Sevilmiş - Морган Райс 4 стр.


“Jimbo, sakinleş” dedi Sam iri yarı çocuğa.

İşte koruyucu Sam buydu. Ne olursa olsun onu hâlâ ko- ruyordu. “Kendisi bir baş belasıdır; ama öyle demek isteme- di. Hâlâ benim kardeşim ne de olsa. Rahatla.”

“Aynen öyle demek istedim” diye bağırdı Caitlin, hiç olmadığı kadar öfkelenerek. “Siz kendinizi havalı falan mı sanıyorsunuz? Küçük kardeşimin kafasını iyi yapacaksınız ha? Hepiniz  boş gezenin boş kalfasısınız. Sizden  ne köy olur ne kasaba. Eğer kendi hayatınızın içine etmek isti- yorsanız buyurun,  hiç durmayın;  ama Sam’i buna karış- tırmayın!”

Jimbo, eğer bu mümkünse,  daha kızmış görünüyordu. Ona doğru tehditkâr birkaç adım attı.

“Bakın burada kim varmış. Öğretmen hanım. Cici anne- cik. Bize ne yapmamız gerektiğini söylemeye gelmiş!”

Bir kahkaha tufanı koptu.

“Neden  sen ve kılıbık erkek arkadaşın gelip şansınızı üs- tümde denemiyorsunuz?”

Jimbo ileri çıkıp kocaman avucunu kaldırdı ve Caitlin’in omzunu itti.

Büyük hataydı.

Caitlin’in içindeki öfke, kontrol edebileceği sınırı ezip ge- çerek patladı. Jimbo’nun parmağı ona değer değmez şimşek hızıyla uzandı ve bileğini kapıp ters çevirdi. Bileği kırılırken yüksek bir çatlama sesi çıkardı.

Bileğini sırtına dayayıp yukarıya kaldırdıktan sonra onu önce yüzü düşecek şekilde yere doğru itti.

Çaresiz bir şekilde yüzüstü yere düşmesi bir saniye alma- dı. Caitlin  ileri çıkıp ayağını ensesine koydu ve onu sıkıca yere yapıştırdı.

Jimbo acı içinde bağırdı.

“Aman Tanrım, bileğim, bileğim! Seni adi kaltak! Bileği- mi kırdın!”

Sam, tüm diğerleri gibi sarsıldığını belli eden bakışlarıyla ayağa kalktı. Gerçekten  şoka girmiş gibi duruyordu. Ufak kız kardeşi bu kadar iri yarı bir adamı, bu kadar hızlı nasıl alt eder aklı almıyordu.

“Özür dile” diye hırladı Jimbo’ya. Çıkarttığı ses karşısın- da şaşırmıştı. Tıpkı bir hayvan gibi gırtlağından konuşuyor- muş gibi duruyordu.

“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye bağırdı Jim inleyerek.

Caitlin onu bırakmak, bu kadarıyla yetinmek istiyorduy- sa da içinde bir yer bunu yapamıyordu. Hiddet onu aniden ve çok kuvvetli  bir şekilde ele geçirmişti. Öylece  içinden atamıyordu. Hâlâ ilerlemeye, artmaya devam ediyordu. Bu çocuğu öldürmek istiyordu. Aklın almayacağı bir şeydi; ama gerçekten istiyordu.

“Caitlin!” diye bağırdı  Sam. Caitlin sesindeki korkuyu duyabiliyordu. “Lütfen!”

Ancak Caitlin içinden geleni durduramıyordu. Bu çocu- ğu gerçekten öldürecekti.

Tam o sırada bir havlama sesi duydu ve gözünün ucuy- la köpeği gördü. Köpek sıçramıştı, havadaydı ve keskin dişi tam boğazına doğru geliyordu.

Caitlin aniden tepki verdi. Jimbo’yu bırakıp tek bir hare- ketle köpeği havada yakaladı. Onu yukarı kaldırdı, karnın- dan tuttu ve fırlattı.

