“Şey… Pek değil” dedi Caitlin. “Luisa, dinle, lafını kesti- ğim için kusura bakma; ama çok zamanım yok. Sam’in ne- rede olduğunu bulmalıyım. Onu gördün mü?”
“Elbette. Herkes gördü. Geçen hafta geri döndü. Garip görünüyordu. Ona senin nerede olduğunu ve onun neyin peşinde olduğunu sordum; ama cevap vermedi. Muhteme- len o pek sevdiği boş ambarda takılıyordur.”
“Orada değil” diye cevap verdi Caitlin. “Oradan geliyoruz.”
“Gerçekten mi? Üzgünüm. Bilmiyorum. O bir çömez-di, biliyorsun. Yollarımız pek o kadar kesişmezdi. Ona e-posta atmayı denedin mi? Her zaman Facebook hesabı açık oluyor.”
“Telefonum yok ki…” diye başlamıştı söze Caitlin.
“Benimkini al” diye kesti Luisa ve onun lafını bitirmesine fırsat kalmadan telefonu eline tutuşturuverdi.
“Zaten Facebook açık. Sadece hesabına gir ve mesaj at.”
Elbette, diye düşündü içinden Caitlin. Neden bu aklıma gelmedi ki?
Caitlin hesabına girdi, Sam’in adını arama kutucuğuna yazdı, profilini açtıktan sonra mesaj düğmesine bastı. Ne ya- zacağını bilemeyerek bir an duraksadı. Ardından şöyle yazdı: Sam. Benim. Ambardayım. Benimle buluşmaya gel. Müm- kün olduğu kadar çabuk şekilde.
Gönder tuşuna bastıktan sonra telefonu Luisa’ya geri verdi.
Bir gürültü patırtı duydu ve kafasını o yöne çevirdi.
Son sınıftaki kızların en popüler olanlarından birkaç ta- nesi, doğruca onların tarafa gelmekteydi. Aralarında fısılda- şıyor ve hepsi de gözlerini ayırmadan Caleb’e bakıyorlardı.
Caitlin, ilk kez içinin yepyeni bir duyguyla dolup taştı- ğını hissetti: Kıskançlık. Ona daha önce hiç ilgi gösterme- miş bu kızların bir saniye içinde Caleb’i yanından çalmak- tan pek mutlu olacaklarını gözlerinden okuyabiliyordu. Bu kızlar okuldaki her erkeğe, istedikleri herhangi bir erkeğe hükmedebilirlerdi. Çocuğun bir kız arkadaşı olup olmaması fark etmezdi. Gözlerini sizin erkeğiniz üstüne dikmemeleri- ni ummaktan başka bir şey gelmezdi elinizden.
İşte şimdi hepsi Caleb’e bakıyordu.
Caitlin, Caleb’in onların güçlerine karşı bağışık olmasını, sonrasında da ondan hoşlanmaya devam etmesini diledi. Bu- nun hakkında düşünürken ‘niye öyle yapsın ki’ sorusuna bir yanıt bulamıyordu. Kendisi o kadar ortalamaydı ki… Neden bunlar gibi kızlar onunla olmak için çıldırırken Caitlin’in yüzüne baksındı ki!
Caitlin, sadece bu seferliğine, kızların yanlarından yürü- yüp geçmesi için dua etti.
Elbette öyle bir şey olmadı. Grup doğruca onların yanına gelirken yüreği ağzına geldi.
Hoş olmaya çalışan sahte sesiyle, “Selam Caitlin” dedi kızlardan biri.
Tiffany. Uzun boy, düz sarı saçlar, mavi gözler ve incecik bir beden. Tepeden tırnağa özel kesim kıyafetler giymiş. “Ar- kadaşın kim?”
Caitlin ne diyeceğini bilemiyordu. Tiffany ve arkadaşları daha önce Caitlin’e hiç yüz vermemişlerdi. Hatta hiç onun olduğu tarafa bakmamışlardı bile. Kendisinin var olduğu- nu ve adını bildiklerine bile şaşırıyordu. Şimdi de tutmuş muhabbet açıyorlardı. Tabii ki Caitlin, bunun kendisiyle bir alakası olmadığını biliyordu. Onlar Caleb’i istiyorlardı. Hem de öyle fena istiyorlardı ki onunla konuşma zahmetine bile katlanıyorlardı.
