Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1 - Сейфеддин Омер 2 стр.


 Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi, halbuki devletliler, mevkilerine hep boyun eğer, el etek hatta ayak öperler ve etraflarına daima hep bu çirkin hareketleri tekrarlayanları toplarlar. Mert, doğru, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen onu mahvetmeye çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa[37] niçin hançerlendi, paşam?

Sadrazam, yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar Acaba deli mi? diye düşündü. Deli değilse bu ne küstahlıktı? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, Şunun başını vurdursam dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının sesini işitti: İşte, sen de yalakalık, riya, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun! Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebiye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı al yanakları yeni tıraşlı, beyaz yüzü, kalın boynu biraz büyük, eğri burnu ince sarığı tıpkı Şehname[38] sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. Tam bizim aradığımız adam işte dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkmazdı. Kavuğunu hafifçe salladı:

 Seni Tebrize elçi olarak göndereceğiz.

Muhsin Çelebi sordu:

 Aranızda o kadar çok nişancılar, katipler, hocalar var. Niçin onlardan seçmiyorsunuz?

 Sen, Şah İsmail denen alçağın kim olduğunu biliyor musun?

 Biliyorum.

 Devletini seviyor musun?

 Seviyorum.

Sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

 Pekâlâ öyleyse dedi, bu alçak kaide kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allahtan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret, devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın Bu hakareti aynıyla o alçağa iade etsin Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi, hiç düşünmedi:

 Kabul ettim efendim, fakat bir şartla dedi.

 Ne gibi?

 Madem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

 Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, giyimi daha muhteşem, daha ağır olması lâzım Bunlar için, mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

 Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli olan muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim, hatta

Sadrazam gözlerini açtı.

 Hatta sırtıma, Şah İsmailin ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.

 Ne giyeceksin?

 Sırmakeş Toroğlundaki[39] kumaşı Hintten[40], incileri Venedikten[41] gelme Pembe İncili Kaftanı alacağım.

 Ne? O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?

Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanı İstanbulda duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğluna gittikçe[42] o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:

 Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehin olarak vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altını atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan[43] sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam, bu hareketi mantıklı bulmadı:

 Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz[44]. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.

 Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı, altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben, çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem mandıram devlete feda olsun Devletten hep alınmaz ya Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi ile konuştukça, sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah bir hükümdarı cezalandırmak için gönderilecek tam bir adam bulmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri mallarını çok severdi. Bunlardan biri elçi olarak gönderilse, devleti değil alacağını düşünecekti ve her hareketi kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebiyi yemeğe de çağırmak istedi. Fakat olmadı; giderken onu ta sofaya kadar uğurladı.

Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzenledi. Bunların hepsi hakikaten muhteşemdi. Yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlundan meşhur Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra yola çıktı. Muhsin Çelebi, bir gün Tebriz Kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, Pembe İncili Kaftanı yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı derin bir garaz duydu. Tahtının önündeki şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyordu.

Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi[45] yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftanı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar; hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymetli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev, sivri kubbeyi çınlatan gür sesiyle:

 Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri[46] onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarından itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz[47]. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü

Muhsin Çelebi nutkunu bağırıyordu; Şah ise kızarıyor, sararıyor, morarıyordu. Şah İsmail heyecandan mektubu açamadı, elinde tutuyor, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki muharipler, kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Vezirler, muharipler hükümdarlarının sabrına şaşıyordu. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail, donmuş; taş kesilmişti[48]. Gururu, bu Türkün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi, dışarı çıktı. Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

 Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz!

Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru döndü, Şahın işiteceği yüksek bir sesle:

 Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda, büyük bir padişah elçisine oturtacak seccadeniz, şilteniz bile yok Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha sırtına koymaz Bunu biliyor musunuz? dedi.

Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdara girdiği zaman Muhsin Çelebinin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:

 Evlatlarım! Bindiğiniz atları, takımları, üstünüzdeki elbiseleri, belinizdeki işlemeli hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?

 Helâl olsun!

Cevabını alınca, onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı.

Sadrazamın konağına gitti. Mektubu, Şaha verdiğinde, hiçbir hakarete uğramadığını Şahın müsaadesini istemeden habersizce kalkıp İstanbula döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun vazifesini yapabileceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp gideceği zaman:

 Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.

 Hayır, getirmedim.

 Acemistanda[49] mı sattın?

 Hayır, satmadım.

 Çalındı mı?

 Hayır.

 Ya ne yaptın?

 Hiç!

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdara döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğluna da kaftanı ne yaptığını söylemedi. İstanbulda hiç kimse meşhur Pembe İncili Kaftanın nasıl, nerede, niçin bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karınlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atı ile mücevher takımını satıp Kuzguncukta mini mini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Ailesinin ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında zerzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!

(Yeni Mecmua, C. I, 1917, sayı: 17)

УПРАЖНЕНИЯ

1. Заполните пропуски нужным словом.

a. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük _________ sayarlardı.

b. Sadrazam, Ben tam bu elçiliğe ____________ bir adam biliyorum, dedi.

c. Sadrazam bir an eteğine ____________________ bekledi.

d. Muhsin Çelebinin yaşı ____________________ geçiyordu.

e. Sadrazamın ____________________ hakkı vardı.


