Kaybedilen - Блейк Пирс 3 стр.


Bill, hepsini çok iyi anlamış gibi başını salladı. Ajans yaşamının hepsinin üzerinde olumsuz etkileri vardı ve  bundan en büyük zararı aileler görüyordu.

“Üzgünüm.” dedi.

Riley omuz silkti.

“On dört yaşında ve benden nefret ediyor.”

“Bu iyi değil.”

“Ben on dört yaşındayken herkesten nefret ederdim.” dedi. “Sen etmez miydin?”

Bill yanıt vermedi. Riley’in herkesten nefret ettiğini hayal etmek zordu.

“Senin çocukların da o yaşa gelecekler.” dedi Riley. “Şimdi kaç yaşındalar? Unuttum.”

“Sekiz ve on.” diye yanıtladı Bill ve ardından da gülümsedi. “İşleri Maggie götürüyor. April’in yaşına geldiklerinde onların hayatlarında olup olmayacağımı bile bilmiyorum. ”

Riley başını eğip ona endişe ile baktı. Bill bu sevecen bakışı kaçırdı.

Riley, “Bu kötü değil mi?” dedi.

Bill bu konuyu düşünmek istemiyordu. Uzaklara baktı.

Bir an için ikisi de sessizleştiler.

“Yerde sakladığın şey nedir?” diye sordu Riley.

Bill aşağıya baktı, geri dönüp gülümsedi. Bu durumdayken bile Riley’in gözünden bir şey kaçmıyordu.

Yerdeki zarfı alıp masanın üzerine koyarken, “Bir şey gizlemiyorum.” dedi Bill.

Riley kocaman gülümsedi. Bill’in gerçekten neden burada olduğunu gayet iyi biliyordu. “Göster bana.” dedi ve April’a endişeyle bakarak ekledi, “Hadi dışarı çıkalım. Onun görmesini istemiyorum.”

Riley terliklerini çıkarıp Bill’in önünden yalınayak arka bahçeye yürüdü. Riley buraya taşınmadan çok önce burada olan, yıpranmış ahşap piknik masasına oturdular ve Bill tek ağacın olduğu küçük bahçeye göz attı. Her iki yanda da kütükler vardı. Bu görüntü Bill’e şehirde olduklarını neredeyse unutturmuştu.

Çok izole, diye düşündü.

Bu evin Riley için uygun olduğunu hiç düşünmüyordu. Küçük çiftlik tarzı ev, şehrin on mil dışında,  eski ve sıradandı. Ağaçlıklar ve meralara bakan tali yoldaydı.  Bu yöresel yaşamın da onun için hiç uygun olduğunu düşünmüyordu. Partilerde gezerken onu hayal etmek zordu. En azından işe tekrar başladığında hala Fredericksburg’a kadar araba ile gelip, oradan Amtrak treni ile  Quantico’ya geçebilirdi. Hala çalışabilecekse tabii.

“Elinde ne var, bana göster.” dedi Riley.

Bill raporları ve fotoğrafları masanın üzerine yaydı.

“Daggett davasını hatırlıyor musun?” diye sordu. “Sen haklıydın. Katil doğru değildi.”

Riley’in, fotoğraflara bakarken gözlerinin büyüdüğünü gördü. Rily dosyaları dikkatle incelerken ikisi de sessizliğe büründü. Bill, onun geri dönmesi için buna ihtiyacı mı olduğunu yoksa ters mi tepeceğini merak ediyordu.

Sonunda, “Peki ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Yine sessizlik. Riley başını hala dosyadan kaldırmamıştı.

Sonunda başını kaldırdığında, Bill onun gözlerinden süzülen yaşları görünce çok şaşırdı. Onun ağladığını daha önce hiç görmemişti. En kötü vakalarda bile, bir cesete yaklaştığında bile… Bu kesinlikle onun tanıdığı Riley değildi. O katil, Riley’e düşündüğünden daha fazlasını yapmış olmalıydı.

Hıçkırmayı kesti.