Köpek öyle bir hızla uçtu ki önce üç, sonra beş metreyi, sonra odanın diğer tarafındaki ahşap duvarı geçip dışarı fır- ladı. Köpek diğer tarafa doğru uçarken duvardan yüksek bir çatlama sesi geldi.

Odadaki herkes Caitlin’e baktı. Az önce tanıklık ettikleri şeyin ne olduğunu çıkartamıyorlardı. Kesinlikle insanüstü bir güç, hıza dayalı bir eylemdi ve mümkün olan hiçbir açık- laması yoktu. Orada öylece, ağızları beş karış açık bakakal- dılar.

Caitlin içindeki  duyguların  onu esir aldığını  hissetti. Öfke. Üzüntü. Ne hissettiğini tam olarak bilmiyor ve artık kendine güvenmiyordu. Konuşacak durumda değildi. Bu- radan çıkmalıydı. Sam’in gelmeyeceğini biliyordu. O artık başka birine dönüşmüştü.

Kendisi de öyle.

Üçüncü Bölüm

Caitlin  ve Caleb nehrin  kıyısından  sessizce yürüyorlar- dı. Hudson’ın bu tarafı pek bir ihmal edilmişti; artık çalışmayan fabrikalar ve kullanılmayan  benzin depolarıyla doluydu. Nehrin bu yakasının hâli perişan olsa da sessiz ve sakindi. Caitlin  nehre doğru baktığı zaman bu soğuk mart gününde, nehrin üstünde yol alıp hafifçe parçalanan buzları gördü. Havadaki tek ses, onların çıkardığı hassas ve dikkat edilirse duyulabilecek  çatırdamalardı. Başka bir dünyadan gelmiş gibi duruyorlardı; hafif bir pus etrafı kaplarken ışık- ları tuhaf  şekillerde yansıtıyorlardı.  Caitlin şu büyük  buz kütlelerinden birinin üstüne oturup o nereye giderse onunla gitmek istedi bir an.

Her ikisi de kendi alemlerine dalmış hâlde sessizce yürü- yorlardı. Caitlin,  Caleb’in  önünde o şekilde hiddetlendiği için utanıyordu. Bu kadar vahşileştiği, içinde meydana gelen şeyleri durduramadığı için utanıyordu.

Aynı zamanda kardeşi adına,  o bu şekilde davrandığı  ve böyle aylaklarla takıldığı için utanıyordu. Onun daha önce hiç böyle davrandığını görmemişti. Caleb’i  buna maruz kalmak zorunda bıraktığı için utanıyordu. Onu ailesiyle tanıştırmak için harika bir yoldu gerçekten! Onun hakkında kim bilir ne düşünüyordu. Her şeyden çok canını yakan şey buydu.

Hepsinden kötüsü, buradan sonra nereye gidecekleri so- rusu canını sıkıyordu.  Babasını bulmak  konusunda en iyi umudu Sam olmuştu. Başkaca bir fikri yoktu. Eğer olsaydı onu kendisi yıllar önce bulmuş olurdu. Caleb’e ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Acaba şimdi yanından gidecek miy- di? Elbette gidecekti. Kendisinin  ona hayrı dokunacak bir tarafı yoktu ve onun bulması gereken bir kılıç vardı. Ne diye onunla kalsındı ki?

Sessizce yürürlerken içini bir tedirginlik kapladı. Caleb’in ona gideceğini  söylemek  niyetiyle  kelimelerini  dikkatlice seçmek için doğru zamanı beklediğini düşünüyordu. Tıpkı hayatındaki diğer herkesin yaptığı gibi.

“Gerçekten çok üzgünüm”  dedi sonunda yumuşak bir şekilde. “Orada öyle davrandığım için. Kontrolümü kaybet- tiğim için özür dilerim.”

“Üzülme. Sen yanlış bir şey yapmadın. Öğreniyorsun ve çok güçlüsün.”

“Aynı zamanda kardeşim öyle davrandığı için de özür di- lerim.”

Caleb gülümsedi. “Eğer yüzyıllar içinde öğrendiğim tek bir şey varsa o da aileni kontrol edemeyeceğindir.”

Sessizce yürümeye devam ettiler. Caleb nehre doğru baktı.

