Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1 - Сейфеддин Омер


Омер Сейфеддин

Белый Тюльпан

Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века

Уровень 1

* * *

© Куталмыш С. Л., адаптация текста, комментарии, упражнения, словарь, 2023

© ООО «Издательство АСТ», 2023

Ömer Seyfettin

(18841920)

Омер Сейфеддин родился 28 февраля 1884 года в городе Генене в семье майора Омера Шевки. В Стамбуле Омер Сейфеддин окончил юнкерское училище и получил звание прапорщика пехоты. Литературой он начал интересоваться еще во время учебы: в 1900 г. в журнале «Литературный журнал» (Mecmûa-i Edebiyye) было опубликовано его первое стихотворение «Застывшее чувство» (Hiss-i Müncemid), а позже в этом же журнале вышло еще пятнадцать его стихов, два из которых были белыми.

На втором курсе юнкерского училища Омер Сейфеддин опубликовал в газете «Утро» (Sabah) рассказ «Снисходительность старика» (İhtiyarın Tenezzühü).

Профессионально заниматься литературой Омер Сейфеддин начал только во время службы; в этот период его стихотворения и рассказы публиковались в различных журналах. Он служил с 1903 года по 1910 год, и тогда некоторое время преподавал в военном училище.

В 1910 году, выплатив сумму, которая была потрачена государством на его образование, Омер Сейфеддин по собственному желанию уволился со службы. Он переехал в Салоники, которые являлись одним из культурных центров Османской империи, и посвятил себя литературе, начав писать статьи для журнала «Молодые перья» (Genç Kalemler), который выпускал совместно с поэтом Али Джанибом и писателем Зией Гекальпом, и газеты «Дунай» (Tuna).

Во время Балканской войны (19121913) Омер Сейфеддин попал в плен к грекам, где провел почти год. Освободившись из плена, он вернулся в Стамбул и полностью сконцентрировался на литературе. Помимо своей основной деятельности преподавания литературы в лицее Кабаташ, где работал вплоть до своей смерти 6 марта 1920 г.,  Омер Сейфеддин состоял в Обществе турецкого языка, организованном при Стамбульском университете, писал и публиковал стихи и рассказы. Был похоронен на кладбище в районе Меджидиекей в Стамбуле.

Творчество Омера Сейфеддина ярко представляет литературу эпохи Танзимата. Его рассказы являются одними из первых в турецкой литературе, язык которых стремится к ясности, лаконичности и реалистичности. Зачастую произведения Омера Сейфеддина носят саркастический характер. Ранние произведения автора отличаются бескомпромистностью и настойчивостью, в то время как поздние рассказы характеризуются более тонким юмором. В этом сборнике представлены рассказы разных лет: от наиболее ранних (Bomba, 1911; Beyaz Lâle, 1912) до относительно поздних (Pembe İncili Kaftan, 1917; Yüksek Ökçeler, 1919), что дает возможность читателю получить более полное представление о творчестве Омера Сейфеддина.

Yüksek Ökçeler

Hatice Hanım varlıklı bir hanımdı. Merakı, temizlik ile namusluluktu. Göztepedeki köşkünü hizmetçisi Eleni ve evlatlığı Gülter ile her sabah beraber temizlerdi. Aşçısı Mehmeti her gün tıraş ettirirdi. Zavallı oğlanı beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi[1]. Eleni de, Gülter de, son derece namusluydular. Evde kir, toz kalmazdı, paralar meydanda dururdu. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmazdı. Bütün gün odaları dolaşır, mutfağa inerdi.

Hatice Hanımın temizlik ve namus merakından başka bir de yüksek ökçeli ayakkabı merakı vardı. Boyu kısaydı ve evin içinde bile yüksek topuklu ayakkabı giyerdi.

Bu yüksek topuklarla merdivenlerden takır takır[2] bir aşağı, bir yukarı koşardı. Nihayet başı dönmeye başladı[3], doktoru çağırdı. Doktor:

 Bütün rahatsızlığınıza sebep bu topuklardır hanımefendi, dedi, onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.

Hatice Hanım terlik aldı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başı iyileşti. Vücudu rahat oldu ama ruhu derin bir azap duydu. Dokuz yıllık adamlarının iki gün içinde ahlakları bozulmuştu. Gördü ki Eleni kendi diş fırçasıyla ağzını yıkadı, Mehmet etsiz gününde bol et yedi.

 Ne oldu bunlara Ya Rabbim? Bunlara ne oldu böyle? diyordu.

Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülterle Eleni meydanda yoktu. Mutfağa gitti. Aşçı Mehmet ocağın yanında banka oturmuş, dizlerine Eleniyi oturtmuş. Hatice Hanım bu rezaleti görmemek için hemen gözlerini kapattı. Fakat kulaklarının kapağı yoktu; seslerini duydu.

Mehmet Eleniye:

 Gece niçin gelmiyorsun? Sana helva yaptım, dedi.