“Ben korkuyorum Bill.” dedi. “Çok korkuyorum. Her zaman. Her şeyden.”

Bill, onu böyle görünce içinin cız ettiğini hissetti. Eski Riley’in nereye gittiğini merak etti. Zor zamanlarda bir kaya gibi dayanıklı, kendisinden daha güçlü ve daima güvenebileceği Riley’in nereye gittiğini… Onu, ne kadar özlediğini anlatamıyordu.

“O öldü Riley,” dedi olabildiğince kendinden emin bir ses tonuyla. “Artık sana zarar veremez.”

Riley başını salladı.

“Bunu bilemezsin.”

“Emin ol biliyorum.” diye yanıtladı Bill.  “Patlamadan sonra onun bedenini buldular.”

“Bedenin kime ait olduğunu teşhis edemediler.” dedi Riley.

“Sen de biliyorsun, ceset ona aitti.”

Başını öne eğdi ve ağladığı görülmesin diye bir eliyle yüzünü kapadı. Bill masanın karşısından onun  diğer elini tuttu.

“Bu yeni bir vaka.”dedi. “Sana olanlarla hiçbir ilgisi yok.”

Riley başını salladı.

“Bu önemli değil.”

Ağlayarak uzandı ve başını geri çevirerek dosyayı ona uzattı.

Başını öne eğip, titreyen ellerle dosyayı ona geri verirken, “Özür dilerim.” dedi ve ekledi, “Sanırım artık gitsen iyi olacak.’’

Bill, şaşkınlık ve üzüntü içinde dosyayı geri aldı. Bir milyon yıl geçse de böyle bir sonuç alacağını beklemiyordu.

Bill kendi göyaşlarına  engel olmaya çalışarak orada bir süre oturdu. Sonunda kibarca Riley’in elini okşadı, masadan kalktı ve evden çıkmak için kapıya yürüdü. April hala oturma odasında, gölezrini kapamış, müzikle başını sallayarak oturuyordu.

*

Riley, Bill gittikten sonra, piknik masasında ağlayarak oturdu.

İyi olduğumu sanıyordum, diye düşündü.

Bill için gerçekten de iyi olmayı isterdi. Ve buna gerçekten de devam edebileceğini sanmıştı. Mutfakta oturmuş önemsiz konulardan konuşurken her şey yolundaydı. Sonra dışarıya çıktıklarında ve dosyayı gördüğünde de kendisini iyi hissedeceğini düşünmüştü. Aslında iyiden daha fazlasını hissedeceğini sanmıştı. Kendini işin içine dahil etmişti. İşi için duyduğu eski istek geri gelmişti ve yeniden sahalara dönmeyi istemişti. Zeki bir oyunun parçası olan, neredeyse aynı, birbirine çok benzeyen ve çözülmesi gereken bir bulmacaya benzeyen bu cinayetlerde duygularını saklamayı öğreniyordu. Bu çok iyiydi. Terapisti ona eğer isterse işe geri dönebileceğini söylemişti.

Ama sonra birden bu zekice bulmaca gerçek haline, iki masum kadının korku ve acı ile tahmin edilemez sancılar içinde öldüğü bir insanlık trajedisi gerçeğine dönüşmüştü. Sonra birden Onlar için de benim için olduğu kadar kötü müydü? diye merak etmeye başlamıştı.

Şimdi bedeni panik ve korku içindeydi. Ve utanç içindeydi. Bill onun ortağı ve en iyi arkadaşıydı. Ona çok şey borçluydu. Son birkaç haftadır kimse onun yanında değilken, Bill onu yalnız bırakmamıştı. Hastanedeyken yanında o olmasaydı ne yapacağını bilmiyordu. İstediği son şey, Bill’in, kendisini çaresiz bir duruma düşmüş görmesiydi.

April’ın arka kapıdan seslendiğini duydu.

“Anne, yemek yiyelim artık. Yoksa geç kalacağım.”

Birden ona hemen şu yanıtı verme gereği hissetti. “Kendi kahvaltını kendin hazırla!”