“Yani?” diye sordu sonunda. “Şimdi ne yapıyoruz?”

Caleb durdu ve ona baktı.

“Gidecek misin?” diye sordu tereddüt ederek.

Caleb derin düşüncelere dalmış gibi bakmaya devam etti.

“Babanın  olabileceği başka bir yer biliyor musun? Onu tanıyan başka biri? Herhangi bir şey?”

Caitlin  bunları zaten düşünmüştü. Hiçbir  şey bilmiyor- du. Mutlak anlamda hiçbir şey. Başını iki yana salladı.

“Bir şeyler olmalı” dedi Caleb empati kurarak, “Zorla bi- raz. Hatıraların falan. Kafanda hiçbir anı yok mu?”

Caitlin hafızasını zorladı. Gözlerini kapayıp kendini ger- çekten hatırlamaya zorladı. Kendisine defalarca aynı soruyu sordu. Babasını rüyalarında o kadar fazla görmüştü ki artık hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu  hatırlayamı- yordu. Kendisini bahçede koşarken ve babası uzaktayken, ardından o yaklaşmaya çalışınca babası gittikçe uzaklaşırken, defalarca gördüğü aynı rüyayı zaten ezbere biliyordu. Ancak bu o değildi. Onlar sadece rüyaydı işte.

Bir de küçükken onunla bir yerlere gittiğine  dair sah- neler vardı. Yazın, diye düşündü içinden. Okyanusu hatır- ladı; ılıklığını,  gerçekten ılık oluşunu. Bunun  gerçek olup olmadığından emin değildi. Her şey daha da bulanıklaşıyor gibiydi. Bu kumsalın tam olarak nerede olduğunu hatırlaya- mıyordu.

“Çok özür dilerim” dedi. “Keşke elimde bir şey olsaydı. Senin için değilse bile benim için. Ancak yok. Nerede ol- duğu ya da onu nasıl bulacağım konusunda konusunda en ufak bir fikrim yok.”

Caleb yüzünü nehre doğru döndü. Derin derin iç çekti. Buza baktığında gözleri yine renk değiştirdi; bu sefer deniz grisiydiler.

Caitlin zamanın yaklaştığını hissediyordu.  Her an ona doğru dönüp haberleri verebilirdi. Terk ediyordu işte. Artık onun işine yaramazdı.

Neredeyse onunla kalması için bir şeyler uyduracak, ba- bası hakkında bir yalan atacaktı; fakat bunu yapamayacağını kendisi de biliyordu.

Ağlamak istiyordu.

“Anlamıyorum”  dedi Caleb hafifçe,  gözlerini  nehirden ayırmadan. “Senin ‘o’ olduğuna emindim.”

Sessizce bakmaya devam etti. Caitlin beklerken geçen her saniye, ona saatler gibi geliyordu.

Ona doğru dönüp nihayet, “Anlamadığım başka bir şey daha var” dedi. Kocaman gözleri hipnotize ediciydi.

“Senin etrafındayken bir şey hissediyorum. Ne  olduğu anlaşılmaz bir şey. Diğerleri  söz konusu  olduğunda,  ortak geçirdiğimiz hayatları, hangi şekilde olursa olsun, ne zaman yollarımızın kesiştiğini, hepsini görebiliyorum. Ancak sen olunca… Her şey puslu. Hiçbir  şey görmüyorum.  Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Sanki… Bir şeyi görmekten alıko- nuyormuşum gibi.”

“Belki yollarımız  hiç kesişmemiştir”  diye  cevap  verdi Caitlin.

Caleb başını iki yana salladı.

“Öyle olsaydı görürdüm.  Sen söz konusu  olunca  iki tarafı da göremiyorum.  Keza geleceğimizi de… Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Üç bin yıl boyunca,  asla. San- ki… Seni bir yerlerden hatırlıyormuşum  gibi hissediyo- rum. Sanki her şeyi görmenin eşiğine kadar gelmişim gibi. Tam aklımın kıyısında;  ama gelmiyor  bir türlü ve  beni deli ediyor.”