Bu iyiye işaret değildi.
Caleb, Caitlin’in huzursuzluğunu sezmiş olacak ki ona doğru bir adım yaklaşıp kolunu omzuna koydu.
Caitlin, bir jeste hayatında bu kadar minnettar olmamıştı.
Özgüveninin yerine gelmesiyle birlikte konuşacak gücü buldu. “Caleb” diye yanıt verdi.
“Peki, siz neler yapıyorsunuz buralarda?” diye sordu bir diğer kız. Kumral olması dışında Tiffany’nin kopyası gibiy- di. “Ben senin taşındığını falan düşünmüştüm.”
“İşe bak ki geri döndüm” dedi Caitlin.
“Peki, sen de burada yeni falan mısın?” diye sordu Tiffany Caleb’e. “Yoksa son sınıf mısın?”
Caleb gülümsedi. “Burada yeniyim, evet” diye muğlak bir cevap verdi.
Tiffany bu cevabı onun okula yeni geldiği şeklinde yo- rumlamış olacak ki gözleri kocaman açıldı. “Harika” dedi. “Bu gece bir parti var, eğer gelmek istersen. Benim evimde. Sadece birkaç yakın arkadaşım için aslında; ama seni de ara- mızda görmekten mutluluk duyarız. … Şey… Seni de sanı- rım” dedi Tiffany, Caitlin’e bakarak.
Caitlin içinde öfkenin kabardığını hissediyordu.
“Davetinizi takdir ediyorum, hanımlar” dedi Caleb. “An-cak bu akşam Caitlin ile önemli işlerimiz var.”
Caitlin kalbinin eridiğini hissetti.
Zafer.
Kızların yüzündeki ifadenin domino taşları misali çök- mesini izlediği zamanki kadar ferahlamamıştı hiç.
Kızlar burunlarını hafifçe kaldırıp sinsice uzaklaştılar.
Caitlin, Caleb ve Luisa yalnız başlarına orada duruyorlar- dı. Caitlin tuttuğu nefesini koyverdi.
“Aman Tanrım!” dedi Luisa. “O kızlar daha önce hiç kimseye yüz vermemişti. Birini davet ettikleriyse görülmüş şey değil.”
“Biliyorum” dedi Caitlin.
“Caitlin!” dedi Luisa birden koluna yapışarak. “Şimdi ha- tırladım. Susan. Sam ile ilgili bir şeyler söylemişti. Geçen hafta. Coleman’lar ile takılıyormuş. Üzgünüm, şimdi aklıma geldi. Belki yardımı olur.”
Coleman’lar. Elbette. Başka nerede olacaktı?
“Bir de” diye devam etti Luisa aceleyle, “Bu gece Frank’lerde toplanıyoruz. Gelmelisin! Seni çok özledik. Ta- bii ki Caleb’i de getir. Tadına doyum olmaz bir parti olacak. Sınıfın yarısı geliyor. Orada olmalısın.”
“Yani… bilmem ki…”
Zil çaldı.
“Gitmeliyim! Döndüğüne çok sevindim. Seni seviyorum. Beni ara. Hoşçakal!” dedi Luisa ve Caleb’e el salladıktan son- ra arkasını dönüp aceleyle koridorda uzaklaştı.
Caitlin normal hayatına geri döndüğünü hayal etmeye bıraktı kendini; tüm arkadaşlarıyla birlikte takıldığını, parti- lere gittiğini, normal bir okulda mezun olmak üzere olduğu- nu… Bu his hoşuna gitti. Bir anlığına, geçen hafta olan şey- lerin tamamını bütünüyle aklından çıkarmayı denedi ciddi ciddi. Kötü olan hiçbir şeyin meydana gelmemiş olduğunu hayal etti.
Ancak dönüp Caleb’i gördüğünde gerçeklik suratına bir tokat gibi çarptı. Hayatı kalıcı olarak değişmişti. Asla eski hâline dönmeyecekti. Bunu kabul etmekten başka çaresi yoktu.