Ama bu yanıtı vermedi. Uzun zamandır April ile savaşmaktan yorgun düşmüştü. Savaşmayı bıraktı.

Masadan kalktı ve tekrar mutfağa gitti. Kağıt havlu rulosundan bir parça havlu kopararak gözyaşlarını ve burnunu sildi. Yemek yapmaya hazırlandı. Terapistinin sözlerini yeniden anımsamaya çalıştı: Günlük işler bile en azından bir süreliğine çaba göstermeni gerektirecek. İşleri halletmek için her seferinde bebek adımları ile ilerliyordu.

Önce buzdolabından kahvaltılıkları çıkardı. Bir kutu yumurta, bir paket domuz jambonu, bir kavanoz reçel… Çünkü kendisi sevmese bile April reçeli seviyordu. Sonra tavaya altı dilim jambon yerleştirdi ve ocağın üzerine koyarak gazı açtı.

Sarı-mavi alevin parlamasıyla geriye doğru çekildi. Gözlerini kapadı ve her şey yeniden aklına gelmeye başladı.


Riley, bir evin altında, döşeme boşluğundaki dar alanda, eğreti bir kafesin içinde yatıyordu. Gördüğü tek ışık propan bir meşaleydi. Bütün zamanı karanlıkta geçiyordu. Döşemenin altındaki zemin topraktı. Üzerindeki levhalar zorlukla çömeleceği kadar alçaktı.

Adam küçük kapıyı açıp döşeme boşluğuna, Riley’in yanına süzüldüğünde bile her yer karanlıktı. Adamı göremiyordu ama nefes aldığını ve mırıldandığını duyabiliyordu. Adam kafesin kilidini çevirip gürültüyle açtı ve içeri girdi.

Sonra meşaleyi yaktı. Riley bu ışıkta onun acımasız ve çirkin yüzünü görebiliyordu. Bir tabak berbat yemek getirerek onunla alaya başladı. Eğer Riley yemeğe yetişebilirse adam meşaleyi ona değdiriyordu. Riley yanmadan yemek yiyemiyordu…


Gözlerini açtı. Gözleri açıkken görüntüler daha az canlıydı ama anıların akışını durduramıyordu. Bütün vücudu adrenalin ile dolu olduğu halde bir robot gibi kahvaltıyı hazırlamaya devam etti. Kızının sesi yeniden duyulduğunda masayı henüz hazırlamıştı.

“Anne, daha ne kadar var??”

Riley yerinden zıpladı ve elindeki tabak yere düşüp kırıldı.

“Ne oldu?” diye seslendi April onun arkasında belirerek.

“Bir şey yok.” dedi Riley.

Yerdeki pisliği temizledi ve April ile birlikte oturup yerken aralarındaki düşmanlık her zamanki gibi ortaya çıkmıştı. Riley bu döngüyü sona erdirmek, April’a doğrudan ulaşabilmek için April, ben senin annenim ve seni çok seviyorum demek istedi. Ama bunu her denediğinde daha da kötü oluyordu. Kızı ondan nefret ediyordu ve o bunun nedenini ya da nasıl sona ereceğini bilmiyordu. “Bugün ne yapacaksın?” diye sordu April’a.

“Ne demek istiyorsun?” diye terslendi April. “Dersim var.”

“Yani dersten sonra…” dedi Riley ses tonunu sakin ve şefkat dolu tutmaya çalışarak. “Ben senin annenim. Bilmek istiyorum. Bu çok normal.”

“Hayatımızda hiçbir şey normal değil.”

Bir süre sessizce yediler.

“Benimle hiç konuşmuyorsun. ” dedi Riley.

“Sen de.”

Bu cümle aralarındaki konuşmayı tamamen kesmişti.

Bu doğru, diye düşündü Riley acı acı. April’ın düşündüğünden daha da doğru. Riley ona işinden, vakalarından, esir olduğu günlerden, hastanedeki günlerinden ya da şu an neden izinli olduğundan hiç söz etmemişti. April’ın tek bildiği tüm bu süre boyunca babasının yanında kalmak zorunda olduğuydu ve o, babasından, annesinden nefret ettiğinden daha çok nefret ediyordu. Ama Riley her ne kadar kızına olanları anlatmak istese de, kendisine olanları bilmemesinin onun için daha iyi olacağını düşünmüştü.