“Eğer öyleyse belki hiçbir şey yoktur. Belki sadece şimdi ve buradan ibarettir her şey. Belki asla daha fazlası olmamış- tır ve belki asla olmayacaktır” dedi Caitlin.

Der demez ağzından  çıkanlardan  dolayı  pişman  oldu. İşte yine yapacağını yapmıştı, dilini tutamayıp asla o anlama gelmesini istemediği şeyleri çıkarıvermişti ağzından. Neden böyle konuşmak  zorundaydı  ki? Söyledikleri,  hissettiği ve düşündüklerinin tam tersiydi. Şöyle demek istemişti oysa: Evet. Ben de aynısını hissediyorum. Sanki hep seninle olmuşum ve hep seninle olacakmışım  gibi.

Ancak bunun yerine, her şey tam tersi şekilde çıkmıştı. Tedirgin olduğu içindi. Artık hiçbirini geri alamazdı.

Caleb hiç de yılmış gibi değildi. Hatta ileri doğru bir adım atıp tek elini kaldırdı ve Caitlin’in  yüzünde duran saçı geri iterek yanağının üstüne koydu. Derin derin gözlerinin içine baktı. Caitlin, gözlerinin bu sefer griden maviye doğru renk değiştirişini izledi. Bakışları onun gözlerinin içine işliyordu. Aradaki temas nefes kesiciydi.

Tüm vücudunu  saran sıcaklığı hissettiğinde kalbi çarp- maya başladı. Başı dönüyormuş gibi hissediyordu.

Acaba hatırlamaya mı çalışıyordu? Acaba hoşçakal demek üzere miydi?

Yoksa onu öpmek üzere mi?

Dördüncü Bölüm

Eğer Kyle’ın  insanlardan daha fazla nefret ettiği birileri varsa o da politikacılardı. Yapmacıklıklarını, ikiyüzlü- lüklerini, kerameti kendinden menkul haklılıklarını kaldı- ramıyordu. Somut hiçbir temeli olmayan kibirlerine taham- mül edemiyordu. Bunların birçoğu en fazla yüz sene yaşardı. O ise beş bin yılı devirmişti. ‘Geçmiş tecrübelerinden’ ko-nuşmaya başladıklarında Kyle’ın midesi bulanıyordu.

Kyle’ın her akşam uykusundan uyanıp belediye konağın- daki merkezlerinden yeryüzüne çıkarken bu politikacıların omuzlarına temas etmek zorunda kalıyor oluşu herhâlde kaderin bir cilvesiydi. Kara Metcezir Meclisi, kendi yaşam alanını New York belediye binasının altına yüzyıllar önce- sinde inşa ederek kendini sağlama almış ve her zaman po- litikacılarla  yakın bir ortaklık kurmuştu.  Aslına bakılırsa binanın  içine doluşan sözde politikacılardan  birçoğu gizli meclis üyeleriydi ve meclisin şehir ile eyalet çapındaki gün- demlerini yürürlüğe koymaktaydılar. İnsanlarla bu şekilde iş yapma, yüz göz olma durumu mecburiyetten girilen bir günahtı.

Ancak bu politikacıların  yeter miktarı,  Kyle’ın tenini karıncalandıracak kadar sahici insanlardı. Onların binada yaşamalarına izin veriyor oluşlarına katlanamıyordu. Bilhas- sa çok yakınına gelmeleri fazlasıyla canını sıkıyordu.  Kyle yürümekteyken omzunu, içlerinden birine doğru eğip sert- çe çarptı. “Hey!” diye bağırdı adam; fakat Kyle yürümeye devam etti. Dişlerini  gıcırdatıyor ve koridorun  sonundaki geniş çiftli kapıya doğru yürümeye devam ediyordu.

