Daha sonra Kyra’yı daha da şaşırtacak şekilde, sanki adam onlara sessizce komut vermiş gibi, hazırolda durmaya başladılar. Kyra daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Bu adam nasıl güçlere sahip olabilirdi?
Kyra adama amcası olup olmadığını sorma gereği bile hissetmemişti; bunu vücudunun her milimetresinde hissedebiliyordu. Adam güçlü ve gururluydu, Kyra’nın sahip olacağını umduğu her şeye sahipti. Adamda başka bir şey daha vardı; Kyra’nın tam olarak kavrayamadığı bir şey… Adamdan mistik bir enerji yayılıyordu; bir sükûnet aurası vardı fakat aynı zamanda güçlüydü de.
“Dayı” dedi Kyra. Bu kelimenin tınısını sevmişti.
“Bana Kolva diyebilirsin” diye yanıtladı adam.
Kolva. İsim bir şekilde ona hiç yabancı gelmiyordu.
“Seni görmek için tüm Escalon’u geçtim” dedi, başka ne diyeceğini bilemiyordu, gergindi. Sabah sessizliği sözcüklerini yuttu, kıraç vadilerde yalnızca okyanusun uzaktan gelen dalga sesleri duyuluyordu. “Beni babam gönderdi.”
Dayısı gülümsedi. Bu sıcak bir gülümsemeydi, yüzündeki çizgiler yüzüne sanki binlerce yıldır yaşıyormuş gibi bir ifade veriyordu.
“Seni gönderen baban değildi” diye yanıtladı dayısı “çok daha büyük bir şeydi.”
Aniden, hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp, asasını kullanarak, kuleden uzağa doğru yürümeye başladı.
Kyra ne olduğunu anlayamadan onun gidişini izledi; acaba alınmasına sebep olacak bir şey mi söylemişti?
Ona yetişebilmek için acele etti Leo ve Andor da yanından geliyordu.
“Kule” dedi kafası karışmış bir şekilde “İçeri girmeyecek miyiz?”
Dayısı gülümsedi.
“Belki daha sonra” diye yanıtladı.
“Fakat kuleye ulaşmam gerektiğini sanıyordum.”
“Ulaştın da” dedi dayısı “Fakat içeri girmeyeceksin.”
Dayısı hızla ilerleyip ormana girerken Kyra neler olduğunu anlamakta zorlanıyordu. Yetişebilmek için adımlarını hızlandırdı. Dayısının asası tıpkı kendi asası gibi toprak ve yaprakların üzerinde tıkırdıyordu.
“Peki, nerede eğitim yapacağız?” diye sordu Kyra.
“Tüm büyük savaşçılar nerede eğitiliyorsa orada eğitim yapacaksın” diye yanıtladı dayısı. İleri baktı. “Kulenin arkasındaki ormanda…”
Dayısı ormana girdi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, yavaş bir tempoyla yürüyormuş gibi görünse de Kyra ona yetişebilmek için neredeyse koşmak zorunda kalıyordu. Aklından milyonlarca soru geçerken dayısının etrafındaki gizem derinleşiyordu.
“Annem yaşıyor mu?” diye sordu aceleyle, merakını dizginleyememişti. “Annem burada? Onunla hiç görüştün mü?”
Dayısı hafifçe gülümsedi ve yürümeye devam ederken başını salladı.
“Çok fazla soru soruyorsun” dedi. Uzun bir süre yürüdü. Orman garip yaratıkların sesleriyle dolmuştu. Nihayet “Soruların burada çok fazla anlamı olmadığını anlayacaksın. Cevaplar ise daha da anlamsız. Kendi cevaplarını bulmayı öğrenmelisin. Cevaplarının kaynağı. Ve hatta daha da fazlası; sorularının kaynağını…”
Ormanın içinde yürürlerken Kyra’nın kafası karışmıştı. Parlak yeşil ağaçlar bu gizemli yerde etrafında parıldıyor gibi görünüyordu. Kısa süre sonra kule gözden kayboldu ve dalgaların sesi iyice azaldı. Yol her yöne dağılırken Kyra takip etmekte zorlanıyordu.
