Arena İki - Морган Райс 2 стр.


Logan sessizce uzun uzun suya bakıyor. Elleriyle direksiyonu sıkıca kavramış. “Ne olursa olsun, riske attığın kendi hayatın. Ben teknede kalıyorum. İki saatin var. Eğer iki saat içinde geri gelmezsen ben giderim.”

Deliye dönüyorum. Ondan yüzümü çeviriyorum ve suya bakıyorum. Onun gelmesini istiyordum. Sanki o yalnızca kendini düşünüyormuş gibi hissediyorum ve bu çok canımı sıkıyor. Bundan daha iyi biri olduğunu sanıyordum.

“Yani sadece kendini düşünüyorsun öyle mi?” diye soruyorum.

Üstelik babamın evine giderken bana eşlik etmek istememsi de beni üzüyor. Bunu beklemiyordum. Biliyorum beimle gelmek istemeyecek ve aslında vereceği küçük bir destek için ona minnet duyabilirdim. Neyse. Hala kararlıyım. Bir söz verdim ve onu tutacağım. Onunla ya da onsuz.

Yanıt vermiyor ve tedirgin olduğunu görebiliyorum.

Ona bakmak istemediğim için suya bakıyorum. Motorun sürekli vınlaması ile birlikte su çalkalanırken ben yalnızca hayal kırıklığına uğradığımı değil ondan hoşlanmaya başladığımı da farkediyorum. Uzun süredir kimseye bağlı değildim. Birine yeniden bağlanmak fikri ürkütücü ve kendimi hazırlıksız hissediyorum.

“Brooke?”

Tanıdık bir sesle yüreğim ferahlıyor ve dönüp baktığımda kız kardeşimin uyandığını görüyorum. Rose da uyanmış. O ikisi, bir elmanın iki yarısı gibi, tek kişinin uzantıları gibiler.

Bree’nin hala burada yeniden benimle birlikte olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Bu bir rüya gibi. O alındığında, bir parçam bir daha onu canlı göremeyeceğimden emindi. Onunla olduğum her an bana ikinci bir şanş verildiğini hissediyorum ve ona göz kulak olmak için her zamankinden daha kararlıyım.

“Karnım aç.” diyor Bree elinin tersiyle gözlerini ovuştururken.

Penelope da Bree’nin kucağında uyanıyor. Durmadan titriyor ve sanki o da acıkmış gibi gözlerini iyice açarak bana bakıyor.

“Ben donuyorum.” diyor Rose omuzlarını ovalayarak. Üzerinde incecik bir tişört var ve kendimi ona baktıkça çok kötü hissediyorum.

Anlıyorum. Ben de açım ve üşüyorum. Burnum kıpkırmızı ve onu zorlukla hissediyorum. Teknede bulduklarımız harika şeyler ama yeterli değiller, hele de çok açken. Üstelik bu saatler önceydi. Tekrardan yiyecek dolabında ne kadar az yiyeceğin kaldığını ve bizi ne kadar idare edeceğini düşünüyorum. Yiyecek temin etmemiz gerektiğini biliyorum. Ama işte yeniden hepimiz açız ve ben Bree’nin bu durumuna dayanamıyorum.

“Fazla yiyeceğimiz kalmadı.’’ diyorum ona. “Ama size az da olsa bir şeyler verebilirim. Biraz kurabiye ve krakerimiz var.”

“Kurabiye!” diye ikisi aynı anda bağırıyor. Penelope havlıyor.

“Bunu yapamam.” diye geliyor Logan’ın sesi hemen yanıbaşımdan.

Ona bakınca, onaylamamış gibi bana baktığını görüyorum.

“Yiyecek depolamamız gerek.”

“Lütfen!” diye ağlıyor Bree. “Bir şeyler yemem gerek. Açlıktan ölüyorum.”

“Onlara yiyecek vermeliyim.” diye sertçe geri yanıtlıyorum. Logan’ın aklının nerde olduğunu anlamıyorum ama merhametsizliği beni rahatsız ediyor. “Her birimize birer kurabiye dağıtacağım. Hepimiz için.”

“Peki ya Penelope?” diye soruyor Rose.