İş Kyle’a kalsa hepsini öldürürdü; fakat bunu yapmasına müsaade yoktu. Meclisi,  hâlâ Yüce Konsey’e  hesap vermek zorundaydı ve artık nedeni her neyse bu işten geri duruyor- lardı. İnsan ırkını  yeryüzünden silmek için doğru zamanı kolluyorlardı. Kyle şu an itibarıyla binlerce yıldır bekliyor- du ve daha ne kadar süreceğini bilmiyordu. Tarih içerisinde bu noktaya yaklaştıkları, yeşil ışığın yakıldığı  birkaç güzel an vardı. 1350’de Avrupa’da, nihayet herkes bir uzlaşmaya vardığında hep beraber veba salgınını başlatmışlardı. Ah, ne güzel zamanlardı! Kyle bunu düşününce gülümsedi.

Güzel olan başka birkaç zaman daha vardı: Karanlık Çağ- lar gibi. Savaşı tüm Avrupa sahasına yaymalarına izin veri- len, milyonlarca kişiyi öldürüp tecavüz ettikleri zamanlar… Kyle’ın gülümsemesi yüzüne yayıldı. Bunlar hayatındaki en güzel birkaç asır arasındaydı.

Ancak son birkaç asırdır Yüce Konsey pek zayıf, pek zavallı hâle gelmişti. İnsanlardan korkuyor gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı güzeldi gerçi; ama çok sınırlı ve kısa olmuştu. Kyle daha fazlasını istiyordu. O zamandan beri ne geniş çaplı salgınlar ne de gerçek savaşlar olmuştu. Sanki vampir ırkı, insanların gittikçe artan sayısından ve gücünden korkup felç geçirmişti.

Artık nihayet bir araya geliyorlardı.  Kyle çalım  sata sata belediye binasının kapısından çıkıp merdivenlerden inerken yaylanarak yürüyordu. South Street Limanı’na  olan yolculu- ğunu hatırlayınca adımlarını büyüttü. Onu bekleyen büyük bir nakliyat vardı: On binlerce sepet dolusu, el değmemiş, ge- netiği değiştirilmiş hıyarcıklı veba virüsü. Bunu yüzlerce yıldır Avrupa’da depolamaktaydılar; son salgından beri kusursuz bir şekilde koruma altına almışlardı. Şimdi bir de antibiyotikle- re tamamen dayanıklı olması için genetiğini değiştirmişlerdi. Alıp canının istediğini yapması, Amerika kıtasına yani kendi bölgesine yeni bir savaş yaymak  için hepsi Kyle’ın  olacaktı. Önümüzdeki yüzyıllar onun ismini hiç unutmayacaktı.

Bunu düşünmek Kyle’a yüksek sesli bir kahkaha attırdı. Yüz ifadesine bakılırsa kahkahası daha çok bir sırıtma gibi duruyordu.

Meclislerinin lideri Rexius’a bunu bildirmek zorunda ka- lacaktı elbet fakat bu, teknik bir ayrıntıdan ibaretti. Gerçek- te ise bunu yönlendiren kendisi olacaktı. Kendi meclisindeki-ve tüm komşu meclislerdeki- vampirler ona cevap vermek zorunda kalacaktı.

Kyle hâlihazırda  salgını  nasıl yayacağını biliyordu:  Bir posta Penn İstasyonu’na,  bir tane Grand Central’a  ve bir tane de Times Meydanı’na. Zamanlamaları, yoğun saatlere denk gelecek şekilde kusursuz hesaplanacaktı. İşte bu, oku yaydan  çıkarabilirdi  gerçekten.  Tahminlerine   göre  birkaç gün içinde Manhattan’ın yarısı enfeksiyonu kapmış ve diğer hafta içindeyse tamamı hastalanmış olacaktı. Bu salgın ça- bucak yayılıyordu. Onu öyle bir düzeltmişlerdi ki artık hava yoluyla taşınabiliyordu.

Zavallı insanlar  elbette  şehri karantina  altına alacaktı. Köprüleri,  tünelleri, hava ve deniz trafiğini kapatacaklardı. İşte bu tam da onun istediği şeydi. Kendilerini,  peşinden gelecek terörün içine kapatmış olacaklardı. Salgından ölmek üzereyken  Kyle ve binlerce müridi,  insan ırkının  şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir vampir savaşı çı- karacaktı. Birkaç gün içerisinde tüm New York sakinlerini yeryüzünden temizleyeceklerdi.

Назад Дальше