Yeminli - Морган Райс 5 стр.


Masaları ayrıca yeni insan arkadaşlarla doluydu. Caitlin birçok insanla tanışmış ve kendini bunlara yakın hissetmişti. Bunların hepsi savaşçıydı. Kral başta oturuyordu ve çevresini düzinelerce şövalye sarmıştı. Öğleden sonraki saatler boyunca içki içerek şarkılar söylediler ve savaş hikâyelerini, av maceralarını anlatarak sesli sesli güldüler. Caitlin bu İskoçyalı insanların sıcakkanlı, dost, misafirperver, içkiyi seven ve muhteşem hikâye anlatan kimseler olduklarını söyleyebilirdi.

Yemek ve hikâyeler saatler sürdü, öğle yemeği öğleden sonra geç saatlere kadar uzadı. Meşaleler söndü ve yeniden yakıldı. O devasa, taş şömineye düzinelerce yeni kütük atıldı; kocaman şarap fıçıları boşalanların yerini aldı. Sonunda, köpeklerin hepsi yoruldu ve kilimlerin üzerinde uyuyakaldılar. Nihayet Scarlet de Caitlin’in kucağında uyuyakalmıştı ve Ruth da Scarlet’in yanına kıvrılmıştı. Ruth, kendini bitmek tükenmek bilmeyen bir yığın etle besleyen Scarlet sayesinde iyice beslenmişti. Bir düzine köpek artıklar için yalvararak masanın kenarında beklemişler, fakat hepsi Ruth’dan uzak durmaları gerektiğini sezmişlerdi. Ve kendi halinden oldukça memnun olan Ruth da onlara bulaşmaya hiç ilgi göstermemişti.

Yiyecekten ve içeceklerden karınları tıka basa dolan savaşçılardan bazıları da sonunda kürklerinin içinde uykuya dalmışlardı. Bu esnada Caitlin dalıp gitti, zihni başka zamanlara, yerlere ve olaylara kaydı. Bir sonraki ipucunun ne olacağını merak etmeye başladı; acaba babası bu yerde ve zamanda mıydı; bir sonraki yolculuğu kendisini nereye götürecekti. Aniden adını duyduğunda gözleri kapanmaya başlamıştı.

Oradaki şamatanın içinden kendisine seslenen kral McCleod’du.

Kral yeniden “Peki ne düşünüyorsun Caitlin?” diye sordu.

Onun bu sorusuyla, o neşeli masa yavaşça sessizleşti, insanlar başlarını çevirdiler ve Caitlin’in olduğu tarafa baktılar.

Caitlin konuşulanları dinlememiş olduğu için utandı. Kral bir cevap bekliyormuş gibi ona baktı. Sonunda öksürdü.

Yeniden “Kutsal Kâse konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Caitlin Kutsal Kâse mi? diye düşündü. Bunun hakkında mı konuşuyorlardı?

Hiçbir fikri yoktu. Kutsal Kâseyi hiç mi hiç düşünmemişti ve ne olduğu konusunda da en ufak bir fikri bile yoktu. Şimdi keşke konuştuklarını dinleseydim diye içinden geçirdi. Kutsal Kâsenin ne olduğunu hatırlamaya çalıştı ve çocukken dinlediği peri masallarını, mitleri ve efsaneleri düşündü. Kral Arthur’un hikâyelerini hatırladı. Excalibur. Kutsal Kâse…

Yavaş yavaş aklına geliyordu. Doğru hatırlıyorsa, Kutsal Kase’nin bir kadeh ya da kupa olduğu söyleniyor ve içinde özel bir sıvı bulunduğundan bahsediliyordu…Evet, şimdi hatırlıyordu. Bazıları Kutsal Kâse’nin içinde İsa’nın kanının olduğunu söylemişti ve onu içmek insanı ölümsüz yapabilirdi. Eğer doğru anımsıyorsa, şövalyeler onu arayarak yüzyıllar harcamışlar, onu bulmak için dünyanın öbür ucuna giderek hayatlarını tehlikeye atmışlardı. Ama hiçbiri bulamamıştı.

