Onurun Bedeli - Морган Райс 4 стр.


“Yüzyıllar boyunca kulemize çok kez saldırdılar” diye devam etti Vicor. “Hepsi de başarısız oldu; bizim sayemizde. Biz Gözcüleriz, savunmanın son hattı. Tüm Escalon’un bize ihtiyacı var ve bir kuleyi savunmanın birçok farklı yolu vardır.”

Vicor giderken Merk onu izledi ve sonra sessizce yerine oturdu. Kendini nasıl bir şeyin içine attığını merak ediyordu.

BÖLÜM ALTI

Duncan adamlarını, ayın aydınlattığı gecede, Escalon’un karlı vadilerinden dörtnala götürüyordu. Ufukta bir yerlerdeki Andros’a doğru hareket ettiklerinden beri saatler saatleri kovalıyordu. Gece vakti eski anıları, geçmiş savaşları, Andros’taki zamanlarını, eski krala hizmet ettiği günleri hatırlattı ve kendini düşünceler içinde kaybolurken buldu. Hatıralar bugünle ve bugün de gelecekle ilgili hayallerle karışıyordu, artık neyin gerçek olduğunu ayırt edemeyecek hale gelmişti. Normal olarak düşünceleri kızına yöneldi.

Kyra. Neredesin? Diye düşündü.

Duncan kızının güvende olması, eğitiminde ilerliyor olması ve kısa süre içinde tekrar bir araya gelebilmeleri için dua etti. Acaba tekrar Theos’u çağırabilecek miydi? Eğer çağıramazsa, kızının başlatmış olduğu bu savaşı kazanıp kazanamayacaklarını bilmiyordu.

Atların, zırhların kesintisiz sesi geceyi dolduruyordu. Duncan soğuğu neredeyse hissetmiyordu, yüreği, kazanmış oldukları zafer, hareketlerinin hızı, arkasındaki genişleyen ordusu ve beklentileri nedeniyle sıcaktı. Onca yıldan sonra nihayet akıntının kendi lehine dönmekte olduğunu hissediyordu. Andros’un, yerleşik, profesyonel bir ordu tarafından çok sıkı şekilde korunuyor olacağını, sayıca çok az kalabileceklerini, başkentin güçlendirilmiş bir savunmaya sahip olabileceğini ve bir kuşatma oluşturabilecek insan gücüne sahip olamayabileceğini biliyordu. Hayatının savaşının, Escalon’un kaderini belirleyecek olan savaşın kendisini beklediğini biliyordu. Fakat bütün bunlar onurun bedeliydi.

Duncan aynı zamanda yanındaki tüm adamların bir sebebinin, bir arzusunun, bir amacının olduğunu ve en önemlisi de hız ve sürpriz faktörünün de kendi taraflarında olduğunu biliyordu. Pandesialılar başkente bir saldırı yapılmasını beklemiyor olacaktı, hele esaret altındaki insanlardan ve hele de gece vakti…

Sonunda, şafağın ilk ışıkları belirmeye başladığında, gökyüzünde hala mavimsi bir sis varken, Duncan uzakta, başkentin tanıdık siluetinin belirmeye başladığını fark etti. Bu, hayatında bir daha görebileceğini düşünmediği bir manzaraydı ve kalbinin daha hızlı atmasına neden olan bir manzara… Burada yaşadığı yıllara, krala ve ülkeye sadakatle hizmet ettiği yıllara ait anılar sökün etti. Escalon’un en kudretli zamanlarını hatırladı, gururlu, özgür bir ulus, yenilemezmiş gibi görünen bir ülke…

Fakat aynı zamanda acı anılar da geri gelmişti: zayıf kralın halkına ihaneti, başkenti ve Escalon’u teslim edişi… Kendisinin ve tüm o muhteşem komutanların dağılışlarını, utanç içinde yaşamaya mahkûm edilişlerini, her birinin, Escalon’da kendi kalelerine sürülüşlerini hatırladı. Şehrin muhteşem siluetini görmek onda aynı anda hem özlem hem nostalji, hem korku hem de umut duygularını aynı anda yaşamasına sebep olmuştu. Bu siluet tüm hayatını şekillendiren, Escalon’un en harika şehrinin siluetiydi. Yüzyıllarca krallar tarafından yönetilmiş şehir öylesine büyüktü ki nerede son bulduğunu anlamak neredeyse imkânsızdı. Duncan derin bir nefes aldı ve tanıdık siperler, çatılar ve kubbeler gördü, hepsi de ruhunun derinliklerinde yer etmişti. Bazı açılardan bu eve dönüş gibiydi; tek farkla, Duncan o eski yenik, sadık komutan değildi. Artık çok daha güçlüydü, kimseye hesap vermeyi istemiyordu ve artık elinin altında bir ordu vardı.