İçi sorularla dolup taşıyordu ve sonunda sessizliğini daha fazla koruyamadı.
“Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu. “Beni eğiteceğin yere mi gidiyoruz?”
Dayısı hızla akan, kadim ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla ilerleyen bir derenin üzerinden geçerek yürümeye devam etti. Kyra topuklarının üzerinde dayısını takip ederken, ağaçların kabukları ışıltılı bir yeşil renkte parlıyordu.
“Seni ben eğitmeyeceğim” dedi dayısı. “Dayın eğitecek.”
Kyra afallamıştı.
“Dayım mı?” dedi. “Senin dayım olduğunu sanıyordum.”
“Öyleyim” dedi dayısı. “Ve bir dayın daha var.”
“Bir tane daha mı?” diye sordu Kyra.
Nihayet ormanını içinde bir açıklığa ulaştılar. Dayısı tam sınırda durdu ve Kyra da soluk soluğa bir şekilde gelip onun yanında durdu. Kyra önüne baktı ve gördüğü şey karşısında donup kaldı.
Açıklığın karşı tarafında muazzam büyüklükte bir ağaç duruyordu; hayatında gördüğü en büyük ağaçtı. Kadim ağacın dalları her yere yayılıyordu ve yaprakları parlak mor renkteydi. Gövdesi dokuz metre genişliğindeydi. Dallar kıvrılarak birbirlerinin arasına giriyor ve küçük bir ağaç kulübe oluşturuyordu. Yerden yaklaşık üç metre yüksekte duran bu ağaç ev sanki bin yıllardır oradaymış gibi duruyordu. Dalların arasından hafif bir ışık geliyordu. Kyra yukarı baktı ve dalların ucunda, sanki meditasyon yapıyormuş gibi oturarak onlara bakan, tek başına bir figür fark etti.
“O da senin dayın” dedi Kolva.
Kyra olan bitenden hiçbir şey anlayamamıştı, yüreği ağzındaydı. Dayısı olduğu söylenen adama baktı ve kendisine bir oyun oynanıp oynanmadığını anlamaya çalıştı. Dayısı, on yaş civarında bir oğlanı andırıyordu. Mükemmel bir şekilde dik oturuyor, sanki meditasyon yapıyormuş gibi dümdüz ileri bakıyor; ama gerçekten onlara bakmıyordu. Gözleri parlak maviydi. Oğlansı yüzü, sanki bin yaşındaymış gibi çizgilerle doluydu, cildi koyu kahverengiydi ve yaşlılık lekeleriyle doluydu. Boyu bir buçuk metreden kısaydı. Yaşlılık hastalığına yakalanmış bir oğlanı andırıyordu.
Kyra buna ne anlam vereceğini bilemiyordu.
“Kyra” dedi dayısı “Alva ile tanış.
BÖLÜM BEŞ
Merk, hiç geçemeyeceğini düşündüğü, yüksek altın kapıların arasından geçerek Ur Kulesine girdi. İçerideki ışık gözlerini kör edecek kadar parlaktı. Bir elini kaldırıp gözlerine siper etti ve o anda gördüğü şey karşısında büyülendi.
Tam karşısında gerçek bir Gözcü duruyordu. Merk’e bakan sarı gözleri deliciydi. Bu gözler kapının arkasından, aralıktan Merk’e bakan, onu tedirgin eden gözlerdi. Gözcünün üzerinde sarı, dökümlü bir cübbe vardı, kolları ve bacakları görünmüyordu ve görülebilen çok az cildi de solgundu. Şaşırtıcı derecede kısa boylu adamın uzun bir çenesi, çökük yanakları vardı. Adam ona doğru bakarken Merk kendini rahatsız hissetti. Adamın önünde, elinde tuttuğu altın asadan ışık yansıyordu.