McCleod “Sen bir gün bulunabileceğini düşünüyor musun?” diye tekrar sordu.

Caitlin öksürdü, bütün masa ne cevap verecek diye ona bakıyordu.

“Şey…” diye başladı. “Ben aslında bu konuda hiç düşünmemiştim. Ama eğer Kutsal Kase gerçekten varsa… o zaman bulunamaması için bir neden göremiyorum.”

Masada kısa bir onaylama uğultusu oldu.

McCleod şövalyelerinden birine “Bak gör işte,” dedi. “O iyimser biri. Ben de Kutsal Kâse’nin bulunacağını düşünüyorum.”

Şövalyelerden biri “Kocakarı masalı,” dedi.

Başka bir şövalye “Peki onu bulduğunda ne yapacaksın?” diye sordu. “Asıl sorun bu.”

Kral “Neden sorun olsun ki, kendimi ölümsüzleştireceğim,” diye cevap verdi ve kahkahalara gömüldü.

Başka bir şövalye “Onun için Kutsal Kâse’ye ihtiyacın yok,” dedi. “Tek ihtiyacın olan şey dönüştürülmek.”

Birden masanın etrafına gergin bir sessizlik çöktü. Bu şövalyenin gevezelik ettiği belliydi, haddini aşıp tabu olan bir şeyden söz etmişti. Hatasını anlayarak utanç içinde başını önüne eğdi.

Caitlin, McCleod’un ani, karanlık yüz ifadesini gördü ve o anda, onun aşırı derecede dönüştürülmek istediğinin farkına vardı. Öyle ki McCleod, kendisine yardım etmedikleri için Aiden’ın grubuna fena halde kızgındı. Şüphesiz bu kral nazik bir noktaya parmak basmış, iki ırkın arasındaki gerginlik noktasını masaya sermişti.

Kral yüksek bir sesle “Peki ölümsüzlük nasıl bir şey?” diye sordu ve her nedense bu soruyu Caitlin’e yöneltti.

Caitlin, odadaki diğer bütün vampirler dururken kralın bunu neden kendisine sormak zorunda kaldığını merak etti. Başka birini seçemez miydi?

Caitlin sorulan soruyu düşündü. Ölümsüzlük nasıl bir şeydi? Buna ne cevap verebilirdi ki? Bir taraftan ölümsüzlüğü, bütün bu yerlerde ve zamanlarda yaşamayı, tekrar tekrar her bir yeni yerde ve zamanda ailesini ve arkadaşlarını görmeyi seviyordu. Diğer taraftan, bir yanı hala normal, basit bir hayatının olmasını diliyordu; keşke her şey normal bir gidişata sahip olsaydı diye içinden geçiriyordu. En önemlisi, düşününce ölümsüzlüğün ne kadar net göründüğüne şaşırdı: bir yandan hayatın sonsuz olduğunu hissetmesine neden oluyordu ama diğer yandan ona asla yeterince zaman yokmuş hissi veriyordu.

“Senin hayal edebileceğin kadar kalıcı bir his vermiyor.”

Masanın geri kalanı Caitlin’in cevabını başlarını sallayarak onayladılar.

McCleod birden sandalyesinden kalktı. O kalkınca, diğer herkes de tetikte bekleyerek kalktı.

Caitlin tam onu üzüp üzmediğini merak ederek yaptıkları garip konuşmayı zihninde evirip çevirirken, onun varlığını birden arkasında hissetti. Döndü ve o, tepeden ona bakarak orada duruyordu.

“Yaşına göre çok olgunsun. Gel benimle. Ve arkadaşlarını da getir. Sana gösterecek bir şeyim var. Öyle bir şey ki çok uzun zamandır seni bekliyordu.”

Caitlin şaşırdı. Bunun ne olacağına dair hiçbir fikri yoktu.