Eleni:

 Yakalanacağız! Sonra hanım bizi kovacak, diye cevap verdi.

Kapalı gözlü Hatice Hanım merakla dinledi. Mehmet:

 Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanım ne zaman yaklaşıyor, hiç anlayamıyoruz! Eskiden ne iyiydi! Yüksek topukların takırtısından evin en üst katında hanımı duyardık.

Hatice Hanım dayanamadı. Gözlerini açtı:

 Sizi hırsız namussuzlar! Defolun şimdi evimden! diye bağırdı.

Bu dokuz yıllık sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.

Aşçı, işçi hepsi hırsız, namussuz çıkıyorlardı. Tam iki yıl düzgün bir adamla karşılaşamadı. Baktı olmayacak! Yine yüksek topuklu ayakkabı giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, namussuzluklarını bir daha göremedi. Bir zaman sonra yine başı dönmeye başladı. Fakat tekrar terlik giymeyi düşünmüyordu[4],

 Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya diyordu.

(Zaman gazetesi, 1919)

УПРАЖНЕНИЯ

1. Заполните пропуски нужным словом.

a. Eleni de, Gülter de, son derece ______________ydular.

b. Hatice Hanım evin içinde bile ________________ ayakkabı giyerdi.

c. Mehmet etsiz gününde ____________________ yedi.

d. Mehmet Eleniye, Sana ____________________ yaptım, dedi.

e. Hatice Hanım tekrar ____________________ giymeyi düşünmüyordu.


2. Составьте фразы, расставив слова в верном порядке.

a. beyaz elbiseler / Hatice Hanım / mecbur ederdi / aşçısını / giymeye

b. çıkmazdı / köşkten / Hatice Hanım / hiçbir yere

c. Hatice Hanımın / vardı / merakı / yüksek ökçeli ayakkabı

d. rahatsızlığınızın / Bu topuklar / sebebi / sizin

e. Hatice Hanımın / bozuldu / dokuz yıldır / adamların / tanıdığı / ahlakları iki gün içinde


3. Составьте словосочетания, соединив существительное с глаголом.

a. köşk           1. açmak

b. para           2. temizlemek

c. aşçıyı          3. dinlemek

d. gözleri          4. tıraş ettirmek

e. merakla         5. meydanda durmak


4. Ответьте на вопросы.

a. Hatice Hanımın köşkü nerede bulunurdu?

b. Hatice Hanıma göre aşçısı Mehmet ne zaman tıraş olmalıydı?

c. Hatice Hanım temizlik sever miydi?

d. Ahmet ile Eleni neden Hatice Hanımı duymadılar?

e. Doktor Hatice Hanıma ne dedi?


5. Определите, верны (doğru) фразы, или нет (yanlış).

a. Hatice Hanım yüksek topuklu ayakkabı sevmezdi.

b. Doktor Hatice Hanıma, Terlik giy, dedi.

c. Hatice Hanım her gün et yerdi.

d. Aşçısı Mehmet beyaz elbiseler giymeyi severdi.

e. Mehmet Eleniye helva yaptı.

ОТВЕТЫ

1. a. Eleni de, Gülter de, son derece namusluydular.

b. Hatice Hanım evin içinde bile yüksek topuklu ayakkabı giyerdi.

c. Mehmet etsiz gününde bol sosis yedi.

d. Ahmet Eleniye, Sana helva yaptım, dedi.

e. Hatice Hanım tekrar terlik giymeyi düşünmüyordu.


2. a. Hatice Hanım aşçısını beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi.

b. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmazdı.

c. Hatice Hanımın yüksek ökçeli ayakkabı merakı vardı.

d. Bu topuklar, sizin rahatsızlığınızın sebebi.

e. Hatice Hanımın dokuz yıldır tanıdığı adamların ahlakları iki gün içinde bozuldu.


3. a. 2. köşk temizlemek чистить загородный дом;

b. 5. para meydanda durmak лежать на открытом пространстве (о деньгах);

с. 4. aşçıyı tıraş ettirmek заставлять бриться повара;

d. 1. gözleri açmak открыть глаза;

e. 3. merakla dinlemek слушать с интересом.


4. a. Hatice Hanımın köşkü Göztepede bulunurdu.

b. Hatice Hanıma göre aşçısı Mehmet her gün tıraş olmalıydı.

c. Evet, Hatice Hanım temizlik severdi.

d. Mehmet ile Eleni Hatice Hanımı duymadılar çünkü o terlik giyerdi.

e. Doktor Hatice Hanıma, Terlik giyin, hiçbir şeyiniz kalmaz, dedi.


5. a. yanlış, çünkü Hatice Hanım yüksek topuklu ayakkabı severdi;

b. doğru;

c. yanlış, çünkü ara sıra Hatice Hanım etsiz günler yapardı.

d. yanlış, çünkü Hatice Hanım aşçısı Mehmeti beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi.

e. doğru.