“Köpek bizim yiyeceğimizi yemeyecek.” diyor Logan. “O kendi başına.”

Mantıklı davrandığını bilmeme rağmen içimden Logan’a karşı başka bir üzüntü dalgası yayılıyor. Rose ve Bree’nin yüzlerindeki bu üzgün ifadeye bakarken ve Penelop tekrar havlarken, onun aç kalmasına izin veremem. Sessizce kendi payımın birazını ona vermek istiyorum.

Dolabı açıp kalan yiyeceğimizi kontrol ediyorum. İki paket kurabiye, üç paket kraker, birkaç paket ayılı şekerleme ve yarım düzine çikolata barlarından görüyorum. Biraz da önemli yiyeceklerden olmasını çok isterdim. Beş kişi için günde üç öğün yemeği sonunda nasıl yetireceğimizi bilmiyorum.

Kurabiyeleri çıkarıp herkese birer tane dağıtıyorum. Ben nihayet bunu yemek olarak kabul edip bir kurabiye alıyor. Gözlerinin altında siyah halkalar oluşmuş. Hiç uyumamış gibi görünüyor. Yüz ifadesi son derece üzücü. Kardeşini kabetmiş olmaktan dolayı son derece harap görünüyor ve kurabiyeyi ona verirken ona bakmamak için başımı çeviriyorum.

Teknenin ön kısmına gelip Logan’ınkini uzatıyorum. Kurabiyeyi alıp elbette ki sonradan yemek için sessizce cebine koyuyor. Bu gücünü nereden aldığını bilmiyorum. Ben çikolatalı kurabiyenin kokusuna bile dayanamam. Ben de sonra yemek için saklamalıyım ama buna dayanamıyorum. Kaldırıp bir kenara koymak için minik bir parça ısırıyorum ama tadı öyle güzel ki, son parçayı Penelope’a ayırarak tamamını yalayıp yutuyorum.

Bir şey yemek iyi hissettiriyor. Şeker önce başıma sonra bedenime yayılıyor ve bunlardan bir düzine yemek istiyorum. Karın ağrısıyla derin bir nefes alıp kendimi kontrol etmeye çalışıyorum.

Nehir kıvrılarak dönerken gittikçe daralıyor ve kıyılar birbirine yaklaşıyor. Karaya yakınız ve kıyı şeridinde bir tehlike var mı diye bakarken endişeleniyorum. Virajı dönerken soluma bakıyorum ve yüksek bir kayalığın üzerinde şu an bombalanıp harap olmuş görünen sur kalıntıları görüyorum. Gördüğüm şeyin bir zamanlar ne olduğunu anladığımda çok şaşırıyorum.

“Batı noktası.” diyor Logan. O da benimle aynı anda farketmiş olmalı.

Amerikan gücünün bir kalesini şimdi bir moloz yığını olarak görmek şok edici. Kalenin eğilmiş  bayrak direği Hudson tepelerinin üzerinde gevşek biçimde asılı duruyor. Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor.

“Bu nedir?” diye soruyor Bree dişlerini birbirine çarparak. O ve Rose teknenin önüne gelip yanımda duruyor ve benim baktığım yöne bakıyorlar. Ona söylemek istemiyorum.

“O bir şey değil tatlım.” diyorum. “Yalnızca bir kalıntı.”

Kolumu ona sarıp onu kendime çekiyorum. Diğer kolumu da Rose’a sarıp onu da kendime çekiyorum. Omuzlarını olabildiğince iyi ovalayarak onları ısıtmaya çalışıyorum.

“Eve ne zaman gidiyoruz?” diye soruyor Rose.

Logan ve ben birbirimize bakıyoruz. Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum.

“Eve gitmiyoruz.” diyorum Rose’a olabildiğince nazik. “Ama kendimize yeni bir ev bulmak için yola çıktık.”

“Eski evimizde durmayacak mıyız?” diye soruyor Bree.

Tereddüt ediyorum. “Evet.” diyorum.

“Ama oraya geri dönmeyeceğiz değil mi?” diye soruyor.

“Doğru.” diyorum. “Artık orada yaşamamız çok tehlikeli.”