2. Составьте фразы, расставив слова в верном порядке.

a. gayet / giyinmişti / elçisi / Şah İsmailin / ağır

b. nafakalarını / verdi / altı aylık / ellerine

c. açık / Muhsin Çelebi / serbest adımlarla / girdi / kapıdan

d. tekrar tekrar / Sadrazam / sordu / ısrar etti

e. macera / Tebriz sarayındaki / karınlığına / tarihin / karıştı


3. Составьте словосочетания, соединив существительное с глаголом.

a. müsaade          1. etmek

b. rehine            2. istemek

c. ısrar             3. geçirmek

d. fiyat             4. sıkmak

e. dişler            5. vermek

f. haber            6. koymak

g. ele              7. artırmak


4. Ответьте на вопросы.

a. Bayezidin divanı nereye elçi göndermek istemişti?

b. Muhsin Çelebi, Şah İsmaile gitmek için hangi elbiseyi satın almıştı?

c. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftanın parasını nereden almıştı?

d. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftanı nerede bırakmıştı?

e. Muhsin Çelebi, elçilikten döndükten sonra ne yapmıştı?


5. Определите, верны (doğru) фразы, или нет (yanlış).

a. Bayezid-i Velinin karakteri son derece yumuşaktı.

b. Muhsin Çelebi, hazineden para almak istemedi.

c. Muhsin Çelebi bahçesini rehine koydu.

d. Muhsin Çelebi, Şah İsmailin sarayında oturamadı.

e. Muhsin Çelebi, Şah İsmailin sarayından yavaş yavaş döndü.

ОТВЕТЫ

1. a. Vezirler, sevgili padişahın sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sayarlardı.

b. Sadrazam, Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi.

c. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi.

d. Muhsin Çelebinin yaşı kırkı geçiyordu.

e. Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı.


2. a. Şah İsmailin elçisi gayet ağır giyinmişti.

b. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi.

c. Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi.

d. Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu.

e. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karınlığına karıştı.


3. a. 2. müsaade istemek просить разрешения;

b. 6. rehine koymak оставить в залог;

с. 1. ısrar etmek настаивать;

d. 7. fiyat artırmak повысить цену;

e. 4. dişler sıkmak стиснуть зубы;

f. 5. haber vermek сообщать;

g. 3. ele geçirmek захватывать.


4. a. Bayezitin divanı İrana Şah İsmaile elçi göndermek istemişti.

b. Muhsin Çelebi, Şah İsmaile gitmek için kaftan satın almıştı.

c. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftanı almak için çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu.

d. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftanı Şah İsmailin sarayında bırakmıştı.

e. Muhsin Çelebi, elçilikten kalan atı ve mücevher takımını sattı ve küçük bir bahçe satın aldı.


5. a. doğru.

b. doğru, Muhsin Çelebi, Hazineden bir pul almam, dedi.

c. doğru.

d. yanlış, çünkü Muhsin Çelebi sırtından Pembe İncili Kaftanı çıkardı, yere serdi ve üzerine bağdaş kurdu.

e. yanlış, çünkü Muhsin Çelebi gece gündüz dörtnala döndü.

Beyaz Lâle

Hudutta bozulan ordu iki günden beri[50] Serezden[51] geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları, geniş yolları parlatıyordu. Bu gelenler, gidenlere hiç benzemiyorlardı. Bunlar adeta ürkütülmüş bir hayvan sürüsüydü. Hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, giysileri paramparça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi, omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı.

Askerin çekilmesi bitince Bulgarlar, Türk mahallelerinde gezinmeye başladılar. Şehrin Rum ve Bulgar olmayan kısmı[52] derin bir sükût içinde uyuyordu. Bütün perdeler inmişti. Kafeslerde heyecanlı gölgeler oynaşıyor, sararmış erkekler demirleri vurulmuş kapıların arkasında kalplerinin çarpıntısını dinler gibi, bütün gün bütün gece pinekliyorlardı.

Bu sıkıcı, bu üzücü sükûnet çok sürmedi. Ertesi gün Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi, hükümeti ve kışlaları doldurdu. Aynı zamanda birçok komitacı[53] da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü. Galipler sevinçlerinden bir yerde duramıyorlar, ayaklarında görünmez kanatlar varmış gibi, oraya buraya koşuyorlardı.

Şehrin yağmasının ve ahalinin katliamının intizamını belirtmek ve usule göre idare etmek, Binbaşı Radko Balkaneskinin vazifesiydi. O, daha içeri girilmeden merkez kumandanı tarafından tayin edildi.

Bu, gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. Lise öğrenimini İstanbulda Galatasaray Sultanisinde bitirmiş, bin dokuz yüzde Sofya Harp Okulundan çıkmış, birkaç sene sonra yedek orduya geçmişti. Asil ve zengin bir çiftçi olan babasının bitmez tükenmez denilen parasıyla[54] yaşıyor, hayatının bir kısmını çılgın eğlencelerle, bir kısmını da milli işlerle, yani Makedonya teşkilatıyla[55], bomba amirliğiyle geçiriyordu. Bekârdı. Evlenmeye vakit bulamamıştı. Çünkü hayatının bütün yazlarını Makedonyada geçirir, teşkilatı teftiş eder, komite mahkemesince verilip de nasılsa uygulanmayan muallâk ve mukaddes kararları yerine getirirdi. Çok zengin olduğundan paranın önemi yoktu. Bütün ruhu, bütün mevcudiyeti hayalde toplanmış: Büyük Bulgaristan İmparatorluğu

Elbise giydirilmiş bir tunç kadar güzel ve mütenasip vücudu vardı. Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi. Sol kolunu yürürken ve ayakta dururken hep kalçasına dayardı. Az lâkırtı söyler, sık ve siyah kaşlarının altında asla kırpmadığı iri, parlak, sabit ve siyah gözlerini hep önüne dikerdi.

Назад Дальше