Riley giyindi ve April’i okula götürdü. Yol boyunca bir kelime bile konuşmadılar. April arabadan inerken Riley arkasından seslendi: ‘’Saat onda görüşürüz.’’

April dönüp yüyürken annesine isteksizce el salladı.

Riley arabayı yakındaki kafeteryaya doğru sürdü. Bu artık onun için alışıldık olmuştu. Kalabalık içinde zaman geçirmek onun için zor olmaya başlamıştı ve bunu neden yapmak zorunda olduğunu kesinlikle biliyordu. Kafeterya küçüktü ve özellikle sabahları fazla kalabalık olmazdı.  Böylece Riley kendisini fazla rahatsız hissetmiyordu.

Orda oturmuş cappuccino içerken Bill’in ricasını anımsadı. Kahretsin ki altı hafta olmuştu.

Bu değişmek zorundaydı. Kendisi değişmek zorundaydı. Bunu nasıl başarabileceğini bilmiyordu.

Ama aklına bir fikir geliyordu. Tam olarak nereden başlayacağını biliyordu.

Bölüm 4

Propan meşalenin beyaz alevi Riley’in önünde dalgalanıyordu. Yanmamak için ileri geri gidip gelmek zorundaydı. Işığın parlaklığı gözlerini kör ediyor ve kendisini esir eden adamın yüzünü bile göremiyordu. Meşalenin alevi dönüp dururken havada izler bırakıyor gibiydi.

“Kes şunu!” diye bağırdı. “Kes şunu!”

Sesi bağırmaktan kalınlaşmış ve boğuklaşmıştı. Neden nefesini tükettiğini bilmiyordu. Adamın kendisine ölene kadar durmadan işkence edeceğini biliyordu.

Tam o anda adam bir havalı korna çıkarıp onu tam kulağına üfledi.


Bir araba kornası çaldı. Riley geçmişten günümüze dönerek dışarı baktı ve kavşaktaki ışığın yeşile döndüğünü gördü. Arkasında bir dizi araba sıralanmıştı ve hemen gaza bastı.

Riley, avuçlarının içi terleyerek geçmşi bir kenara bıraktı ve kendisine nerede olduğunu anımsattı. Katilin tarifsiz sadizminden kurtulan diğer kadın olan Marie Sayles’i ziyarete gidecekti. Geçmişi anımsayarak korktuğu için kendisine kızdı. Birbuçuk saattir aklı başında araba kullanıyordu ve iyi iş becerdiğini düşünüyordu.

Riley lüks Viktoryan evlerini geçerek Georgetown’a girdi ve Maire’nin kendisine telefonda verdiği adrese giderek kırmızı tuğlalı ve güzel bombeli pencereleri olan bir konağın önüne park etti. Bir süre arabanın içinde oturarak içeri girmek için cesaretini toplamaya çalıştı.

Sonunda arabadan çıktı. Merdivenlerden çıkarken Marie’yi kapıda görünce sevindi. Marie kasvetli ama zarif giyinmişti ve kibarca gülümsemişti. Yüzü yorgun ve bitkin görünüyordu. Gözlerinin altındaki halkalardan, Riley onun ağlamış olduğunu kesinlikle anlamıştı. Bu ona sürpriz olmamıştı. İkisi haftalardır görüntülü sohbet ediyorlardı ve birbirlerinden sakladıkları çok az şey vardı.

Sarıldıklarında Riley onun beklediği kadar uzun ve yapılı olmadığını farketti. Topuklu ayakkabıların içinde bile Riley’den kısaydı ve bedeni narin ve inceydi. Riley buna şaşırmıştı. Marie ile pek çok kez konuşmuşlardı ama ilk kez yüzyüze görüşüyorlardı. Marie’nin narinliği tüm bu yaşadıklarından sonra onu daha da cesur gösteriyordu.