Söken şafakta şehir hala, gece nöbetinin kalıntıları olan meşalelerle aydınlanıyordu, şehir sabah sisinde uzun geceyi henüz yeni üzerinden atmaya başlamıştı ve Duncan yaklaştıkça, kalbini sıkıştıran bir başka görüntü daha seçilir hale geldi: Pandesia’nın mavi ve sarı bayrakları Andros’un mazgallı siperleri üzerinde gururla dalgalanıyordu. Manzara Duncan’ın midesini bulandırdı ve ona yepyeni bir kararlılık verdi.

Duncan kapıları taradı ve kapıların yalnızca çekirdek bir birlikle korunduğunu görünce içinde bir rahatlama oldu. Rahat bir nefes aldı. Eğer Pandesia onların geldiğini biliyor olsaydı kapıda binlerce asker bekliyor olurdu ve Duncan ve adamlarının hiçbir şansı olmazdı. Fakat görünüşe göre haberleri yoktu. Burada yerleşik binlerce Pandesia askeri hala uyuyor olmalıydı. Neyse ki Duncan ve adamları bir şans elde edebilecek kadar hızlı hareket etmişlerdi.

Duncan, bu sürpriz faktörünün, tek şansları, onlara, bir orduya karşı koyması için tasarlanmış mazgallı siperlere sahip bu devasa başkenti almalarını sağlayabilecek tek şey olabileceğini biliyordu. Bu ve şehrin savunmasının zayıf noktaları hakkında Duncan’ın sahip olduğu bilgi… Bazı savaşların çok daha azıyla kazanıldığını biliyordu. Duncan şehrin girişini inceledi. Zafer için bir şansları olacaksa önce nereye saldırmaları gerektiğini biliyordu.

“Kapıların kontrolü kimin elinde olursa şehrin kontrolü de onda olur!” diye seslendi Duncan Kavos’a ve diğer komutanlarına. “Kapıların kapanmaması lazım; kapatmamaların sağlamamız gerekiyor, neye mal olursa olsun! Eğer kapılar kapanırsa sonsuza kadar dışarıda kalırız. Yanıma küçük bir birlik alıp son sürat kapılara saldıracağım. Siz,” dedi Kavos, Bramthos ve Seavig’e işaret ederek, “adamlarımızın geri kalanını garnizona yönlendirin ve askerler yaklaşırken kanadımızı koruyun.”

Kavos başını salladı.

“O kapılara küçük bir birlikle saldırmak pervasızca” diye seslendi. “Etrafın sarılacaktır ve eğer ben garnizonla savaşacaksam senin arkanı kollayamam. Bu bir intihar.”

Duncan gülümsedi.

“Ve ben de tam olarak bu yüzden bu görevi bizzat üstleniyorum.”

Duncan atını mahmuzladı ve diğerlerinin önüne çıkıp kapılara doğru yöneldi. Ardından, Anvin, Arthfael ve birkaç düzine yakın komutanı, Andros’u kendisi kadar iyi bilen, hayatı boyunca onunla birlikte çarpışmış adamlar da, tam da Duncan’ın tahmin ettiği şekilde, onun peşinden atlarını sürmeye başladı. Onlar dörtnala şehir kapılarına doğru giderken Duncan göz ucuyla, Kavos, Bramthos, Seavig ve ordularının büyük kısmının Pandesia garnizonlarına doğru yöneldiğini gördü.

Duncan’ın kalbi hızla atıyordu. Çok geç olmadan kapılara ulaşması gerektiğini biliyordu. Başını eğdi ve atını daha hızlı gitmesi için zorladı. Yolun ortasına, Kral Köprüsü’ne çıktılar. Nalların sesi ağaç köprüde yankılanıyordu ve Duncan bir çarpışmanın yaklaştığını hissederek heyecanlandı. Şafak söktüğünde Duncan, onları fark eden Pandesialı askerlerin korku içindeki yüzlerini gördü. Uykulu bir şekilde köprüde nöbet tutan genç bir asker gözlerini kırpıştırarak bakıyor, yüzünde bir dehşet ifadesi yayılıyordu. Duncan aradaki boşluğu hızla kapattı, askere yetişti ve daha asker kalkanın bile kaldıramadan kılıcını çekip ona saldırdı.

Savaş başlamıştı.

Anvin, Arthfael ve diğerleri mızraklarını fırlatarak, onlara doğru dönmüş olan yarım düzine kadar Pandesia askerinin yere devirdi. Dörtnala gitmeye devam ettiler, hiçbiri bir an bile duraklamadı, bunu hayat memat meselesi olduğunu biliyorlardı. Son sürat köprüden Andros’un ardına kadar açık kapılarına doğru saldırdılar.