Birini öldürmüş olduğundan, polisin onu aradığından, onu yakalamalarının sadece bir zaman meselesi olduğundan ya da tüm bir vampir ırkının harıl harıl onun peşinde oldu- ğundan, şu aradıkları kılıcın bir sürü insanın hayatını kurta- rabileceğinden bahsetmeye bile gerek yoktu.
Hayat asla eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Sadece mev- cut gerçekliğini kabul etmeliydi.
Caitlin, Caleb’in koluna girdi. Ön kapıya doğru yürüme- ye koyuldular. Coleman’ların nerede yaşadığını biliyordu ve Sam’in orada kalıyor olması akla yatkındı. Şu an okulda de- ğilse muhtemelen oradaydı. Gitmek zorunda oldukları bir sonraki yer orası olacaktı.
İkisi ön kapıdan çıkıp temiz havaya adım attıklarında Ca- itlin, bu liseden bir kez daha yürüyerek çıkmanın ne kadar iyi hissettirdiği karşısında şaşakaldı.
*
Caitlin ve Caleb, Coleman’ların evinin karşısında yü- rürken ayaklarının altındaki çimenlerin üstünü kaplayan karlar çatırdıyordu. Evin kendisi pek ahım şahım değildi; taşra yolunun kenarında, mütevazı bir çiftlik eviydi. Ancak evin epey arka tarafında bir ambar vardı. Caitlin, bir sürü yük kamyonunun çimenliğin üstüne gelişigüzel park ettiği- ni, buz ve karın üstündeki ayak izlerini görünce de ambarın oraya doğru epey bir trafik olduğunu anladı.
Oakville’deki çocukların yaptığı şey buydu işte: Birbir- lerinin ambarlarında takılmak. Oakville biraz köy biraz da taşra özellikleri taşıyordu; çocuklara ebeveynlerinin evinden yeterince uzaktaki bir yapının içinde takılma fırsatını su- nuyordu ve böylece anne-babalar çocuklarının ne yaptığını ya bilmiyor ya da umursamıyordu. Bu durum kömürlükte takılmaktan bin kat daha iyiydi. Ebeveynleriniz yaptığınız hiçbir şeyi duyamazdı. Bir de herkes buraya kendi başına girer, çıkardı.
Caitlin derin bir nefes alıp ambara doğru yürüdü ve ağır ahşap kapıyı yana doğru itti.
Dikkatini çeken ilk şey kokuydu: Esrar kokusu. İçerisi duman altıydı.
Bu koku, çok kesif bir bayat bira kokusuyla birleşiyordu.
Ardından onu diğer her şeyden daha çok şaşırtan şey ise bir hayvan kokusu oldu. Önceden duyuları hiç bu kadar keskin değildi. Bir hayvanın mevcudiyeti onu sarsarak tüm duyularını esir aldı. Sanki az önce amonyak koklamış gibiy- di.
Gözlerini sağa çevirip zum yaptı. İşte orada, köşede bir Rottweiler duruyordu. Yavaşça ayağa kalkıp ona baktı ve hırladı. Kısık, karından gelen bir havlama sesi çıkardı. Bu Butch idi. Onu şimdi hatırlamıştı, Coleman’ların çirkin köpeği. Sanki Coleman’ların pek fena resimlerine, rezil bir hayvanı eklemeye ihtiyaçları varmış gibi…
Coleman’lar her zaman kötü haber demekti. On yedi, on beş ve on üç yaşlarındaki üç kardeşten ortanca olanı Gabe ile Sam bir zaman arkadaş olmuştu. Her biri birbirinden beterdi. Babaları çok uzun zaman önce onları terk etmişti, kimse nereye gittiğini bilmiyordu ve anneleri hiç ortalıkta olmuyordu. Kendi kendilerini yetiştirmişlerdi. Yaşlarına bakmadan, ne zaman görseniz ya sarhoştular ya da kafaları iyiydi. Okula gitmedikleri zamanlar ise gittiklerine kıyasla daha fazlaydı.
Caitlin, Sam’in onlarla takılmasına bozuluyordu. Bunun onu iyi bir yere götürmesi olanaksızdı.