Riley, Marie ile yemek odasına ilerlerken atrafını gözden geçirdi. Ev son derece temizdi ve zevkli döşenmişti. Tek başına yaşayan bir kadın için çok renkli bir evdi.  Ama Marie tüm perdeleri kapatmış ve ışıkları azaltmıştı. Riley bunu itiraf etmek istemese de kendi evi aklına geliyordu. Marie yemek massasına hafif bir öğlen yemeği hazırlamıştı ve Riley yemek için masaya oturdu. İkisi de garip bir sessizlik içinde oturuyorlardı ve Riley neden terlediğini anlamıyordu. Marie’yi görmek tüm yaşadıkarını geri getirmişti.

“Eee. . . nasıl hissediyorsun?” diye sordu Marie. “Yeryüzüne çıkmak nasıl?”

Riley gülümsedi. Marie, bugünkü araba yolculuğunun ne hissettirdiğini herkesten daha iyi anlıyordu.

“Oldukça iyi.” dedi Riley. “Aslında son derece iyi. Kendimi gerçekten yalnızca bir kez kötü hissettim.”

Marie çok iyi anladığını gösterir gibi başıyla onayladı.

“Yani, başardın.” dedi Marie. “Ve bu çok cesurca.”

Cesur, diye düşündü Riley. Kendisini tam olarak böyle tanımlayamazdı. Aktif ajanken belki cesurdu. Acaba yine kendisini böyle tanımlayabilir miydi?

“Sen nasılsın?” diye sordu Riley. “Ne kadar çıktın dışarıya?”

Marie sessizliğe büründü.

“Evden hiç çıkmadın değil mi?” diye sordu  Riley.

Marie başını salladı.

Riley öne eğilip Marie’nin bileğine şefkatle dokundu.

“Marie, bunu yapmak zorundasın.” diyerek onu zorladı.  “Eğer kendini böyle içeriye hapsetmeye devam edersen bu senin hala onun esiri olduğun anlamına gelecek.”

Marie’nin boğazından boğuk bir hıçkırık sesi geldi.

“Özür dilerim.” dedi Riley.

“Önemli değil. Sen haklısın.”

Riley yemeklerini yerken Marie’yi izledi. Ortalığı uzun bir sessizlik sarmıştı. Riley Marie’nin iyi olduğunu düşünmek istiyordu ama itiraf etmeliydi ki kendisine çok zayıf görünmüştü. Bu, onun kendisi için de korkmasına neden oluyordu. Kendisi de bu kadar kötü mü görünüyordu?

Riley, sessizce Marie’nin tek başına yaşamasının onun için iyi olup olmadığını düşünüyordu. Belki de bir kocası ya da arkadaşı olsa kendisini daha iyi hiseder miydi? Sonra kendisi için de aynı şeyi düşündü. Henüz ikisi için de yanıtın muhtemelen hayır olduğunu düşünüyordu. Her ikisi de sürekli bir ilişki için gereken duygusal çerçeveye sahip değildiler. Bu yalnızca bir dayanak olurdu.

Bir süre sonra ,“Sana hiç teşekkür ettim mi?” diye sordu Marie sessizliği bölerek.

Riley gülümsedi. Marie’nin kendisini kurtarmasından söz ettiğini çok iyi biliyordu.

“Bir çok kez.’’ dedi Riley. “Buna gerek yok. Gerçekten.”

Marie çatalıyla tabağındaki yemeği karıştırdı.

“Hiç özür diledim mi?”

Riley şaşırmıştı. “Özür dilemek mi? Ne için?”

Marie zorlukla konuştu.

“Eğer beni oradan dışarı çıkarmasaydın, yakalanmayabilirdin.”

Riley kibarca Marie’nin elini sıktı.

“Marie, ben yalnızca işimi yapıyordum. Senin hatan olmayan bir şey için kendini suçlu hissetmemelisin. Bunun gibi uğraşman gereken çok şey var.”

Назад Дальше