“Tekrar orada yaşamak istemiyorum.” diyor.  “O evden nefret ediyorum. Ama Sasha’yı orada bırakamayız. Durup onu gömecek miyiz? Söz vermiştin.”

Bence Logan’la tekrar konuşmalıyım.

“Haklısın.” diyorum yumuşak bir sesle. “Söz verdim ve evet, duracağız.”

Logan keyfi kaçık biçimde arkasını dönüyor.

“Peki ya sonra?” diye soruyor Rose. “Sonra nereye gideceğiz?”

“Nehrin yukarısına doğru gitmeye devam edeceğiz.” diye açıklıyorum.  “Bizi götürdüğü yere kadar.”

“Nehir nerede bitiyor?” diye soruyor.

Bu iyi bir soru ve ben bunu çok daha derin bir soru olarak algılıyorum. Bunların hepsi nerede bitecek? Biz ölünce mi? Biz kurtulunca mı? Hiç bitecek mi? Görünürde herhangi bir son var mı?

Yanıtım yok.

Dönüyorum ve diz çöküp onun gözlerine bakıyorum. Ona umut vermek istiyorum. Yaşamak için bir neden.

“Huzurlu bir yerde bitecek.” diyorum. “Gittiğimiz yerde her şey yeniden çok güzel olacak. Parıldayan tertemiz sokaklar, her şey yeniden mükemmel ve güvenli. Orada insanlar olacak, dost insanlar. Bizi alacaklar ve koruyacaklar. Yiyecek de olacak. Her zaman yiyebileceğin gerçek yiyecekler. Bugüne kadar gördüğün en güzel yer olacak orası.”

Rose’un gözleri kocaman açılıyor.

“Gerçekten mi?” diye soruyor.

Başımla onaylıyorum. Yavaşça gülümsemeye başlıyor.

“Oraya ulaşmamız ne kadar sürer?”

Gülümsüyorum.  “Bilmiyorum tatlım.”

Bree, Rose’dan daha alaycı.

“Bu gerçekten doğru mu?” diye soruyor yumuşakça. “Öyle bir yer gerçekten var mı?”

“Var.” diyorum ona sesimi en inandırıcı tona ayarlamaya çalışarak. “Doğru değil mi Logan?”

Logan bakıp kısaca onaylıyor ve tekrar arkasını dönüyor. Kanada’ya tek inanan, vadedilmiş topraklara inanan o. Şimdi nasıl inkar edebilir ki?

Hudson dönüp kıvrılarak daralıyor sonra yeniden genişliyor. Sonunda tanıdık bir araziye giriyoruz. Tanıdık eski yerleri hızla geçerek babamın evine daha çok yaklaşıyoruz.

Başka bir kıyıya dönüyoruz ve yalnızca kayalık bir yüzeyi olan, küçük, ıssız bir ada görüyorum. Üzerinde, ışığı uzayıp giden harabeden daha kötü bir deniz feneri oturuyor.

Başka bir kıyıya dönüyoruz ve uzakta, daha birkaç gün önce köle tüccarlarından kaçarken üzerinden geçtiğim köprüyü farkediyorum. Orada, köprünün tam ortasında, sanki tam orta yere yıkıcı bir top atılmış gibi ucu açık koca bir delik haline gelmiş merkezi görüyorum. Eskiden, Ben ile birlikte motosikletlerimizle orada yarış yaptığımız zaman neredeyse içine düşeceğimiz gün geldi aklıma. Hala inanamıyorum. Neredeyse varmak üzereyiz.

Yaklaştıkça, o gün Ben'in beni nasıl kurtardığını anımsıyorum. Dönüp ona bakıyorum; suratı asık bir şekilde suyun içine bakıyor.

“Ben…” diye sesleniyorum.

Dönüp bana bakıyor.

“Şu köprüyü hatırlıyor musun?”

Köprüye doğru dönüp baktığında gözlerinde bir korku belirdiğini fark ediyorum. Hatırlıyor.

Bree dirseği ile beni dürterek, “Penelope'a kurabiyelerimden versem olur mu?” diye soruyor.

“Ben de!” diye giriyor araya Rose.