Hala yaklaşık yüz metre kadar uzaktalarken Duncan ileriye bakıp Andros’un, otuz metre yüksekliğinde, altından oyma, otuz santim kalınlığındaki efsanevi kapılarını gördü. Eğer bu kapılar kapanırsa Andros’un ele geçirilemez hale geleceğini biliyordu. Öyle bir durumda, sahip olmadığı bir profesyonel kuşatma ekipmanı, uzun aylar ve sürekli olarak kapıyı döven yüzlerce adama ihtiyacı olacaktı, ki elinde bu da yoktu. Bu kapılar yüzyıllar boyunca yapılan hiçbir saldırıya geçit vermemişti. Oraya zamanında ulaşamazsa her şeyi kaybederdi.

Duncan kapılarda nöbet tutan yaklaşık bir düzine kadar askeri inceledi, savunma önlemleri hafifti, adamlar şafak vakti uykuluydu ve hiçbiri bir saldırı beklemiyordu. Duncan, zamanının kısıtlı olduğunun bilinciyle atını daha da hızlanmaya zorladı. Pandesialılar tarafından fark edilmeden önce oraya ulaşması gerekiyordu; hayatta kalacağından emin olabilmek için bir dakikaya daha ihtiyacı vardı.

Fakat aniden büyük bir boru sesi duyuldu ve Duncan yukarı bakıp, siperlerin üzerinde Pandesialı bir gözcünün onlara baktığını ve uyarı borusunu defalarca çaldığını görünce morali bozuldu. Ses şehir duvarlarında yankılandı. Duncan sahip olabileceği herhangi bir avantajı kaybetmiş olduğunu anladığından kalbi sıkışmıştı. Düşmanı hafife almıştı.

Pandesialı askerler hemen harekete geçtiler. İleri atılıp omuzlarını kapılara dayadılar, her iki tarafta altı asker tüm güçleriyle kapıları itiyordu. Aynı anda her iki tarafta dört asker dev çarkları çevirirken, her iki tarafta ikişer asker de zincirlere asılıyordu. Büyük bir çatırtı sesiyle birlikte dev parmaklıklar kapanmaya başladı. Duncan olanları çaresizlik içinde seyrediyor, sanki kalbini tabuta kapatıyorlarmış gibi hissediyordu.

“DAHA HIZLI!” diye bağırdı atına.

Hepsi birden hızlandılar, son bir çılgınca atak yapmışlardı. Yaklaşırlarken adamlarından bazıları kapılardaki adamlara umutsuz bir çabayla mızrak fırlattılar fakat hala çok uzaktalardı ve mızraklar kısa düştü.

Duncan atını daha önce hiç olmadığı kadar zorluyor, diğerlerinin önünde pervasızca ilerliyordu. Kapanmakta olan kapılara yaklaştığında kulağının yanından bir şeyin vızıldayarak geçtiğini hissetti. Bunun bir mızrak olduğunu anladı ve yukarı baktığında siperlerin üzerindeki askerlerin onlara mızrak fırlattığını gördü. Duncan arkasında bir çığlık duydu ve dönüp baktığında, yıllarca onunla birlikte savaşmış, cesur bir savaşçıya mızrak saplandığını ve adamın atından geriye düştüğünü gördü.

Duncan kapanan kapılara yönelirken, tedbiri iyice elden bıraktı ve atını daha çok zorladı. Yaklaşık yirmi metre kadar bir mesafedeydi ve kapıların sonsuza dek kapanmasına yalnızca otuz santim kalmıştı. Ne olursa olsun, kendi canı pahasına bile olsa bunun olmasına izin veremezdi.

Son bir intihar atağıyla Duncan kendini atından fırlattı ve kapanmakta olan kapıların arasında kalan boşluğa dalış yaptı. Kılıcını uzatıp ileri doğru ittirdi ve kapılar kapanmadan önce aradaki boşluğa sıkıştırmayı başardı. Kılıcı eğildi fakat kırılmadı. Duncan, bu çelik parçasının kapıları sonsuza dek kapanmaktan alıkoyan, başkenti hala açık tutan, Escalon’u sonsuza dek kaybetmemelerini sağlayabilecek olan tek şey olduğunu biliyordu.

Şoke olmuş Pandesia askerleri kapıların kapanmadığını fark etti ve aşağı bakıp Duncan’ın kılıcını fark edince hayrete düştü. Hepsi birden kılıca doğru atıldı. Duncan canı pahasına da olsa onlara izin vermemesi gerektiğini biliyordu.