McCleod döndü ve kasıla kasıla koridora doğru yürüdü. Caitlin ve Caleb ayağa kalktılar, onları Sam ve Polly izledi ve hepsi merak içinde birbirlerine bakarak McCleod’u takip ettiler.

Masanın etrafındaki şövalyeler yavaşça geri yerlerine oturup yemeklerine devam ederlerken onlar büyük taş zemini geçtiler, muazzam kabul salonundan kralı takip ederek bir yan kapının olduğu yere geldiler.

McCleod sessizce yürüdü. Meşalelerle aydınlanan dar bir koridordan kasıla kasıla geçerken Caitlin, Caleb, Sam ve Polly onu izlediler. Eski taş koridorlar kıvrılıp durdu ve sonunda onları bir merdiven boşluğuna ulaştırdı.

McCleod duvardan bir meşale aldı ve karanlık merdivenlerde yolu gösterdi. Yürümeye devam ederlerken Caitlin kralın onları tam olarak nereye götürdüğünü merak etti. Onlara göstermek zorunda olduğu şey ne olabilirdi? Bu bir tür eski silah mıydı?

Sonunda yeraltında, meşalelerin oldukça iyi aydınlattığı gizli bir kata ulaştılar. Caitlin gördüğü manzara karşısında büyülendi. Alçak, kemerli tavan parlıyordu ve altınla kaplanmıştı. Caitlin, çeşitli tuhaf işaretler ve sembollerle birlikte İsa’nın, Şövalyelerin ve İncil’den sahnelerin resmedildiğini görebiliyordu. Zemin taştı, çok eskiydi ve iyice aşınmıştı. Caitlin kendini sanki gizli bir hazine odasına girmişler gibi hissetmekten alamıyordu.

Caitlin onları önemli bir şeyin beklediğini sezince kalbi daha hızlı atmaya başladı. Adımlarını hızlandırarak Krala yetişmek için acele etti.

“Burası binlerce yıldır McCleod klanının hazine mahzenidir. En kutsal hazinelerimizi, silahlarımızı ve değerli eşyalarımızı burada, aşağıda saklıyoruz. Ama aralarında hepsinden daha değerli, daha kutsal bir emanet var.”

Kral durdu ve Caitlin’e döndü.

“Bu uzun zamandır yalnızca senin için sakladığımız bir hazine.”

Sonra arkasını döndü ve yandaki duvardan bir meşale aldı. Bunu yapınca duvardaki taşta aniden gizli bir kapı açıldı. Caitlin hayret etti: Kral açmamış olsaydı orada bir kapı olduğunu asla anlayamazdı.

McCleod döndü ve onları dönemeçli başka bir koridordan geçirdi. Sonunda küçük bir girintinin olduğu yerde durdular. Önlerinde bir taht vardı, üzerinde ise tek bir şey duruyordu: bu, küçük, mücevher kaplı bir hazine sandığıydı. Meşalenin ışığı sandığın üzerinde titreyerek onu aydınlattı ve McCleod büyük bir dikkatle aşağı eğilip onu aldı.

Yavaşça kapağını açtı. Caitlin gördüklerine inanamadı.

Orada, sandığın içinde solgun, antik renklere sahip, kırışmış ve ikiye ayrılmış çok eski bir parşömen parçası duruyordu. Üzeri zarif bir şekilde kaleme alınmış eski el yazısı ile kaplıydı. Caitlin yazıldığı dili tanıyamamıştı. Kenarları rengârenk harflerle, çizimlerle ve sembollerle doluydu. Ortasında da yarım daire şeklinde bir çizim vardı. Ama yırtılmış olduğu için Caitlin bunun ne olduğuna bir anlam veremedi.

Kral “Senin için,” dedi, büyük bir dikkatle onu yerinden çıkardı ve Caitlin’e uzattı.

Caitlin yırtılmış parşömen parçasını tuttu, ellerinin arasında kırışıklıklarını hissetti ve onu meşalenin ışığına doğru kaldırdı. Yırtılmış bir sayfaydı, belki de bir kitaptan koparılmıştı. Bütün o zarif sembolleri ile kendi başına bir sanat eserine benziyordu.