“Elbette…” diyorum yüksek sesle Logan duyabilsin diye. Buradaki tek sorumlu o değil; biz de bize ait olan yiyeceklerimizle istediğimizi yapabiliriz.

Rose'un kucağındaki köpek, sanki aramızda geçen diyaloğu anlamışçasına birden canlanıyor. Bu, gerçekten inanılmaz. Böylesi zeki bir hayvan şimdiye kadar hiç görmedim.

Bree, kurabiyelerinden birini köpeğe vermek için uzandığında elini tuturak onu durduruyorum.

“Bekle…” diyorum. “Onu besleyeceksen şayet, bir ismi olmalı; öyle değil mi?”

“Ama tasması yok ki…” diyor Rose. “İsmi herhangi bir şey olabilir.”

“O, artık senin köpeğin.” diyorum. “Ona yeni bir isim koy.”

Rose ve Bree birbirlerine bakıyorlar.

“Ne koysak ki?” diye soruyor Bree.

“Penelope nasıl?” diyor Rose.

“Penelope!” diye haykırıyor Bree. “Sevdim!”

“Ben de sevdim.” diyorum.

“Penelope!” diye çağırıyor köpeği Rose.

İnlinçtir ki, köpek bu ismi duyar duymaz dönüp  bakıyor; sanki gerçek ismi buymuş gibi.

Bree, uzanıp köpeğe kurabiyelerinden verirken gülümsüyor. Penelope, kurabiyeyi elinden kaptığı gibi bir çırpıda midesine indiriyor. Bree ve Rose neşe içinde aralarında gülüşüyorlar ve Rose da kurabiyesinden kalanı köpeğe veriyor. Penelope onu da bir çırpıda midesine indiriyor. Ben de son kurabiyemi ona veriyorum. Penelope heyecan içinde üçümüze bakarak üç kez havlıyor.

Hep birlikte gülüyoruz. Bir an için, neredeyse tüm sıkıntılarım aklımdan uçup gidiyor.

Ama tam o anda, uzaktan, Bree'nin arkasında gözüm bir şeye takılıyor.

“İşte!” diyorum Logan'a, sol tarafı göstererek. “Gitmemiz gereken yer orası. O tarafa dön!”

Hudson'un buzları üzerinde Ben ile birlikte motosikletlerimizle geçtiğimiz yarımadayı görüyorum. Bana o günü, o yarışın ne denli çılgınca bir şey olduğunu anımsatıyor. Hala hayatta olmam bir mucize.

Logan, takip eden var mı diye arkasını kolaçan ediyor; ardından, gönülsüz bir şekilde, yavaşlayarak o tarafa yöneliyor ve bizi körfeze doğru götürüyor.

Yarımadanın ağzına vardığımızda gergin ve dikkatli bir biçimde etrafa bakınıyorum. İç kısımlara doğru giden yolu takip ederek ilerliyoruz. Kıyıya artık çok yakınız; yıkık dökük su kulesini geçince oradayız. Devam ediyoruz ve çok geçmeden, kasabanın harabeleri boyunca direk merkeze doğru yol alıyoruz. Catskill… Kıyıları yanmış binalarla dolu ve sanki bombalanmış gibi harap bir görünüme sahip kasaba…

Yavaş yavaş merkeze yaklaştıkça iyice gerginleşmeye başlıyoruz. Sahil, artık bir adım ötemizde sanki… Pusuya yakalanıyoruz; farkında olmadan elimi, belimdeki bıçağıma atıveriyorum. Logan da aynı şekilde…

Arkamı dönüp Ben'i kontrol ediyorum; adeta, taş kesilmiş gibi kaskatı durmakta.

“Kamyon nerede?” diye soruyor Logan gergin bir ses tonuyla. “Çok fazla merkeze doğru gitmeyeceğim, haberiniz olsun. Herhangi bir şey olursa, en hızlı şekilde Hudson'a gidebilmeliyiz. Bu, bir ölüm tuzağı…” diyor dikkatle sahili gözlemleyerek.

Benim de gözüm sahilde. Ama görebildiğim kadarıyla sahilde tek bir hayat belirtisi dahi yok; öylesine boş, öylesine ıssız ve öylesine donuk.

