güzel kız," dedi içlerinden biri.
Ceres'in kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Önde kalan diğerlerine baktı fakat artan kalabalık içinde şimdiden görünürden kayboluyorlardı.
Ceres en cesur ifadesini takınarak adamlara baktı.
"Beni bırakın yoksa…"
Adamlar kahkaha attılar.
"Yoksa ne?" diye dalga geçti biri. "Senin gibi ufak bir kız dördümüze karşı mı gelecek?"
"Debelenip çığlık atsan bile seni buradan çıkarırız, kimse de bir bok diyemez," diye ekledi bir diğeri.
Haklıydı da. Göz ucuyla insanların acele içinde hareket ettiklerini, bu adamların Ceres'i tehdit ettiğini görmemiş gibi yaptıklarını fark etti.
Aniden, liderin yüzü ciddileşti ve tek bir hızlı hareketle kollarını yakalayıp kendine doğru çekti. Bir daha hiç bulunmamak üzere onu kaçıracaklarını biliyordu ve bu düşünce Ceres'i her şeyden çok ürkütüyordu.
Hızla atan kalbini görmezden gelmeye uğraşan Ceres etrafında döndü ve adamın kollarından kendini sıyırmaya çalıştı. Diğer adamlar eğlenerek onu yuhaladılar fakat avucunun kemikli kısmını liderlerinin burnuna savurunca adamın kafası geriye gitti ve böylece sustular.
Liderleri kirli ellerini burnuna götürüp homurdandı.
Duraksamadı Ceres. Tek bir şansı olduğunu bildiğinden, antrenmanda öğrendiklerini hatırlayıp adamın midesine tekmesini indirince adam yere düştü.
Ancak hemen akabinde diğer üç adam üstüne çullanmıştı bile, güçlü elleriyle onu tutup çekiştirmeye başlamışlardı.
Birden duraksadılar ve Ceres rahatlayarak Rexus'un gelerek adamlardan birinin yüzüne vurup onu bayılttığını gördü.
Ardından Nesos görünerek bir diğerini tuttu ve diziyle karnına indirerek adamı çamurlu kızıl zemine düşürdü.
Dördüncü adam Ceres'e doğru atıldı atılmasına ancak Ceres hemen eğilip kendi etrafında döndü ve adamı arkadan tekmeleyerek sütuna kafa üstü uçmasını sağladı.
Orada durup nefes nefese bu manzarayı izledi.
Rexus Ceres'in omzuna elini koydu. "İyi misin?"
Ceres'in kalbi hala deli gibi atıyordu fakat içinde, korkunun yerini gurura bıraktığını hissediyordu. İyi iş çıkarmıştı.
Kafasını salladı ve Rexus kolunu omzuna doladıktan sonra ilerlemeye başladılar, Rexus'un dolgun dudaklarında bir gülümseme vardı.
"Ne var?" diye sordu Ceres.
"Olanları gördüğümde kılıcımı her birine saplamak istedim ancak sonra kendini nasıl savunduğunu gördüm. "Kafasını sallayıp kıkırdadı. "Bunu kesinlikle beklemiyorlardı."
Yanaklarının kızardığını hissetti. Korkmadığını söyleyebilmek isterdi ama gerçekte korkmadan edememişti.
"Gerildim," diye kabul etti.
"Nasıl? Ciri, gerilir mi? Asla." Ceres'in alnını öptü ve Stadyuma doğru ilerlediler.
Zemin seviyesinde hala boş olan bir kaç yer bulup oturdular, Ceres gün içinde yaşadıklarını geride bırakmak için hala geç olmadığına sevinip tezahürat eden kalabalığın heyecanına ortak olmak için kendinden geçmeye izin verdi.
"Onları görüyor musun?"
Ceres, Rexus'un işaret ettiği yere bakınca bir düzine kadar gencin localarında oturup gümüş kadehlerden şarap içtiklerini gördü. Hayatında hiç, bu kadar güzel kıyafetleri, tek bir masada bunca yemeği ve parıldayan bu kadar çok mücevheri bir arada görmemişti. Hiç birinin yanakları çökmüş değildi ya da mideleri sırtlarına yapışık durmuyordu.