Arka planda müzik çalıyordu; Pink Floyd, Wish You Were Here.
Tahmin ettiğim gibi, diye düşündü Caitlin.
Etraf karanlıktı. Işıl ışıl bir gündüz vakti içeri girince göz- lerinin alışması için birkaç saniye gerekti.
İşte oradaydı, Sam. Eski püskü kanepenin ortasında otu- ruyor ve etrafını bir sürü oğlan çevreliyordu. Bir tarafında Gabe, diğer tarafında ise Brock vardı.
Sam bir bong kullanmaktaydı. İçine çekmeyi yeni bitir- mişti ve arkaya çekilip yaslandı; dumanı çekmişti ve bırak- mıyordu. Nihayet dumanı dışarı üfledi.
Gabe onu dürttü ve Sam ona baktı. Dumanın içinden çakır gözlerle Caitlin’e baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi.
Caitlin midesine bir sancının saplandığını duyuyordu. Hayal kırıklığının ötesindeydi bu. Olanlar sanki kendi ha- tasıymış gibi hissediyordu. Birbirlerini New York’ta en son gördükleri zamanı, kavga edişlerini, can yakan sözlerini dü- şündü. “O zaman git!” diye bağırmıştı ona. Neden bu kadar acımasız olmak zorundaydı ki? Neden bunu düzeltmek için hiç şansı olamamıştı?
Artık çok geçti. Eğer farklı kelimeler seçseydi işler daha farklı olabilirdi.
Aynı zamanda bir öfke dalgası hissetti. Coleman’lara, şu yırtık pırtık kanepenin, sandalyelerin ve saman istiflerinin üstünde oturup içmek ve esrar çekmekle meşgul, yaşamla- rıyla ilgili bir derdi olmayan tüm şu oğlanlara karşı. Yaşam- larıyla ilgili bir dert taşımamakta özgürdüler; fakat Sam’i de yanlarına çekmek konusunda değil. Sam onlardan daha iyiydi. Sadece ona yol gösteren kimse olmamıştı, o kadar. Ne bir baba figürü görmüştü ne de annesinden bir nezaket. O harika bir çocuktu ve Caitlin biliyordu ki sadece yarı-sabit bir evi olsa bile sınıfının en iyisi olabilirdi. Ancak gelinen noktada her şey için çok geçti. Sam bunları umursamayı bı- rakmıştı.
Caitlin ona doğru birkaç adım yaklaştı. “Sam?” dedi.
Sam tek bir kelime etmeden sadece baktı.
Bu bakışların ne manaya geldiğini anlamak zordu. Uyuş- turucular yüzünden miydi? Yoksa umursamıyormuş taklidi mi yapıyordu? Acaba gerçekten umursamıyor muydu?
Kayıtsız bakışları Caitlin’i feci şekilde üzdü. Onu gör- düğünde çok mutlu olacağını, ayağa kalkıp ona sarılacağını beklemişti; bunu değil. O umursuyormuş gibi dahi gözük- müyordu. Sanki Caitlin bir yabancıymış gibi. Acaba sadece arkadaşlarının karşısında fiyakasını bozmamak için rol mü yapıyordu? Yoksa Caitlin bu sefer işleri iflah olmayacak ka- dar berbat mı etmişti?
Birkaç saniye geçtikten sonra Sam, nihayet gözlerini ka- çırıp elindeki bongu arkadaşlarından birine uzattı. Diğer arkadaşlarına bakmaya ve onu görmezden gelmeye devam etti.
“Sam!” dedi çok daha yüksek bir sesle, yüzü öfkeden kı- zarmıştı. “Seninle konuşuyorum!”
Aylak arkadaşlarının kıs kıs güldüğünü duymasıyla bir- likte vücudunu bir öfke dalgasının kapladığını hissetti. Baş- ka bir şey daha hissediyordu. Hayvani bir içgüdü. İçindeki öfke, zapt edilmesi imkânsız bir noktaya doğru yaklaşıyor- du. Caitlin’in korkusu, hiddetinin çok yakın bir sürede sını- rı geçmesiydi. Hissettiği şeyler insani değildi artık, giderek hayvanileşiyordu.