McCleod “Kutsal Kitap’ın kayıp sayfası,” diye açıkladı. “Kitabı bulduğunda sayfa tamamlanacak. Ve o zaman hepimizin peşinde olduğu kutsal emaneti de bulmuş olacaksın.”

Döndü ve Caitlin’in yüzüne baktı.

“Kutsal Kâse’yi.”

YEDİNCİ BÖLÜM

Caitlin pencereden gün batımına bakarak Dunvegan Kalesi’nde ona ayrılan büyük odadaki yazı masasına oturdu. McCleod’un ona verdiği yırtık sayfayı ışığa tutarak inceledi. Parmaklarını yavaşça kabartmalı, Latin harflerinin üzerinde gezdirdi. Sayfa eski görünüyor ve çok eski zamanlardan kalma olduğu hissini veriyordu. Bütün bir sayfa oldukça güzel ve itinalı bir şekilde tasarlanmıştı. Caitlin sayfanın kenarlarındaki karmaşık renklere hayranlıkla baktı. Bir zamanlar kitapların içlerinin de dışlarının da başlı başına bir sanat eseri olduklarının farkına vardı.

Caleb yatağa uzanmış, Scarlet ve Ruth ise odanın en uzak köşesindeki şöminenin önünde bir yığın kürkün arasına serilmişlerdi. Bu oda o kadar genişti ki hepsi içindeyken bile Caitlin hala düşünceleri ile baş başa kaldığını hissediyordu. Bitişik odada Sam ve Polly’nin bulunduğunu biliyordu. Çok uzun bir gün olmuştu. Aiden’ın meclis üyeleri ve kralın adamları ile uzun bir ziyafet çekmişlerdi ve şimdi herkes gece için odalarına çekilmişlerdi.

Caitlin yırtılmış sayfayı, ipucunu, o ipucunun onu nereye götürebileceğini ve ona dördüncü anahtarı verip vermeyeceğini düşünmeden edemiyordu. Bu defa babası gideceği yerde olacak mıydı? Babası onu yakınlarda bir yerde bekliyor muydu? Bunu düşününce Caitlin’in kalbi daha hızlı atmaya başladı. Bu sonunda kalkanı bulacağı anlamına mı geliyordu? Bütün bunlar son mu bulacaktı? Peki, ondan sonra ne yapacaktı? Bir sonraki durağı neresi olacaktı?

Bütün bunları düşünmek oldukça yorucuydu. Şu an yalnızca önündeki ipucuna yoğunlaşması ve adım adım gitmesi gerektiğini hissetti. McCleod’un Kutsal Kâse hakkında söylediklerini düşündü. McCleod ona, kendisinin ve adamlarının hayatlarını kâseyi bulmaya adadıklarını söylemişti. Ve efsaneye göre bir kadın gelecek ve onları o kâseye götürecekti. McCleod, bu kadının Caitlin olduğuna inanıyordu. Bu yüzden ona, kendi değerli ipucunu, o eski kâğıt parçasını vermişti.

Ama Caitlin onun kadar emin değildi. Kâse yalnızca bir efsaneden ibaret miydi? Yoksa gerçek miydi? Ve Caitlin’in araştırmasıyla nasıl bir ilişkisi vardı?

Caitlin bütün bunların nereye varacağını bilmiyordu, ama görünüşe göre, bir kez daha bu kalede, bütün bu insanlarla birlikte biraz huzur ve rahatlık hissedebileceği bir yer bulmuş olduğunun farkındaydı. Skye’da, bu kalede, bu kralla ve onun şövalyeleri ile ve tabi Aiden’ın meclis üyeleri ile yeniden bir arada olmasıyla kendini evde gibi hissediyordu. Caleb, Scarlet, Sam ve Polly ile yeniden bir araya geldiği için çok heyecanlıydı. Nihayet, bir kez daha her şey yoluna girmişti. Dışarısı soğuk ve rüzgârlıydı; şöminede yanan ateşle Caitlin içerde kendini sıcacık ve rahat hissediyor ve dışarı çıkıp daha fazla ipucunun peşinde koşmayı hiç istemiyordu. Tam burada kalmak istiyordu. Kendini burada Caleb, Scarlet ve Ruth’la bir yuva kurarken görebiliyordu.