Gözcü onu sessizce inceledi. Arkasında kalan kapılar kapanıp onu kulenin içine hapsederken Merk sırtında bir karıncalanma hissetti. Kapıların kapanma sesi boş duvarlarda yankılanırken istemsiz bir şekilde ürperdi. Günlerdir doğru düzgün uyuyamamak, kâbuslar ve kuleye girebilme takıntısı nedeniyle ne kadar gergin olduğunu fark etti. Artık içerideydi sanki yeni evine girmiş gibi bir aidiyet duygusu hissediyordu.
Merk Gözcünün kendisini buyur etmesini ve nerede olduğunu açıklamasını beklemişti. Fakat tam aksine, adam arkasını dönüp hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı ve Merk’i orada tek başına ve merak içinde bıraktı. Merk adamı takip edip etmemesi gerektiğini bile bilmiyordu.
Gözcü alanın uzak ucunda spiral şekilli, fildişi bir merdivene geçti ve Merk’i şaşırtacak şekilde, yukarı çıkmak yerine aşağı yöneldi. Adam hızla indi ve gözden kayboldu.
Merk sessiz ve afallamış bir şekilde olduğu yerde durdu; kendisinden ne yapmasının beklendiğini bilemiyordu.
“Seni takip etmeli miyim?” diye seslendi sonunda.
Merk’in sesi, sanki kendisiyle alay eder gibi, duvarlardan yankılanıp geri döndü.
Merk kulenin içini inceleyerek etrafına bakındı. Etrafındaki parıltılı duvarlar som altından yapılmıştı, kadim siyah bir mermerle kaplı zeminde altın çizgiler vardı. İçerisi loştu ve sadece duvarlardan gelen gizemli bir parlaklıkla aydınlatılıyordu. Yukarı bakıp fildişinden oyulma merdivenleri gördü. İlerleyip başını geri yaslayınca merdivenlerin en tepesinde altın bir çatı olduğunu gördü. Neredeyse yüz metre yüksekliğindeydi ve güneş ışığını süzerek içeri veriyordu. Yukarıda farklı katlar ve farklı sahanlıklar ile zeminler vardı. Yukarıda neler olduğunu merak etti.
Daha da meraklı bir şekilde aşağı baktı. Aşağıda da katlar yerin altına doğru devam ediyordu. Gözcü de o yönde gözden kaybolmuştu. Muhteşem güzellikteki merdivenler her iki yönde de, hem cennetin en üst katlarına çıkıyor hem de cehennemin en dibine iniyormuş gibi kıvrılarak devam ediyordu. Merk en çok da, Escalon’u koruyan o efsanevi kılıç, Ateş Kılıcı’nın bu duvarlar içinde bir yerde olup olmadığını merak ediyordu. Kılıcın sadece düşüncesi bile onu heyecanlandırmıştı. Nerede olabilirdi? Yukarıda mı aşağıda mı? Burada başka hangi kutsal emanetler ve hazineler saklanıyordu?
Aniden yan duvarda gizli bir kapı açıldı ve Merk dönüp baktığında sert yüzlü bir savaşçının kapıdan çıktığını gördü. Adam yaklaşık olarak Merk’le aynı cüssedeydi, bir zincir zırh giyiyordu ve uzun yıllar boyunca güneş görmediğinden cildi solgundu. Adam Merk’e doğru yürüdü. Belinde, üzerinde kolayca göze çarpan, Merk’in kule dış duvarlarında gördüğü oyma sembolle aynı, göğe yükselen bir fildişi merdiven sembolü olan bir kılıç taşıyan, bir insandı.
“Yalnızca Gözcüler aşağı inebilir” dedi adam, sesi sert ve kabaydı. “Ve sen dostum, bir Gözcü değilsin. En azından şimdilik.”
Adam Merk’in önünde durdu ve ellerini beline koyarak onu baştan aşağı süzdü.
“Pekâlâ” diye devam etti. “İçeri girmene izin verdiklerine göre bunun bir nedeni vardır diye düşünüyorum.”