Pembe İncili Kaftan

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen[5] mavi, mor bahar ışıklarında çinilerin yeşil rengi koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelerde oturan vezirler yorgundu. Onlar, önlerindeki[6] halının renkli nakışlarına bakıyorlardı. Uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, mevcut olmayan[7] noktalara dalıyordu.

 Cesur bir adam lazım, paşalar dedi, biz elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye çalışacak[8].

 Şüphesiz.

 Hiç şüphesiz.

 Mutlaka

Vezirler Sadrazamın fikrine tamamıyla katılıyordu. Sadrazam bunu anladı ve fikrini daha açık söyledi:

 O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin

 Evet!

 Hay, hay.

 Çok doğru

Sadrazam, sakalından elini çekti ve dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Vezirlere ayrı ayrı baktı.

 Haydi öyleyse Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegândan, Enderundan, Divandan benim aklıma böyle adam pek gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.

Sofu ve sakin padişahın koca devletinin sessiz ve küçük bir dimağı olan divan, düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi sene sonra her gururunun, her cinayetin cezasını bir anda gören Şah İsmail Safeviye[9] gönderilecekti[10]! Şah İsmail, serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan babasıyla, büyük babası[11] Cüneydin intikamını aldı, bundan dolayı delice bir gurura kapıldı. Kuduran Şah; akla gelmedik[12] canavarlıkla sağına, soluna[13] saldırıyordu.

Gençliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapla geçiren Padişah Bayezid-i Velinin[14] karakteri son derece yumuşaktı. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sayarlardı. Bayezidin sakin dindar vezirleri; Şah İsmailin vahşetlerini hatırlamaya dayanamazlardı[15]. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek; doğu eyaletlerimizi ele geçirecekti. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadiriye hakimi Alaüddevleden[16] nikahla kızını istemişti. Alaüddevle, kızını vermedi. Şah İsmail, bu red hareketinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti, müdafaasız Zülkadiriye arazisine girdi; Diyarbakır, Harput kalelerini[17] aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevlenin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Savaş istemeyen padişah, Ankaraya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapamadı. Bu Şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı

Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor[18], birbiri ardına[19] elçiler gönderiyordu. O zaman Trabzon valisi[20] olan Şehzade Yavuz[21], babası gibi sabredememiş; Tebriz hududunu geçmiş; Bayburta, Erzincana[22] kadar her tarafı talan etmiş; hatta Şahın kardeşi İbrahimi esir almıştı. Şah İsmailin elçisi, şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu zalim, gaddar kişiye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendisini Osmanlı hakanıyla bir tutan[23] bu serseri; karşısında devleti temsil edecek, münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki hareketsiz duran kırmızı tuğlu kavuk[24], yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

 Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memuriyeti kabul etmez.

 Kim!

 Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

 Burada mı oturuyor?

 Evet.

 Ne iş yapıyor?[25]

 Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Siz onu tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle sohbet etmez. İkbal istemez.

 Niye?

 Bilmem ama belki zararlı diye.

 Tuhaf

 Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Yüzünde kılıç yaraları vardır.

 Bize elçi olmaz mı?

 Bilmem.

 Bir kere kendisini görsek

 Bilmem, çağırınca[26] ayağınıza gelir mi?

 Nasıl gelmez?

 Gelmez işte Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda onun için birdir.

 Devletini sevmez mi?

 Sever sanırım.

 O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

 Tecrübe buyurun efendim.

Sadrazam, o akşam mektubunu Muhsin Çelebinin Üsküdardaki evine gönderdi. Devletin, millete dair[27] bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesini yazıyordu.

Sabah namazından sonra, Hint kumaşından ağır perdeli, küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken Sadrazama Muhsin Çelebi geldi diye haber verdiler.

 Getirin buraya dedi.

İki dakika geçmeden[28] odanın sedef kakmalı ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Fakat adam şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm[29] duruyordu. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu.

 Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

 Şey

 Buyurunuz efendim.

 Buyur oğlum, şöyle otur da

Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden[30], gayet tabii bir hareketle kendisine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam, hâlâ ellerinde tuttuğu kâğıtlara bakarak[31] içinden: Ne biçim adam?[32] Acaba deli mi? diyordu. Halbuki hayır. Bu oğlan gayet akıllı bir insandı! Muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Ormanın arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye kötülük etmezdi. Zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı[33]. Devletinin büyüklüğünü bilirdi. Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde, daima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu bilirdi. İnsanlık, ona göre[34] çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, Allahın bir halifesiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. Kuyruğunu sallaya sallaya[35] efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama, insana Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara heriflerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçmıştı. Yalnız muharebe zamanları, Gureba Bölüklerine[36] kumandanlık için meydana çıkardı. Serbest ve tabii oturuşu, Sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:

 Tebrize bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?

 Ben mi?

 Evet.

 Ne münasebet?

 Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da

 Ben, şimdiye kadar devlet memuriyetine girmedim.

 Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

Дальше