Eğer o şövalyeler görevleri konusunda ona baskı yaparlarsa, bu onun Caleb’le olan ilişkisini nasıl etkileyecekti? Ya da Scarlet ve Ruth’u tehlikeye atmayacak mıydı? Öyle görünüyordu ki ne zaman bir anahtar bulmaya yaklaşsa kötü şeyler olmaya başlıyordu.

Caitlin yavaşça o narin kâğıt parçasını masaya bıraktı ve onun yerine bakışlarını önünde, masasının üzerinde duran kapağı açılmamış günlüğüne çevirdi. Günlüğü artık yıpranmış, kullanmaktan kalınlaşmış ve kendi başına bir kutsal emanet gibi görünüyordu. Caitlin uzandı ve sayfaları usulca çevirdi, neredeyse defterin sonuna gelinceye kadar bütün sayfaları geçti. Şaşkınlıkla çok fazla boş sayfanın kalmadığını fark etti. Bu günlüğe ilk başladığında sanki sonsuza dek yetecek gibi görünmüştü.

Tüy kalemi aldı, mürekkebe batırdı ve kargacık burgacık yazmaya başladı.


Bu günlüğün neredeyse bitiyor olduğuna inanmıyorum. New York City’de yazdığım yazı gibi eski yazdıklarımdan bazılarına bakıyorum ve sanki aradan yıllar geçmiş gibi geliyor. Ama aynı zamanda da sanki her şey dün olmuş gibi.

Şimdiye kadar bütün yaşadıklarımı düşünüyorum ve artık yazmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. O kadar çok şey oldu ve aradan o kadar zaman geçti ki sana her şeyi yazamayacağımı hissediyorum. Bu yüzden sadece en önemli şeyleri yazacağım.

Caleb hayatta. Hastalığını yendi. Şimdi onunla yeniden bir araya geldik ve yakında evleneceğiz. Başka hiçbir şey beni bu kadar mutlu edemez.

Dünyanın sekiz yaşındaki en güzel kızı Scarlet hayatımızda. Artık bizim kızımız. O da hastalığını yendi ve ben çok mutluyum.

Ruth ise Rose’un hiç olmadığı kadar büyüyüp güçlendi ve hayatımda gördüğüm en sadık ve en korumacı hayvan oldu. O da Scarlet ve Caleb’in olduğu gibi ailemizin bir parçası.

Sam ve Polly ile tekrar bir araya geldiğim için de çok heyecanlıyım. Bütün ailemin yeniden bir çatı altında bir araya geldiğini hissediyorum.

Düğünümüz olacak diye biraz gerginim. Caleb ve ben henüz bunu konuşacak zaman bulamadık, ama bunun yakında olacağını hissediyorum. Küçükken daima düğün günümü hayal etmeye çalışırdım. Ama hiçbir zaman asla böyle bir şey düşünmemiştim. Bir vampir düğünü mü? Acaba nasıl bir şey olacak?

Umarım o da hala beni, benim onu sevdiğim gibi seviyordur. Aslında böyle olduğunu hissediyorum. Acaba o da düğün için biraz gergin midir?

Yüzüğüme bakıyorum, bana verdiği yüzüğe, o kadar güzel ki… bir sürü parlak mücevherle kaplı. Hiçbiri gerçek gibi gelmiyor ama aynı zamanda da ona sonsuza dek bağlanmışım gibi hissediyorum.

Babamı bulmak istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Ama artık aramak istemiyorum. Bir şeylerin değişmesini de istemiyorum. Hiçbir şeyin. Caleb’le olmak istiyorum. Ve düğünümüzün bir an önce yapılmasını istiyorum. Önceliği düğünümüze vermem yanlış mı?

Назад Дальше