İç geçirdi.
“Beni takip et.”
Ardından savaşçı aniden döndü ve merdivenden yukarı çıkmaya başladı. Merk adama yetişmeye çalışırken kalbi hızla atıyordu, kafasının içi sorularla doluydu; burasının gizemi attığı her adımla artıyordu.
“İşini yap ve yaptığın işte iyi ol” dedi adam, sırtı Merk’e dönüktü ve kalın sesi duvarlardan yankılanıyordu “ve böylece burada hizmet etmene izin verilecektir. Kuleyi korumak Escalon’un sunabileceği en değerli görevdir. Basit bir savaşçıdan çok daha fazlası olman gerekir.”
Bir üst katta durdular ve adam gelip Merk’in gözlerine gözlerini dikerek yanında durdu. Sanki hakkındaki gizli bir gerçeği hissetmiş gibiydi ve bu Merk’i huzursuz etmişti.
“Hepimiz karanlık geçmişlere sahibiz” dedi adam. “Bizi buraya çeken de bu. Senin karanlığında ne gibi bir meziyet gizli? Yeniden doğmaya hazır mısın?”
Adam durakladığında Merk adamın sözlerini kavramaya çalışıyordu, nasıl karşılık vereceğinden emin olamıyordu.
“Burada saygı kazanmak zordur” diye devam etti adam. “Burada her birimiz Escalon’un en iyileriyiz. Saygınlığını kazan ve bir gün belki sen de kardeşliğimize kabul edilirsin. Kazanamazsan gitmen istenecektir. Unutma, içeri girmene izin veren o kapılar seni kolayca dışarı da atabilir.”
Bu düşünce Merk’in kalbini sıkıştırdı.
“Nasıl hizmet edebilirim?” diye sordu Merk, hayatı boyunca hissetmek için yanıp tutuştuğu bir sorumluluk duygusu hissediyordu.
Savaşçı olduğu yerde uzun bir süre durduktan sonra dönüp bir üst kata doğru çıkmaya başladı. Merk adamın gidişini izlerken, burada yasaklı birçok şey olduğunu, belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceği sırlar bulunduğunu anlamaya başlamıştı.
Merk de peşinden devam etmeye kalktı fakat aniden büyük, etli bir el göğsüne vurup onu durdurdu. Merk dönüp baktığında, bir başka kapıdan bir başka savaşçının çıktığını gördü; diğer savaşçı ise gözden kaybolmuştu. Yeni gelen ve Merk’in tepesinde dikilen savaşçı da aynı altın zincir zırhtan giyiyordu.
“Sen bu katta hizmet vereceksin” dedi kabaca “diğerleriyle birlikte. Ben komutanınım. Vicor.”
Yeni komutanı Vicor, ince yapılı, taş gibi sert suratlı bir adamdı ve şansının zorlanmaması gereken bir görünümü vardı. Vicor döndü ve duvardaki bir açık kapıyı işaret etti. Merk dikkatli bir şekilde içeri girdi ve dar, taş koridorlarda döne döne ilerlerken burasının ne olduğunu merak etti. Sessizlik içinde yürüyerek, kemerli taş kapılardan geçtiler ve koridor, yüksek, konik bir tavanlı, taş zeminli ve taştan duvarlara sahip geniş bir odaya çıktı. İçerisi, dar, kubbeli pencerelerden süzülen güneş ışığıyla aydınlatılıyordu. Merk kendisine bakan düzinelerce yüz görünce sarsılmıştı. Bunlar, kimi zayıf, kimi kaslı savaşçıların yüzleriydi. Hepsi de sert ve gözü kara görünüyordu ve hepsi de bir görev bilinciyle ışıldıyordu. Hepsi odaya yayılmıştı. Her biri bir pencerenin önünde duruyordu ve hepsi de altın zincir zırh giyiyordu. Hepsi birden dönmüş odaya giren yabancıya bakıyordu.
Merk kendini içe kapanık hissetti ve garip bir sessizlik içinde adamlara baktı.