Attan fırlamış olmasının etkisiyle hale nefesi kesilmiş haldeydi, kaburgaları acıyordu. Duncan ona doğru saldıran ilk askerden sakınmak için yuvarlanmayı denedi fakat yeteri kadar hızlı hareket edememişti. Arkasındaki askerin kılıcını kaldırdığını gördü ve kendini ölümcül darbeye hazırladı; fakat aniden asker çığlık attı Duncan bir kişneme duyunca dönüp savaş atının şaha kalkıp, adam Duncan’a vuramadan ön ayaklarıyla askerin göğsüne vurarak onu devirdiğini gördü. Asker geriye doğru uçtu, kaburgaları kırılmıştı. Sırtüstü yere düştü ve bayıldı. Duncan atına minnettarlıkla baktı ve onun, bir kez daha hayatını kurtarmış olduğunu fark etti.

İhtiyacı olan zamanı bulan Duncan ayaklarının üzerinde doğruldu, ikinci kılıcını çekti ve üzerine doğru gelen bir grup askeri karşılamak üzere hazırlandı. İlk asker kılıcını ona doğru savurdu ve Duncan atağı başının üzerinde karşılayıp etrafında dönerek askerin sırtına kılıcını vurdu ve onu yere devirdi. Daha sonra ilerleyip, ikinci bir asker henüz ona yetişemeden adamın karnına kılıcını soktu ve yere düşen adamın üzerinden sıçrayarak bir diğer adama iki ayağıyla birden vurup onu da yere serdi. Bir başka asker kılıcını ona doğru savururken eğildi ve etrafında dönüp askerin sırtını kılıcıyla kesti.

Kendisine saldıran askerle nedeniyle dikkati dağılan Duncan, arkasında bir hareketlilik sezdi ve dönüp baktığında bir Pandesialı askerin, kapının arasına sıkışmış olan kılıcı tutup, kabzasından sallamakta olduğunu gördü. Hiç zamanı olmadığını fark eden Duncan o askere doğru döndü, nişan aldı ve elindeki kılıcı fırlattı. Kılıç havada dönerek uçtu ve asker Duncan’ın uzun kılıcını çekemeden hemen önce onun gırtlağına saplandı. Kapıyı kurtarmıştı fakat kendisi savunmasız kalmıştı.

Duncan açıklığı genişletebilmek umuduyla kapıya doğru hücum etti fakat tam o sırada bir asker ona çelme taktı ve yüzüstü yere düşürdü. Sırtı açıkta kalan Duncan tehlikede olduğunun farkındaydı. Arkasındaki Pandesialı havaya kaldırdığı mızrağını sırtına saplamadan önce yapabileceği çok az şey vardı.

Bir bağırma duyulduğunda Duncan göz ucuyla Anvin’in ileri atıldığını ve gürzünü savurarak askerin bileğine vurup, asker mızrağı Duncan’ın sırtına saplayamadan mızrağı elinden düşürttüğünü gördü. Daha sonra Anvin atından atladı ve askeri yere devirdi. Aynı anda Arthfael ve diğerleri de yetişip Duncan’a saldıran askere hücum ettiler.

Serbest kalan Duncan şöyle bir etrafa bakıp kapıyı savunan askerlerin ölmüş olduğunu, kapının, kılıcı ile zar zor açık durmakta olduğunu gördü. Aynı zamanda gözünün ucuyla, koğuşlardan çıkan Pandesia askerlerinin Kavos, Bramthos, Seavig ve adamlarıyla savaşmak üzere aceleyle hareket ettiğini gördü. Kavos ve adamları onlara saldırsa bile yeteri kadar asker aradan sıyrılıp kapılara doğru yönelebilirdi ve eğer Duncan kısa süre içinde kapıların kontrolünü eline almazsa işleri biterdi.

Bir başka asker siperlerden mızrak fırlattığında Duncan kenara çekildi. Koşarak gidip, yerde yatan askerlerden birinin yayını aldı, bir ok yerleştirdi, arkasına doğru yaslanıp nişan aldı ve oku, elinde mızrakla, eğilmiş aşağı bakan bir Pandesialı’ya doğru fırlattı. Okla vurulan asker çığlık attı ve yere düştü, böyle bir şeyi beklemediği belli oluyordu. Doğrudan yere çakıldı ve Duncan’ın yanında yere yapıştı. Duncan kenara çekildi ve üzerine düşen cesedin altında kalmaktan kendini korudu. Duncan ölen askerin boruyu çalan asker olduğunu görmekten özel bir keyif almıştı.

“KAPILARA!” diye bağırdı Duncan, geri kalan askerleri de yere indiren adamlarına.

Adamları atlarından inerek toplandı, koşarak yanına geldi ve devasa kapıları iterek açması için ona yardım etmeye başladı. Kapıları tüm güçleriyle itiyorlardı fakat kapılar neredeyse milim bile oynamıyordu. Daha fazla adam yardıma geldi ve hepsi aynı anda kapıları itmeye başladılar. Nihayet kapılardan biri yavaşça kıpırdamaya başladı. Her seferinde birkaç santim oynayarak açılan kapı nihayet Duncan’ın ayağını araya sokabileceği kadar aralık hale gelmişti.

Назад Дальше