Bu oğlanlar iri yarıydı; fakat damarlarında birikmekte olan güç, hepsini tek bir hamlede halledebileceğini söylü- yordu ona. Öfkesini kontrol etmeye çalışırken çok fazla zor- lanmaktaydı; ama bunu yapabilecek kadar güçlü olduğunu umuyordu.
Tam o sırada, Rottweiler sanki bir şeylerin olacağını se- ziyormuşçasına ona doğru yavaşça yürümeye ve havlamaya başladı.
Omzuna hafifçe bir elin dokunduğunu fark etti. Caleb’di. Hâlâ oradaydı. Aralarındaki hayvani içgüdü ortaklığına bağ- lı olarak öfkesinin kabardığını hissetmişti. Onu sakinleştir- meye, kendisini kontrol etmesi ve bırakmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Onun varlığı Caitlin’i teskin etti; fa- kat kolay olmadı.
Sam nihayet döndü ve ona baktı. Bakışlarında bir mey- dan okuma vardı. Hâlâ kızgındı. Bu belli oluyordu.
“Ne istiyorsun?” diye çıkıştı.
Caitlin’in kendi ağzından çıktığını duyduğu ilk cümle, “Neden okulda değilsin?” oldu. Ona sormak istediği bir sürü başka şey varken neden bunu söylediği konusunda pek emin değildi. Ancak içindeki annelik içgüdüsü ipi ele almış- tı. Neticede ağzından çıkan bu olmuştu.
Kıs kıs gülmeler arttı. Caitlin’in öfkesi kabardı.
“Neyi umursuyorsun ki sen?” dedi. “Bana gitmemi sen söyledin.”
“Özür dilerim” dedi. “Onu kastetmemiştim.”
Bunu söyleme fırsatını bulduğu için pek memnundu; ama Sam üzerinde pek bir etkisi olmamıştı. O sadece bak- maya devam ediyordu.
“Sam, seninle konuşmalıyım. Baş başa” dedi.
İstediği, onu o ortamdan yalnız başına temiz havaya çı- karmaktı ki gerçekten bir şeyler konuşabilsinler. Sadece ba- bası hakkında bir şeyler öğrenmek derdinde değildi; aynı zamanda, tıpkı eskiden yaptıkları gibi, onunla sadece ko- nuşmak istiyordu. Bu arada, mümkün olursa, annesiyle ilgili haberleri acıtmadan iletmek istiyordu.
Artık görebiliyordu ki bu pek olası değildi. Her şey yokuş aşağı gitmekteydi. Bu kalabalık ambardaki enerjinin çok ka- ranlık, çok vahşi olduğunu ve kontrolünü kaybettiğini his- sediyordu. Caleb’in eli omzundaki eline rağmen onu teslim almakta olan şeyi durdurabilecekmiş gibi gelmiyordu.
“Burada iyiyim” dedi Sam.
Caitlin, Sam’in arkadaşlarının gülme sesinin arttığını du- yabiliyordu.
“Neden rahatlamıyorsun?” dedi çocuklardan biri ona. “Çok gerilmişsin. Gel otur. Bir fırt al.”
Bongu ona doğru uzattı.
Caitlin dönüp ona baktı.
“Neden o bongu kıçına sokmuyorsun?” dedi dişlerinin arasından.
Oğlan grubundan bir uğuldama sesi yükseldi. “Ah, kah- retsin!” dedi içlerinden biri.
Ona bir fırt almayı önermiş olan, Caitlin’in futbol takı- mından kovulduğunu hatırladığı, iri yarı ve kaslı çocuk kıp- kırmızı oldu.
“Ne dedin bana orospu?” dedi ayağa kalkarak.
Caitlin ona baktı. Oğlan hatırladığından çok daha uzun duruyordu, en azından 195 santimetre vardı. Caleb’in om- zundaki elinin sıkılaştığını hissetti. Bunu onu sakinleşmeye zorlamak için mi yaptığını, yoksa kendisinin de mi gerildi- ğini bilemiyordu.
Odadaki tansiyon inanılmaz arttı.
Rottweiler yaklaşmaya devam etti. Artık sadece iki adım uzaktaydı ve deli gibi havlıyordu.