Hemen yanında duran Vicor boğazını temizledi.
“Kardeşler sana güvenmiyor” dedi Merk’e. “Sana hiçbir zaman güvenmeyebilirler. Ve sen de hiçbir zaman onlara güvenmeyebilirsin. Burada saygı öylece verilmez ve burada ikinci şans yoktur.”
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu afallamış olan Merk.
“Bu adamlar ne yapıyorsa aynısını” diye yanıtladı Vicor kabaca. “Gözleyeceksin.”
Merk kavisli taş odayı taradı ve uzak uçta, yaklaşık on beş metre kadar uzakta hiçbir savaşçının önünde durmadığı boş bir pencere gördü. Vicor yavaşça o tarafa doğru yürüdü ve Merk de savaşçıların arasından geçerek onu takip etti. Onlar geçerken adamlar dönüp Merk’e bakıyor, onlar geçtikten sonra da pencerelerine dönüyorlardı. Bu adamların arasında olmak fakat onların bir parçası olmamak tuhaf bir duyguydu. Şimdilik. Merk her zaman tek başına savaşmıştı ve bir gruba ait olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu.
Merk bu adamların arasından geçerken onları incelediğinde, hepsinin kendisi gibi, umudunu yitirmiş, gidecek başka hiçbir yeri, hayatta başka hiçbir amaçları olmayan adamlar olduğunu fark etti. Adamlar bu kuleyi evleri yapmıştı. Bu adamlar tıpkı kendisi gibiydi.
Görev yerine yaklaşırken Merk yanından geçtiği son adamın diğerlerinden farklı göründüğünü fark etti. En fazla on sekizinde bir delikanlı görüntüsündeydi, Merk’i hayatında gördüğü en pürüzsüz ve en düzgün cilde ve beline kadar uzanan, dümdüz açık sarı saçlara sahipti. Diğerlerinden daha ince görünüyordu, çok fazla kası yokmuş gibiydi ve sanki daha önce hiçbir savaşa katılmamış gibi bir hali vardı. Fakat yine de gururlu bir duruşu vardı ve Merk oğlanın, tıpkı Gözcü’nünki gibi delici sarı gözlerini fark edip şaşırdı. Delikanlı orası için fazla narin ve fazla hassas görünüyordu fakat aynı zamanda görüntüsünde Merk’i geren farklı bir şey vardı.
“Kyle’ı hafife alma” dedi Vicor, Kyle penceresine dönerken ona bakarak. “Aramızdaki en güçlü odur ve buradaki tek gerçek Gözcü odur. Onu bizi koruması için gönderdiler.”
Merk buna inanmakta zorlanıyordu.
Merk yerine ulaştı ve uzun pencerenin önünde oturup dışarı baktı. Oturması için taş bir çıkıntı vardı ve öne eğilip camdan dışarı baktığında aşağıda, yeryüzünün geniş bir kısmını görebiliyordu. Kıraç Ur yarımadasını, uzaktaki ormanın ağaçlarının tepelerini ve onun da ötesinde okyanusu ve gökyüzünü görü. Oradan tüm Escalon’u görebilirmiş gibi geldi.
“Hepsi bu mu?” diye sordu Merk şaşkın bir şekilde. “Sadece burada oturup izleyecek miyim?”
Vicor sırıttı.
“Görevlerin henüz başlamadı bile.”
Merk hayal kırıklığına uğramış bir şekilde kaşlarını çattı.
“Tüm yolu bir kulede oturmak için gelmedim” dedi Merk, diğerlerine dönerek. “Buradan nasıl savunabilirim ki? Aşağıda devriye gezemez miyim?”
Vicor yeniden sırıttı.
“Burada, aşağıda görebileceğinden çok daha fazlasını görebilirsin” dedi.
“Ve eğer bir şey görürsem?” diye sordu Merk.
“Çanı çal” dedi Vicor.
Başıyla işaret etti ve Merk pencerenin kenarına iliştirilmiş çanı gördü.