"Ne yapıyorlar?" diye sordu, bir tanesinin altın kase içerisinde para topladığını görünce.
"Her biri bir savaşçı efendinin sahibi," dedi Rexus, "kimin kazanacağına dair iddiaya giriyorlar."
Ceres dudak büktü. Bunun, onlar için sadece bir oyun olduğunun farkına vardı. Bu şımarık çocuklar savaşçıları ya da savaş sanatını önemsemiyorlardı. Sadece kendi savaşçı efendilerinin kazanıp kazanamayacağını görmek istiyorlardı. Ceres'e göre ise bu olay onur, cesaret ve yetenekle ilgiliydi.
Kraliyet bayrakları çekildi, trampetler çalındı ve Stadyumun her bir ucunda bulunan demir kapılar ardına kadar açılınca kara deliklerden deri ve demir zırhlarının güneş altında parıldayarak ışığı yansıttığı savaşçı efendiler birbirleri ardına Stadyuma girdiler.
Caniler arenada yürürken kalabalık kükredi ve Ceres onlarla beraber parmak uçlarına yükselip alkışlamaya başladı. Savaşçılar yüzlerini seyirciye dönerek bir daire oluşturdular; baltaları, kılıçları, mızrakları, kalkanları, üç başlı mızrakları ve diğer silahlarını havaya kaldırdılar.
"Kral Cladius, efendimiz," diye bağırdılar.
Trampetler yeniden çalınca Kral Cladius ve Kraliçe Athena girişlerden birinden arenaya girdi. Arkalarında Prens Avilius ve Prenses Floriana vardı, kraliyet mensuplarını taşıyan bütün arabalı maiyet onları takip ederek arenaya doluştu. Her bir arabayı değerli mücevher ve altınla kaplı iki tane kar beyazı at çekiyordu.
Ceres aralarında Prens Thanos'u fark edince on dokuz yaşındaki bu gencin sert bakışlarıyla dehşete düştü. Zaman zaman babası adına kılıçları teslim ederken onun saraydaki savaşçı efendilerle konuştuğunu görürdü, yüzünde her daim kendini üstün gördüğünü vurgulayan acı ifadeyi barındırırdı. Fiziksel olarak bir savaşçıdan az kalır yanı yoktu, hatta bir savaşçıyla karıştırılabilirdi bile, kolları kaslarla şişmiş, beli dar ve kaslı bacakları ise bir ağaç gövdesi kadar sertti. Ancak bulunduğu konuma karşı hiç bir saygı ya da tutku beslememesi Ceres'i kızdırıyordu.
Kraliyet fertleri podyumda yerlerini alırken trampetler yeniden çalarak Ölüm Festivali'nin başlamak üzere olduğunun sinyalini veriyorlardı.
Kalabalık sadece iki savaşçı efendi dışında diğer hepsi demir kapıların ardına gidince kükredi.
Ceres içlerinden birinin Stefanus olduğunu anladı fakat üstünde sadece siperlikli bir miğfer ve deri kemerle sağlamlaştırılmış bir kumaş parçasından başka bir şey olmayan caniyi çıkaramadı. Belki de yarışmak için uzak bir yerden gelmişti. Çok yağlanmış teni bereketli topraklardan geldiğine işaret ediyordu, saçları zifiri karanlıktan bile siyahtı. Miğferindeki deliklerden gözlerindeki kararlığını görebiliyordu, hemen o anda Stefanus'un bir saat daha yaşayamayacağını anladı.
"Endişelenme," dedi Ceres, Nesos'a göz atarak. "Kılıcını senden almayacağım."
"Henüz yenilmedi," diye cevapladı Nesos zorla gülümseyerek. "Eğer üstün olmasaydı Stefanus herkesin gözdesi olmazdı."
Stefanus üç başlı mızrağıyla kalkanını kaldırınca kalabalık sustu.
Localardan birinde oturan zengin delikanlılardan biri yumruğunu sıkıp havaya kaldırarak "Stefanus" diye bağırdı. "Güç ve cesaret!"