“Şuraya bak!” diyorum parmağımla işaret ederek. “Orası, eski kulübe mi? İç kısımda…”

Logan, otuz metre kadar daha giderek kulübeye doğru dönüyor. Tam orada, küçük eski bir rıhtım var. Logan, botu sahilden bir fit uzağa çekmeği başarıyor. Motoru durdurup çapayı tuttuğu gibi denize fırlatıyor. Ardından botun halatını alarak bol bir düğüm atıyor ve onu rıhtımdaki paslı metal direğe fırlatıyor. Direğe attığı halatı çekerek bizi kıyıya kadar  yanaştırıyor ve halatı sıkılaştırıyor. Böylece, rıhtıma çıkabiliyoruz.

“İniyor muyuz?” diye soruyor Bree.

“Ben iniyorum.” diyorum. “Siz beni burada, botun içinde bekleyin. Sizin çıkmanız çok tehlikeli olur. Hemen döneceğim. Sasha'yı da gömeceğim; söz veriyorum.”

“Hayır!” diye bağırıyor. “Söz vermiştin; bir daha asla ayrılmayacaktık. Söz vermiştin! Beni burada yalnız başıma bırakamazsın! Bunu YAPAMAZSIN!”

“Seni yalnız başına bırakmıyorum.” diye cevap veriyorum yüreğim buruk bir şekilde. “Logan, Ben ve Rose da burada seninle olacak. Güvende olacaksın. Söz veriyorum.”

Fakat Bree aniden ayağa kalkarak kıyıya, direk karın içine atlıyor.

Ellerini beline koymuş bir vaziyette kıyıda ayakta durarak karşı koyar bir ifadeyle bana bakıyor.

“Anca beraber, kanca beraber!” diyor.

Bu tutumu üzerine tek yapabildiğim derin bir nefes almak oluyor. Zira, biliyorum ki bir kere bir şeye karar verdiyse bir daha geri adım atmaz.

Onun yanımda olması sorumluluğumu daha da arttırıyor ama bir yanım, onun  sürekli gözümün önünde olmasından oldukça memnun. Hem, onu vazgeçirmeye çalışmak sadece zaman kaybı olacak.

“Tamam…” diyorum. “Ama yanımdan bir adım bile ayrılmayacaksın, söz mü?”

Başıyla tasdik ederek, “Söz!” diyor.

“Korkuyorum!” diyor Rose gözleri açık bir şekilde Bree'ye bakarak. “Bottan inmek istemiyorum. Penelop ile birlikte burada kalmak istiyorum. Olur mu?”

“Elbette…” diyorum. Bir de onun sorumluluğunu almak istemiyorum.

Ben'e dönüyorum.  O da üzgün gözlerle bana bakıyor. O bakışları görmemek için başımı çevirmek istiyorum ama duygularımı kontrol ederek kendimi zorluyorum.

“Sen geliyor musun?” diye soruyorum, "Evet" demesini ümit ederek. Beni hayal kırıklığına uğratıp botta kalmayı tercih eden Logan'a sinirliyim. Çünkü gerçekten bir desteğe ihtiyacım var.

Fakat Ben, hala şaşkın bir ifade ile sadece bana bakıyor. Sanki beni anlamamış gibi bir ifade var yüzünde. Çevresinde olup bitenleri tam anlamıyla kavrayıp kavrayamadığını merak ediyorum doğrusu.

Geliyor musun?” diye soruyorum daha vurgulu bir şekilde. Zira, bu durumda gösterecek sabrım yok.

Yavaşça kafasını sallayarak geriliyor. Gerçekten gelmeyecek. Onu affetmeye çalışıyorum  ama bu, çok zor.

Bottan inmek üzere arkamı dönüyorum ve rıhtıma atlıyorum. Karaya ayak basmış olmak çok güzel bir duygu.

“Bekle!”

Arkamı döndüğümde Logan'ın kaptan koltuğundan kalktığını görüyorum.

“Böyle bir rezalet olacağını biliyordum zaten.” diyor.

Botun içinde eşyalarını toplamaya başlıyor.

Назад Дальше